31 Ağustos 2009 Pazartesi

Patron ve müdürleri…

Patron ve müdürleri…

Ekonomik kriz ülkeyi kucakladığı gibi firmaları da kucaklamaktaydı. Bu uzaktan bakan için doğal bir sonuçtu. Gerçi firma krize, global krizden önce girmişti ama uzatmaları oynuyordu. Kriz kapıyı öyle böyle değil, kuvvetli bir şekilde çalmıştı. Hatta kapıyı kırıp içeriye girmişti.

Kapı kırılmıştı. Kriz, firma içinde güvensizlik rüzgarları estiriyordu. Bu rüzgarın etkisi ile koltuğunu kaybetmek istemeyenler, fabrika sahibi patronun çevresinde daha çok kenetlenmişlerdi. Gemi su alıyordu ama herkes kaptanın çevresindeydi, ondan gelecek emri bekliyorlardı. Yapılması gereken belliydi ama güvensizlik ortamında kimse cesaret edemiyordu, çünkü gemiden ilk uzaklaşan olmak istemiyorlardı.

İlk uzaklaşmak istemeyenler, eskisinden daha çok patronlarının özel yaşamına duyarlı olmuşlardı, patronun dediğini iki yapmıyorlardı. Bu krizde sorumluluk almak istemiyorlardı, o yüzden patronu memnun etmek için her yolu deniyorlardı. Emeğinin hakkını isteyen işçiye kapıyı rahatlıkla gösteriyorlardı, onlardan patronun lehine özveri göstermeleri isteniyordu. İşçiler, patronları için çalışan profesyoneller değiller miydi? Eğer patron giderse, işte giderdi! O yüzden, işçilere, işlerine sahip çıkmak için, iş yerlerine sahip çıkmaları isteniyordu. Patron ise alışkanlıklarını terk etmemiş, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyordu. Gazetelerin magazin sayfalarında, bilmem kimin partisinde, kim ile nasıl kıyafetler içinde katıldıklarını yazan haberler, fotoğraflara rastlanıyordu. Kriz ortamı patronu daha çok gündeme taşımış, sanki kriz yokmuş gibi eğlenceden geri durmuyordu. İmaj önemliydi. Gazetelerde boy göstermesi, krizin üstünü örtüyordu!

Üstü örtülen patronun kasasındaki açık değildi elbette, onu herkes biliyordu, bilmeyen sadece magazin basınıydı. O basınında patronları, patronun dernekten veya kulüpten arkadaşlarıydı. Patronlar arası dayanışma bugünler içindi. Haberler ile verilen imaj sayesinde, borsadaki kağıtların değeri düşmesi önleniyordu. Ulusal dayanışma buydu! Ulus devleti ulusal sermayesini kolay yaratmamıştı ve bu yaratılan sermeye ise, yaratım sürecindeki suça ortaktı. Eğer ortada suç varsa, suça katılanlar bir birini korumak zorundaydı. Orient Express trenindeki cinayet gibi bir durum söz konusuydu!

Bir trendeydi patronlar ve o trendeki lokomotifin arkasındaki vagonlar bir birinden ayrılmaması gerekliydi. O yüzden kurulmuştu dernekler! O kurulan derneğin kurucularından olunca, daha bir itina gösterilmesi gerekliydi. Global sermaye karşısında, ‘ulusal direnç’ sembolü gibiydi, fakat içten içe dernek üyeleri global dünya ile entegre olmuşlardı.

Global dünyanın yeni düzeni acımasızdı, geleneksel sermaye birikimi bir anda yok oluyordu. Alışkanlıklar ve yaşam tarzı değişiyordu. Değişim hızlıydı ve bu hızlı değişim karşısında yapılmasını yapıyorlardı. İçe kapanıp, sımsıkı sarılıyorlardı. Patron etrafında bulunan müdürler, patronun bütün ihtiyaçlarını karşılamak için seferber oluyorlardı. Patron en son gemiyi terk edecekti, o yüzden onun ile aynı ortamda kalmak önemliydi. Özveriyi hepsi yapıyordu! En pahalı Fransız şarabı yerine, Alman şarabı içiyorlardı akşam yemeklerinde. Sevgilileri ile yaşadıkları yazlıklarına daha fazla gitmiyorlardı. Lüks araçlarına binmeye ve şoförleri ile seyahat etmeye devam ediyorlardı. İşyerindeki işçiler işten kovulmamak için nefeslerini kesmişlerdi, seslerini en düşük seviyeden çıkarmaya özen gösteriyorlardı. Sendikalar ise, patronun yılsonu bütçesine uygun istemler ile ortaya çıkıyor ve üye işçisini ikna etmeye çalışıyordu. Eğer bugün zam isterlerse, iş yerleri olmazdı, o yüzden özveriye devam edilmesi söyleniyordu. Geçmişte kazanılan hakların yok olması artık önemli değildi, ekmek aslanın midesindeydi. O halde her şeye rağmen özveri!

