4 Eylül 2009 Cuma

Ramazan ayı geldi, reklamlar ile tüketim artırılmaya çalışılıyor!

Ramazan ayı geldi, reklamlar ile tüketim artırılmaya çalışılıyor!

Ramazan geldi, tüm TV kanallarında oruç açma sahnesi boy gösterdi. Dizilere bakarken Türkiye halkının sanki hepsi oruç tutuyor gibidir. Komedi dizileri bu propaganda için en uygunudur, çünkü o programlar izleyicinin, ekran başında en çok olduğu saatlerde yayınlanmaktadır.

Ramazan ayı, geçen senelere göre daha fazla propaganda amacı ile kullanılıyor gibi geldi bana. İftar çadırları ile başlayan bir değişimin, başka bir yüzünü ekranlardan görüyoruz.

Ramazan ayında yapılanlar, Hıristiyan dünyasında Noel kutlamaları gibi alışveriş ve tüketim çılgınlığına doğru gidiyor. Süpermarketler bu aya özel paketler hazırlanıyor, bazı tatlılar sanki sadece bu ay tüketilir gibi öne çıkarılıyor. Toplu yemekler, toplu iftarlar bir gösterişe dönüşüyor. Firmalar kendi çalışanları için toplu iftarları sunarken, sosyal kulüplerde bu yarışın içinde yerlerini almış durumdadır. Bazı lokantalarda önceden yer ayırmamış iseniz, o lokantada iftar saati içinde yer bulma şansınız yoktur.

Ramazan ayı içinde kola gibi içecekler özel bir reklam kampanyasına gidiyor. Normal tüketim yerine sanki oruç kola vb gibi içecekler ile açılıyor. Son yıllarda birde hurma ile açmak yaygınlaştı. Hurmasız oruç açılmazmış gibi bir durum sergileniyor.

Ramazan ayı başlamadan fiyatlarda bir hareketlilik oluşuyor, sonra fiyatlar gözle görülür bir şekilde yukarıya çıkıyor. Ramazan, alışveriş ayının yüksek sezonu durumuna gelmiştir. Uçaklar tatillere göre nasıl fiyatları ile oynuyorlarsa, alışveriş için belirli ayların önemi öne çıkmaktadır. Alın verin, alışveriş yapın! ayları her türlü dini sembolleri kullanmaktan geri durmadığı gibi, kutsal olarak kabul edilen günler birer alış veriş çılgınlığına dönüşmektedir.

Kutsal semboller ve kitaplar bile bir çılgınlığa alet ediliyor. Kutsal kitaplar verilerek gazete satışları artırılmaya çalışılıyor. Kutsal kitap, tiraj artırmak için kullanılan sıradan bir şeye dönüşmüş durumdadır. Huzurlu bir toplum için her şey pazarlanabilinir, satılabilinir konuma gelmiştir. Huzur, ‘alın verin, alışveriş yapın!’ piyasayı canlandıran günlerdir!

Kutsal günler eğer propaganda için az geliyorsa, yeni kutsal günler icat edilir. O kutsal günlerde bazı ürünlerin satışı hızlandırılır, hatta bazı tüketim araçları ile yeni semboller yaratılır. O sembollerin yer aldığı her türlü tüketim malzemesi tüketilmeye hazırdır. Bu durum sadece bize özgü değildir, daha önce bu yollardan geçen toplumlar ve inançlar bizim şimdi yaşadıklarımızı yaşamıştır.

Eğlence pazarı oluşturulmaktadır. Eğlence pazarı içinde her türlü motifler ve ritüel davranışlar pazara düşmüştür ve alıcısına uygun şekilde pazarlanır.

Var olan ürüne yeni bir sunum yaratılır, o sunuma uygun alıcısı yaratılır. Önce küçük küçük başlayan bu arz durumu, giderek talebe dönüşür. Artık halkımız bunu istiyor, istediklerini veriyoruz konumuna düşer.

Yeni yaşama büyük bir kesim alıştırılmakta ve bu alışma durumu kanıksamaya doğru yol almış durumdadır. Halk istiyor ve isteklerine göre sunum yapıyoruz konumuna dönüşmüştür. Bundan yirmi yıl önce Ramazanda neler yaşardık, neler tüketirdik gibi şeyleri düşünecek konumda değiliz, önümüze sunulanı tüketmek ile meşgulüz, çünkü bizler yaşadığımız bu günler içinde tarihimizden tamamı ile kopmuş durumdayız. Tarih diye sunulanların uydurma olup olmadığını sorgulayacak bir birikimiz yok edilmiştir. Günlük yaşayan ve günlük bakan bir kaderci topluma dönüşmüş konumdayız.

TV ekranları yeni çıkan bir ürün için reklamlar dönerken, TV dizileri içinde o ürünü çağrıştıran ve tüketimin teşvik eden kısa diyaloglarda yerini alması artık yadırganacak bir durum olmaktan çıkmıştır.

Bugünü kurtarmak için bir çiklet alın, çikleti satan bakkal kazanır, bakkal evine giderken manavdan meyve alır, sonuçta memleket kazanır! Alın verin sonuçta ekonomi canlanır! Sonuçta kim kazanıyor dersiniz? Günlük yaşayanlar kimin çıkarına hizmet ediyor? Kimlerin programı var, kimler uzun vadeli yatırım yapıyor, kimler günlük tüketiyor?

3 Eylül 2009 Perşembe

ahmet yıldız

Ahmet Yıldız çiçekler içinde, sonsuzluğa halkevlerinin genç nesilli eşliğinde yolculandı... O, inandığı gibi yaşadı ve inançları uğrunda mücadele etti. 12 Eylül darbecilerine karşın, ‘beni idam dahil bütün cezaları verebilirsiniz’ diyerek başını dik tutmasını bilmiştir. O; ‘halkevleri adına ne yapılmışsa benim bilgim dahilinde yapılmıştır!’ diyerek, tüm halkevcilerin suçlandığı suçları üstlenmiştir. Olumsuz koşularda önde ve başı dik durmasını bilerek, lideri olduğu kurumu, düşüncelerini ve yaptıklarını onurlu bir şekilde savunmuştur.

Karaca Ahmet mezarlığına uğramayı sevmiyorum, çünkü her uğrayışımda birilerini yolculuyorum. Cemil cemgil’in eşi Şirin’i yolculaşmıştık, bugün Ahmet Yıldız'ı... Onlar tarihin sayfalarında, onurlu yerlerini aldılar, fakat o onurlu duruşlarını, gelen ve bugünkü kuşaklara anlatmak gerek, korkmadan, çekinmeden... Çünkü, bugün yaratılan kuşak, geçmişinden kopuk bir gelecek kurmak ile uğraşıyor! Her türlü bilgi kirlenmesine açık, her yola açık konumdalar. Eğer tarih sadece yöneticilerin tarihi olmadığı anlatılmak isteniyorsa, bu onurlu insanların yaşamlarına kısada olsa bakmakta fayda vardır. Onların yaşamları ‘her şeye rağmen’ mücadele içinde geçmiştir. Onlar insanlığın onurudur...

Çiçekler içinde yat…

Fikir yürütmek!

Fikir yürütmek!

Fikir yürütülerek bir devlet ortadan kaldırıp, yerine başka bir devlet oluşturulabilinir mi?

Soruda ilk bakışta mantık hatası var gibi gelebilir, fakat sorunun oluşmasına sebep olan olaylar göz önüne alındığında, mantık cümlenin içine gelip oturuyor!

Irak işgali, fikir kulüplerinde fikir yürüterek / beyin fırtınası oldu, işgal sonucunda hiçbir somut delil bulunamadı, fakat ortada devlet kalmadı.

Amerika’daki fikir kulüpleri Irak üzerine ürettikleri senaryoların büyük bir bölümü somut delilere dayanmadan, soyut olarak üretilen senaryolardı. Bu senaryolara, dünyayı inandırmak için medya aracılığı ile propaganda yürütüldü. Sonuç, devlet ortadan kalktı ve somut delilere dayanmayan bütün senaryolar suya düştü ya da çöl sıcakları içinde kumların altına gömüldü. Fakat bu senaryoların sonucu gerçekleşti.

Irak, eskisi gibi olamayacak, Irak görünümüne büründü. Halklar, işgal sonrası birbirinin kutsal mekanlarını basan, sınır tanımayan konumuna geldi. Baas rejimin yerini yerel güçler aldı ya da yerel güçler gibi görünen Amerika ya da başka ülke destekli güçler aldı.

Irak eski yönetimi, işgal öncesi insanlık suçu işledi, gereğinden fazla kendisini abarttı, güneşin batımında gölgesine baktı ve kendisini gölgesine göre tanımladı. Silahsız ve korumasız Kürtlerin / Şiilerin üzerine kimyasal / biyolojik silahları atmaktan çekinmedi. Fikir kulüplerin senaryosuna gerçeklik verdiler. Devletim ben, istediğimi yaparım senaryosu, yurt dışında başka amaçlar kullanımı için malzeme oldu. Dikta rejimi, yaptıkları ile kendi sonucunu hızlandırdı. Irak dış müdahale ile, tıpkı Yugoslavya gibi parçalanmadı, Polonya gibi değişime uğramadı. Onların dışında bir durum yaşadı. Portakal rengi Irak topraklarına işgal olarak geldi, rejim değişimi olarak gelmedi.

Fikir yürütenler Amerika’daydı, bugünde Amerika’da. Başka konulara fikirler üretiyorlar. Fikirlerinin temelini oluşturan somut verilerin ellerinde olmaları önemli değil, çünkü kulüpler beyin fırtınası estiriyorlar. Fırtına içinde hedef ülkenin aydını kullanmaktan çekinmiyorlar. O ‘profesyonel’ aydınlar ise, parayı kim veriyorsa, duruş noktalarını ona göre çeviriyorlar. Sol söylemli sağcı, dinci ya da Amerikancı bir çok aydının ülkelerin topraklarında olması tesadüfi değildir. Amerika’da bir zaman bulunmuş ya da İngilizceyi çok iyi konuşanların kritik noktalarda bulunması da hedef ülkede tesadüfi değildir.

Amerika ya da BM konseyine hakim olan güçler, komisyonlar kurdurtuyor ve bu konseyler tarafından, hedef ülke üzerinde denetimler yapılmaktadır. Denetim yapan üyelerin veya çalışanların ‘profesyonel’ insanlar olmasına dikkat ediliyor. Bu denetimlerin sonucunda ise ne tesadüfi ki, fikir kulüplerin senaryoya uygun sonuçlar çıkıyor. Gerçi, bire bir aynı kelimeler kullanılmıyor ama yakın anlatımlar ile bir birini destekler konuma geliveriyorlar. BM denetimi komisyonların çalışmaları, değişik zamanlarda, ülkeler üzerinde Demokles'in Kılıcı gibi sallanıyor.

Ambargo uygulanan ülkelerin ortak sorunudur, Demokles'in Kılıcı! Bu kılıcın, ne zaman üzerinde sallandığı ülkenin toprağına düşeceğine, kimlerin karar verdiğini yazmanın anlamı var mı?

Irak fikir yürütülerek yok edildi ve yeniden yaratıldı. Bu fikir kulüpleri hangi firmaların kasalarına ne taşıdığını ortaya serilmiş olsa, nasıl bir sonuç ile karşılaşırız? Evrensel firmaların, yerel firmalar gibi çalışması, yerel gibi gözükenlerin, hangi ülkelerde ne gibi çıkarlarına uygun siyasi tercihler yaptığı ve bu tercihler ise nasıl iktidarların değiştiği ya da rejimlerin portakal rengine büründüğünü, gelecek zaman dilimlerinde tarih kitaplarında okunacaktır. Fakat, bizler bugün yaşadığımız zaman dilimi içinde, olay henüz sonlanmamış iken, sadece hissettiklerimiz ve gözümüze görünenler ile yorumlamaya ve bu yorumlardan sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz!

Demokles'in Kılıcı nereye düşüyorsa, orada göz yaşı ve kan ile sulanan toprağa şahit oluyoruz! Bu kılıç kimlerin lehine düştüğünü, düşürüldüğünü tarih bir yerlere not etmeye devam ediyor. Önce fikirler ortaya atılır, sonra bombalar! Fikirlerin silaha dönüştüğü bir zaman diliminden geçmekteyiz!

Bu yazıda profesyonellik kavramından şu anlaşılmalıdır; para karşılığında, verilen görevi en iyi şekilde yapan ve para verenin amacı doğrultusunda çalışandır. Profesyonellikte işini iyi yapan anlaşılmamalıdır. Bir zamanlar ülkemize gelen, şimdilerde dünya bankasında memur olarak çalışan eski ekonomiden sorumlu devlet bakanı profesyonel bir çalışandır.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Papyonlu Ahmet Yıldız’a elveda derken…

Papyonlu Ahmet Yıldız’a elveda derken…

Ahmet Yıldız denince aklıma hep onun hiç çıkarmadığı papyonu akılma gelir. Onu 12 Eylül süreci sonrası tanıdım. Eski senatör ama ondan önemlisi Halkevleri başkanı olarak bilirim. O halkevlerinin en uzun süre başkanlığını yaptığı, 12 Eylül sürecinde onurlu bir şekilde başkanlığını devam ettiren biri olarak bilirim.

Onurluydu, onurunu hiçbir zaman ayaklara düşürmedi. O 12 Eylül öncesi destanlaşan Halkevleri çalışmasında, ilkelerinden ödün vermeden yürütmüştür. Cunta, onu karanlık dehlizlerine çekti, fakat o karanlığın değil aydınlığın adamı olduğunu orada göstermiş olduğu direnç ile gösterdi. 12 Eylül sonrası kurulan Halkevlerinin açılışında nerede kalmıştık dedi ve elini taşın altına koymadan çekinmedi.

Herkesin köşe bucak kaçtığı bir dönemde, o, Ankara’da bir kültür merkezi kurdu. Onun bu merkezinden kimsenin haberi yok gibidir, oraya gidip gelenler dışında. Sinema, tiyatro ve kültürel toplantılara ev sahipliği yaptığı bir yer yaptı. Korkunun hakim olduğu günlerde papyonu ile orada, bildiği gibi ve yaşayabileceği bir çevre yarattı. Onu işte o kültür merkezinde tanıdım. O papyonu ile Ahmet Yıldız onurun kavgacısı olarak tanıdım.

Ahmet Yıldız’ı yumruklaşan yıldızımın içinde anımsamaya devam edeceğim. O Halkevlerinin onursal başkanıydı. O kültür adamının, aydınlık, demokratik, hukuk devletinin oluşması ve o devlet için yetişmiş gençler için çalışırken anımsayacağım. O gençler için, tiyatroların, yazım atölyelerinin, halkoyunlarının en güzel renklerini halkevlerine taşırken duyduğu heyecanın gözlerindeki ışıltısını hep anımsayacağım.

Çağdaş adam, yüreği soldan tarafa atan bu güzel insanı, papyonu ile birlikte sonsuzluğa yolculuyoruz. Yolun açık olsun, yumruklu yıldızımın içine resmini koydum, yanında da karanfili…

1 Eylül 2009 Salı

Açılım… Açılım… Açılım…

Açılım… Açılım… Açılım…

Açılım kelimesini üç defa yazdım, çünkü üç açılım bugün gündemimizi belirliyor. Kürt açılımı adını değiştirdi, demokrasi açılımı oldu, sonuçta açılım yer aldı. Alevi açılımı, çalıştay ile başladı, sonunda açılım kelimesi yer aldı. Üçüncü açılım ise, Ermenistan sınırının açılımı oldu, sonuçta diğerleri gibi açılım kelimesini barındırdı. Sonuç olarak, üç açılım yaptı hükümet ama açılım kelime olarak kaldı bugünlük!

Bu açılımlar ile hükümet, adı anılmayan açılımları kapattı.

Hükümetin yaptığı esas açılım, ZAM açılımı olarak adlandırılabilinir. Elektriğe, sağlık sektörüne, gıdaya, taksi ücretine, dolmuş ücretine, yaşam kalitesini etkileyen her şeye zammın açılımı yapılmaktadır. Zam beklentisi yaratılarak bu açılımlar gerçekleştirildi / gerçekleştirilecek!

Açılım lafını ortaya atıp, sonra açılım ortamın olgunlaşmasını beklemek hükümetin politikasıdır. Politikasız demek aldatıcıdır, çünkü hükümet yapacaklarını önce açıklar, sonra koşullar uygun olduğunda hayata geçirir. Sağlık alanında yapılacak açılmalar, Sosyal Güvenlik Kurumu ile özel hastaneler arasındaki protokoldeki açılımdır ama bu açılımın kimin lehine olduğunu söylemek gereği var mıdır?

Memur, zam beklentisi ile gidip o pazarlık masasına oturdu ama orada bir açılım ile karşılaşmadı. Bütçe kaynaklarının ve politikasının açılmaması karar veren hükümet, bu konuda açılım yapmayacağını ilan etti.

Sendikalar hükümetten açılım bekledi ama açılım olmadığı gibi, hükümet taraftarı sendikalarda üye artışı olmaya başladı. Hükümetin açılımı sendikal örgütlülük konusunda AB tarafından söylenen yasal düzenlemeler düzeyinde olmadı. Hükümet işine gelen konularda açılım yapmakta maharetini gösterirken, demokratik ve örgütlenme alanında yapılacak olan açılımları zamana yaymış durumdadır. AB ve ABD tarafından hükümete yapması gereken açılımların listesi verilmiş, hükümet kurmayları da o listeye uygun ama zaman konusunda uygunsuz hareket etmektedir.

Açılım konusunda en cüretkar açılımı gerçekleştiren Ajda Pekkan’dır. Bacağını bir açtı, medya o bacağa odaklandı! Hükümet bir sanatçının gösterdiği açılım cesaretini gösteremiyor, çünkü gelen tepkilere göre açılımın kapısının ne kadar açacağını düşünmektedir. Elinde hazır reçetesi olmadan yol aldığı içinde, önce önünü görmeye çalışıyor. Sonra adımlarını temkinli atmak için, ayak ucu ile zemine dokunuyor, sonra içinde korku düştüğünde hemen açılımın yönünü ve adını değiştiriyor. Her kesin kabul edeceği söylemler ile yol alırken, nihai hedefini de, oynadığı rolü de en iyi şekilde oynamaya çalışıyor, çünkü hükümet gelecek olan baskın erken seçim için kamuoyu yoklamalarına devam ediyor. Her açılım lafından sonra yapılan kamuoyu araştırmaları bu yönde atılan adımlardır. Eğer, hükümet gerekli açılımın etkisini oy olarak sandıkta göreceğine inandığında, açılım lafı altında seçim sandığı bir anda seçmenin önüne gelebilir. Açılımın sınırını belirleyen işte bu ince çizgidir.

Hükümet bugüne kadar ciddi olduğunu söylediği üç açılım yaptı, üçünden de şimdilik bir sonuç çıkmadı. Bu arada laf ile hükümet nasıl idare edildiği konusunda güzel örnekler sunmaya devam ediyor. Kim demişti, laf ile peynir gemisi yürütülmez! Peynir gemisi yürütülmez ama…

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Patron ve müdürleri…

Patron ve müdürleri…

Ekonomik kriz ülkeyi kucakladığı gibi firmaları da kucaklamaktaydı. Bu uzaktan bakan için doğal bir sonuçtu. Gerçi firma krize, global krizden önce girmişti ama uzatmaları oynuyordu. Kriz kapıyı öyle böyle değil, kuvvetli bir şekilde çalmıştı. Hatta kapıyı kırıp içeriye girmişti.

Kapı kırılmıştı. Kriz, firma içinde güvensizlik rüzgarları estiriyordu. Bu rüzgarın etkisi ile koltuğunu kaybetmek istemeyenler, fabrika sahibi patronun çevresinde daha çok kenetlenmişlerdi. Gemi su alıyordu ama herkes kaptanın çevresindeydi, ondan gelecek emri bekliyorlardı. Yapılması gereken belliydi ama güvensizlik ortamında kimse cesaret edemiyordu, çünkü gemiden ilk uzaklaşan olmak istemiyorlardı.

İlk uzaklaşmak istemeyenler, eskisinden daha çok patronlarının özel yaşamına duyarlı olmuşlardı, patronun dediğini iki yapmıyorlardı. Bu krizde sorumluluk almak istemiyorlardı, o yüzden patronu memnun etmek için her yolu deniyorlardı. Emeğinin hakkını isteyen işçiye kapıyı rahatlıkla gösteriyorlardı, onlardan patronun lehine özveri göstermeleri isteniyordu. İşçiler, patronları için çalışan profesyoneller değiller miydi? Eğer patron giderse, işte giderdi! O yüzden, işçilere, işlerine sahip çıkmak için, iş yerlerine sahip çıkmaları isteniyordu. Patron ise alışkanlıklarını terk etmemiş, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyordu. Gazetelerin magazin sayfalarında, bilmem kimin partisinde, kim ile nasıl kıyafetler içinde katıldıklarını yazan haberler, fotoğraflara rastlanıyordu. Kriz ortamı patronu daha çok gündeme taşımış, sanki kriz yokmuş gibi eğlenceden geri durmuyordu. İmaj önemliydi. Gazetelerde boy göstermesi, krizin üstünü örtüyordu!

Üstü örtülen patronun kasasındaki açık değildi elbette, onu herkes biliyordu, bilmeyen sadece magazin basınıydı. O basınında patronları, patronun dernekten veya kulüpten arkadaşlarıydı. Patronlar arası dayanışma bugünler içindi. Haberler ile verilen imaj sayesinde, borsadaki kağıtların değeri düşmesi önleniyordu. Ulusal dayanışma buydu! Ulus devleti ulusal sermayesini kolay yaratmamıştı ve bu yaratılan sermeye ise, yaratım sürecindeki suça ortaktı. Eğer ortada suç varsa, suça katılanlar bir birini korumak zorundaydı. Orient Express trenindeki cinayet gibi bir durum söz konusuydu!

Bir trendeydi patronlar ve o trendeki lokomotifin arkasındaki vagonlar bir birinden ayrılmaması gerekliydi. O yüzden kurulmuştu dernekler! O kurulan derneğin kurucularından olunca, daha bir itina gösterilmesi gerekliydi. Global sermaye karşısında, ‘ulusal direnç’ sembolü gibiydi, fakat içten içe dernek üyeleri global dünya ile entegre olmuşlardı.

Global dünyanın yeni düzeni acımasızdı, geleneksel sermaye birikimi bir anda yok oluyordu. Alışkanlıklar ve yaşam tarzı değişiyordu. Değişim hızlıydı ve bu hızlı değişim karşısında yapılmasını yapıyorlardı. İçe kapanıp, sımsıkı sarılıyorlardı. Patron etrafında bulunan müdürler, patronun bütün ihtiyaçlarını karşılamak için seferber oluyorlardı. Patron en son gemiyi terk edecekti, o yüzden onun ile aynı ortamda kalmak önemliydi. Özveriyi hepsi yapıyordu! En pahalı Fransız şarabı yerine, Alman şarabı içiyorlardı akşam yemeklerinde. Sevgilileri ile yaşadıkları yazlıklarına daha fazla gitmiyorlardı. Lüks araçlarına binmeye ve şoförleri ile seyahat etmeye devam ediyorlardı. İşyerindeki işçiler işten kovulmamak için nefeslerini kesmişlerdi, seslerini en düşük seviyeden çıkarmaya özen gösteriyorlardı. Sendikalar ise, patronun yılsonu bütçesine uygun istemler ile ortaya çıkıyor ve üye işçisini ikna etmeye çalışıyordu. Eğer bugün zam isterlerse, iş yerleri olmazdı, o yüzden özveriye devam edilmesi söyleniyordu. Geçmişte kazanılan hakların yok olması artık önemli değildi, ekmek aslanın midesindeydi. O halde her şeye rağmen özveri!

Özveri düzeyi o kadar çeşitlenmişti ki, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kriz ülkeyi sarmıştı. Fabrikalar arka arkaya ya kapanıyor ya da süreli ücretsiz tatiller ilan ediliyordu. Fabrikalar ürün fazlalığı ile doluydu. Piyasa kötüydü! Durmuştu her şey! Yaşam devam ediyordu!

Yaşam devam ediyordu, fakat yaşam patron ve onun çevresinde duran müdürler için devam ediyordu. Diğerleri ise, akşam ekmeğini eve götürüp götürmeyecekleri garantisi olmadan belirsizlik içinde yaşıyorlardı.

Belirsizlik, dayanışmayı ortadan kaldırmıştı. Yarın ne olacağını bilmeden her gün son gün gibi yaşamak ve çalışmak! Şükür ediyorlardı. Her şeyi bilene doğru ellerini kaldırmışlardı, kaderlerini iyi çizilmesini istiyorlardı. Kader ise, önceden çizildiğinden dönüşü olmayan bir çizgi değildi, ne kadar içten iletirsen isteğini, çizgin değişebilirdi! Kriz, yalnızlaşmayı artırmıştı. Yalnızlık ise, belirsizliği ve kaderciliği besliyordu. Şans oyunları oynanan yerlerin önünde kuyruklar oluşuyordu. Umut rakamlardaydı ve belki o rakamlar elindeki küçük kağıdın üzerindeki rakama uyabilirdi. Şans oyunlarının ikramiyesi gün geçtikçe artıyordu, oynayan sayısına bağlı olarak.

Şans kapıyı bir kere çalardı, o şansını kaybetmemek için sessizce kaderlerine razı olması gerekliydi. Kader belirleyiciydi ve kaderini değiştirmek için yan yana dahi gelinmiyordu. Geçmişte haklar için mücadele edenlerin tarihi hiç yaşanmamış gibi duruyordu. Geçmiş yoktu! Kriz, geçmişi değil, yarını düşünmek demekti!

Patron ise işçilerin beklentisi dışında bir yaşam içindeydi. Bekardı. Eşinden boşanmıştı. Dinine bağlıydı. Zina etmemek için evlenmesi gerekliydi. Zina yapmamak ve karısını aldatmamak için karısından yüksek nafakalar ile boşanıyordu. O karısını aldatmıyordu ama her yeni karısı bir önekinden genç ve güzeldi. Müdürleri ona işe yeni başlamış güzel çalışanları gösteriyordu. İşe yeni alınan kadının güzel olduğuna inanıldığında ve patronun zevkine uygun olduğuna kanaat getirildiğinde, hemen patrona haber gönderilirdi ve patron ile tanışabilmesi için, o güzel kadına bir müdürlük kariyeri verilirdi. Çünkü müdürler patron ile direkt konuşabilirdi. Bir genç kız müdür olmuşsa eğer, o patron için düşünülen eşti! Bunu belirleyenlerde diğer müdürlerdi! Patronun eşini ayarlayan müdürler ise, patronun gözdesi olmaya devam edeceklerdi elbette! Her şey patronlar için düşünülmüştü, yeter ki o rahat etsin!

Patron, bir gün işyerine davet edilir, genç ve güzel müdürün katılacağı bir toplantı ayarlanırdı. İnancı yüksek olan patron, kızı beğenir ise, hemen müdür ile bir özel görüşme ayarlanırdı. Müdüre ne iş yaptığı sorulmazdı, eğer isterse izdivaç yapmaya hazır olduğunu patron tarafından belirtilirdi. (Eğitimin burada pek önemi yoktur, elindeki diplomaya değil, güzelliğine bakılır.) Bu izdivaç sözünü, patron mu direkt söyler, müdür mü? Onu o anlık ortam belirlerdi. Çağa, sisteme uygun patron gözlerden uzak bir otelde düğün yapar! Tesadüf sonucu bir muhabir bu düğünü fotoğraflar ve magazin medyasına haber olarak düşer! Öyle böyle değil, bomba gibi düşer!

Haber düşerde borsada kağıtlar düşmez mi? Patronun elinden firma bir kuş gibi kayar ve gider! Elinde yeni hanımının eli vardır. Genç ve diri el, buruşmuş elini okşar! Gözleri genç gibi parıldayarak bakar ama artık eskisi gibi genç değildir. Genç olduğunu ve imandan aldığı kuvvetini, davet edildiği ekranlardan anlatır ama artık ne müdürler vardır etrafında, ne de firması. Kriz onu da sürüklemiştir. İşçiler ise, yeni patronlarına karşı özveri içinde çalışmaya devam ederler, müdürlerin durumları medyaya yansımaz, belki bir bölümü emekliliğini istemiştir, bir bölümü yeni patronun etrafında konumunu almış olabilir. Her şey bir hikayedir, yaşam dediğin nedir ki, birilerin özverileri üzerine yaşamak değil midir!?! Gerçekten öyle midir? Tarihi hiç yaşanmamış gibi mi yaşamak gerek?

30 Ağustos 2009 Pazar

Bayrampaşa cezaevi ve diğerleri…

Bayrampaşa cezaevi ve diğerleri…

Bayrampaşa cezaevi ve diğerleri, yaşanan acıları duvarlara kazıdı, duvarların içine sakladı. Sesler duvarlara işledi. O cezaevleri, tarihimiz içinde özel konumlara kavuştu. Bayrampaşa cezaevi ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ adı ile anılır oldu.
Hayata Dönüş’ Operasyonu’nda yaşamını yitiren tutukluların listesi ise şöyle:
1. Ahmet İbili. Ateşli silah yaralanması ve yüzeysel yanıklar. Ümraniye.
2. Ali Ateş. Ateşli silah yaralanması. Bayrampaşa.
3. Ali İhsan Özkan. Bursa.
4. Alp Ata Akçayüz. Ateşli silah yaralanması. Ümraniye
5. Aşur Korkmaz. Ateşli silah yaralanması. Bayrampaşa.
6. Berrin Bıçkılar. Yanık ve ölüm orucu sonucu ölüm. Uşak.
7. Cengiz Çalıkoparan. Ateşli silah yaralanması. Bayrampaşa.
8. Ercan Polat. Karın alt kısmında ateşli silah yarası. Ümraniye.
9. Fahri Sarı. Kurşunla ölüm. Çanakkale.
10. Fırat Tavuk. Yanma sonucu ölüm. Bayrampaşa.
11. Fidan Kalşen. Kurşun ve yanma sonucu ölüm. Çanakkale.
12. Gülser Tuzcu. Yanma sonucu ölüm. Bayrampaşa.
13. İlker Babacan. Çanakkale.
14. İrfan Ortakçı. Çankırı.
15. Murat Ördekçi. Ateşli silah yaralanması. Bayrampaşa.
16. Murat Özdemir. Bursa.
17. Mustafa Yılmaz. Ateşli silah yaralanması. Bayrampaşa.
18. Nilüfer Alcan. Yüzü ve elleri 1. derecede yanık, duman zehirlenmesi. Bayrampaşa.
19. Özlem Ercan. Yanma sonucu ölüm. Bayrampaşa.
20. Seyhan Doğan. Yanma sonucu ölüm. Bayrampaşa.
21. Sultan Sarı. Çanakkale.
22. Şefinur Tezgel. Yanma sonucu ölüm. Bayrampaşa
23. Ünsal Gedik. Kafasında ekimoz var. Karbonmonoksit zehirlenmesi olabilir. Ümraniye.
24. Yasemin Cancı. Uşak.
25. Yazgülü Güder Öztürk. Yanma sonucu ölüm. Bayrampaşa.
26. Halil Önder. Ceyhan.
27. Hasan Güngörmez. Ölüm Oruçcusu. Sincan.
28. Rıza Poyraz. Ateşli silah yaralanması, künt kafa travması. Ümraniye.
29. Kimliği Belirsiz. Ateşli silah yaralanması ve yüzeysel yanıklar sonucu tanınmaz durumda. Ümraniye.
30. Kimliği Belirsiz. Ateşli silah yaralanması ve yüzeysel yanıklar sonucu tanınmaz durumda. Ümraniye.

‘Hayata Dönüş’ün ne anlama geldiğini yukarıda listede öğrenmiş bulunmaktayız. 2008 yılında cezaevi kapatılmıştır. Bugünlerde iftar sofralarının kurulduğu bir alan olmuştur.

Bayrampaşa cezaevi dışında bir döneme damgasını vuran cezaevleri de vardır. O cezaevleri bir çoğu kapatılmış durumdadır. O kapatılan cezaevleri içinde yakın tarihimiz için önemli bir yer tutan Ankara Merkez Kapalı Ceza Evidir. (Ulucanlar cezaevi) O cezaevinde, Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilmişti. Erdal Eren 13 Aralık 1980, ilk idam edilen devrimci Necdet Adalı 7 Ekim 1980, 25 Ekim 1980′de Serdar Soyergin idam edildi.1982 yılında açılan bir dava sonucu kapatılmıştır.

İdamlar, işkenceler ve acının adı konulmamış halleri oralarda yaşandı. Kapandılar ama acılar yaşanmaya devam ediyor. O acıların unutulmaması için, kapananlar ve kapanacak olacak Diyarbakır, Mamak ve Metris cezaevleri de müzeye dönüştürülmeli ve orada yaşanan acılar, işkenceler ve de ölümler tarihin dehlizlerinde unutulmaya bırakılmadan, canlı olarak gelecek kuşaklara anlatılmalıdır.

Nasıl anlatılacağı konusuna gelince, dünyada buna uygun bir çok müze vardır. En çarpıcılarından biri, Berlin şehrindeki Yahudi Müzesidir. Orada yapılan uygulamalar göz önüne alınmalıdır. Bu adını andığım ve anmadığım acıların yaşandığı yerler müzeye dönüştürülmelidir.

Acıların yaşandığı yerler ne lokanta, ne iftar açma yeri ne de eğlence mekanlarıdır. Oralar yüzleşme yerleri olarak yeniden kurgulanmalı ve acıları çekenler ve acıları yaşatanların sergilendiği alanlar olmalıdır.

Geçmiş, geçmişte kalmamalıdır, eğer gelecekte aynı şekilde acılar yaşanmasını istemiyorsak!