Özveri düzeyi o kadar çeşitlenmişti ki, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kriz ülkeyi sarmıştı. Fabrikalar arka arkaya ya kapanıyor ya da süreli ücretsiz tatiller ilan ediliyordu. Fabrikalar ürün fazlalığı ile doluydu. Piyasa kötüydü! Durmuştu her şey! Yaşam devam ediyordu!

Yaşam devam ediyordu, fakat yaşam patron ve onun çevresinde duran müdürler için devam ediyordu. Diğerleri ise, akşam ekmeğini eve götürüp götürmeyecekleri garantisi olmadan belirsizlik içinde yaşıyorlardı.

Belirsizlik, dayanışmayı ortadan kaldırmıştı. Yarın ne olacağını bilmeden her gün son gün gibi yaşamak ve çalışmak! Şükür ediyorlardı. Her şeyi bilene doğru ellerini kaldırmışlardı, kaderlerini iyi çizilmesini istiyorlardı. Kader ise, önceden çizildiğinden dönüşü olmayan bir çizgi değildi, ne kadar içten iletirsen isteğini, çizgin değişebilirdi! Kriz, yalnızlaşmayı artırmıştı. Yalnızlık ise, belirsizliği ve kaderciliği besliyordu. Şans oyunları oynanan yerlerin önünde kuyruklar oluşuyordu. Umut rakamlardaydı ve belki o rakamlar elindeki küçük kağıdın üzerindeki rakama uyabilirdi. Şans oyunlarının ikramiyesi gün geçtikçe artıyordu, oynayan sayısına bağlı olarak.

Şans kapıyı bir kere çalardı, o şansını kaybetmemek için sessizce kaderlerine razı olması gerekliydi. Kader belirleyiciydi ve kaderini değiştirmek için yan yana dahi gelinmiyordu. Geçmişte haklar için mücadele edenlerin tarihi hiç yaşanmamış gibi duruyordu. Geçmiş yoktu! Kriz, geçmişi değil, yarını düşünmek demekti!

Patron ise işçilerin beklentisi dışında bir yaşam içindeydi. Bekardı. Eşinden boşanmıştı. Dinine bağlıydı. Zina etmemek için evlenmesi gerekliydi. Zina yapmamak ve karısını aldatmamak için karısından yüksek nafakalar ile boşanıyordu. O karısını aldatmıyordu ama her yeni karısı bir önekinden genç ve güzeldi. Müdürleri ona işe yeni başlamış güzel çalışanları gösteriyordu. İşe yeni alınan kadının güzel olduğuna inanıldığında ve patronun zevkine uygun olduğuna kanaat getirildiğinde, hemen patrona haber gönderilirdi ve patron ile tanışabilmesi için, o güzel kadına bir müdürlük kariyeri verilirdi. Çünkü müdürler patron ile direkt konuşabilirdi. Bir genç kız müdür olmuşsa eğer, o patron için düşünülen eşti! Bunu belirleyenlerde diğer müdürlerdi! Patronun eşini ayarlayan müdürler ise, patronun gözdesi olmaya devam edeceklerdi elbette! Her şey patronlar için düşünülmüştü, yeter ki o rahat etsin!

Patron, bir gün işyerine davet edilir, genç ve güzel müdürün katılacağı bir toplantı ayarlanırdı. İnancı yüksek olan patron, kızı beğenir ise, hemen müdür ile bir özel görüşme ayarlanırdı. Müdüre ne iş yaptığı sorulmazdı, eğer isterse izdivaç yapmaya hazır olduğunu patron tarafından belirtilirdi. (Eğitimin burada pek önemi yoktur, elindeki diplomaya değil, güzelliğine bakılır.) Bu izdivaç sözünü, patron mu direkt söyler, müdür mü? Onu o anlık ortam belirlerdi. Çağa, sisteme uygun patron gözlerden uzak bir otelde düğün yapar! Tesadüf sonucu bir muhabir bu düğünü fotoğraflar ve magazin medyasına haber olarak düşer! Öyle böyle değil, bomba gibi düşer!

Haber düşerde borsada kağıtlar düşmez mi? Patronun elinden firma bir kuş gibi kayar ve gider! Elinde yeni hanımının eli vardır. Genç ve diri el, buruşmuş elini okşar! Gözleri genç gibi parıldayarak bakar ama artık eskisi gibi genç değildir. Genç olduğunu ve imandan aldığı kuvvetini, davet edildiği ekranlardan anlatır ama artık ne müdürler vardır etrafında, ne de firması. Kriz onu da sürüklemiştir. İşçiler ise, yeni patronlarına karşı özveri içinde çalışmaya devam ederler, müdürlerin durumları medyaya yansımaz, belki bir bölümü emekliliğini istemiştir, bir bölümü yeni patronun etrafında konumunu almış olabilir. Her şey bir hikayedir, yaşam dediğin nedir ki, birilerin özverileri üzerine yaşamak değil midir!?! Gerçekten öyle midir? Tarihi hiç yaşanmamış gibi mi yaşamak gerek?

Hiç yorum yok: