19 Haziran 2010 Cumartesi

Karne!

Karne!

Okullar tatile girdi, her uzun tatil öncesi çocuklara karne verilir, tatil öncesi neler yaptığını değerlendirir. Karne, bir yarışın sonuç bildirisi gibidir. Çocuğun başarısı kontrol edilir, daha doğrusu öğretmenleri tarafından ders saatleri içinde çocuğun derse konsantrasyonu ve anlaması ölçülür! Bize söylenenler bunlardır, o yüzden biz de doğru kabul ederiz, sorgulamayız, neden çocuklara her tatil öncesi karne verilir?

Karne aslında başka şeyi ölçer, bir sistemin başarısı bu karnede gizlidir. Gizli olan gözümüzün önündedir ama bizler o gizli yanı bilinç altımıza işlenmiş olduğu için doğruyu göremeyiz. Çünkü doğrular rahatsız edicidir ve rahatsız eden konular üzerinde konuşmayız, zamana yayarız!

Karneler, çocukların başarısını göstermez, çünkü karne çocuğa değil, eğitimciye verilir. Eğer bir sınıfta başarı oranı çan eğrisinin altındaysa o öğretmen hakkında soruşturma açılır, o yüzden öğretmenler kendilerince küçük hilelere başvururlar. İlk ve lise eğitimi içinde öğretilenler yaşam ve bilim ile alakası genelde yoktur, çünkü o eğitim temel eğitimdir ve temel nasıl atılırsa toplumda o şekilde biçimlendirilir. Toplumun temeli ise tarih bilinci ve dünyaya bakış açısı ile ilgilidir. Çocuklara işte bu bakış açısı tek doğru gibi verilir ve karşılaştırmalı dünya bakış açısı yok sayılır.

Çocuklar, bizim çocuklarımız. Okula gönderilmeden önce, nasıl neşeli ve canlıdırlar. Anlattıkları kendi masalları vardır, her masalda başka bir dünyaya yolculuk edersiniz. Konuşmaları çok sevimlidir, bizim düşünmediklerimizi söylerler ve bizi şaşırtırlar. Onlar dünyanın saf güzelliğidir, onlar bizim çocuklarımızdır. Sevimlidirler ve alabildiğince gülerler. Yapmacıksız gülmek sadece çocukluk çağında olur!

Çocuklar, bizim çocuklarımızı okula gönderdikten sonra ağır ağır bu neşeleri yok olur, evde kalmak için her türlü oyunu oynayan, yatağın o sıcaklığı içinde ana kucağında kalmak isteyen çocuklar, bizim çocuklarımızdır. Onlar kendilerince direnirler, masallarını kaybetmek istemezler, gülmeleri ağıta dönüşmemiş, somurtkan yüzleri henüz yüzlerine oturmamıştır. Okul yılları ilerledikçe, farkına varmadığımız değişiklikleri yaşarız ama farkına varamayız, çünkü zamana yayılan eğitim, çocuklarımızı ağır ağır elimizden alır ve toplumun bir parçası, dişilisi yapar.

Çocukları okula göndermeyin, çünkü onları aptal yapıyorlar!

Çocuklarımızı okula gönderiyoruz gönüllü olarak ya da zorunlu olarak. Bu ülke topraklarında tek tip eğitim vardır, özel okulların bazılarında değişiklik yapılmış olmasına rağmen temel bakış açısından sapma yoktur. Tek tip eğitimden geçen çocuklar, bir atom bombasından kurtulan insanlar gibidir. Tek doğru, tek bakış açısı, tek dil, tek din, tek devlet ve dünyanın merkezinde olduğuna inanan şizofrenik çocuklar ve toplum!

Çocukları okula gönderdiğimizde ve elimize aldığımız karneye bakarak çocuklara ödüller alıyoruz, seviniyoruz, cezalandırıyoruz, üzülüyoruz. Bilmeden bizler Pavlov oluyoruz! Çocuklarımızı ne hale koymuş oluyoruz, hiç düşündük mü?

Karne sevinci, karne sevinci sonrası çıkılan tatiller ve çocuklarımızın neşesinin yok olduğu, şıklar arasında yaşamaya mahkum ettiğimiz çocuklar, sınavdan sınava koşan, sınav kapısında bekleyen bizler, ömrümüzden kaç yılın gittiğini dahi hesaplayamayan bizler, kimin ve hangi sistemin birer aracı olduğumuzu ve bu araç duygusu içinde nelere hizmet ettiğimiz bile düşünemeyecek konumda olan bizler, çocuklarımızı okula göndererek aptal ettiğimizin dahi farkında değiliz. Çünkü bize sunulan tek kapı bu! Bu kapıyı zorlamak ve bu kapıyı olabildiğince açıp, çocuklarımızın geleceği için mücadele eden bizler, çocuğumuzun okul harçlığını ve dershane ücretini ödeyebilmek için birden fazla işte çalışan bizler, nasıl bir yaşamın içinde ve kim için çalıştığımızın dahi farkına varamıyoruz. Çocuklarımızın hayal dünyalarını okula göndererek yok ettik, o yüzden bizim çocuklarımız hazır oyuncaklar ile oynayan ve dört duvar içinde hapsettiğimiz çocuklarımız, yan yana geldiğinde arkadaşı ile konuşamayan ama telefon ile saatlerce konuşan çocuklar yarattık! Bu süreçten bizler sorumluyuz, çünkü çocuklarımızı okula gönderdik ve onların geleceğini yok ettik!

Çocuklarımıza verdiğimiz karneler, çocuklarımızın başarısını değil, devletin, sistemin başarısını ölçen değerlendirme kağıtlardır. Çocuklarımız ne kadar çok takdir alıyorsa, o kadar çok devletimiz seviniyor, bizler ise devletin bu yok etme sürecine gönüllü katılıyoruz. Okulların başarı oranını ölçen uluslar arası değerlendirme kuruluşları vardır, o kuruluşlar ülkelere notlar verir, bu notlara göre eğitimin yönü ve yöntemi belirlenir. Bu belirlemede çocukların başarı yoktur, verilen karnelerde eğitmenlerin başarısı ölçülür, çünkü sistem ihtiyaç duyduğu emeği bu karnelere bakarak belirler, o emeğe uygun kişi yetiştirir.

Çocuklarımız okula gönderiyoruz, karneler zamanı ise sevinç ve hüznü beklide iç içe yaşıyoruz. Karnelerin çocuklar üzerine etkilerini anlatan psikologlar bu anlarda ekranlara çıkar öğütlerde verir. Her şey çocuklarımızın daha iyi bir birey olması içindir!

18 Haziran 2010 Cuma

Barış hemen şimdi!


Barış hemen şimdi!

Barış hemen şimdi, kaç defa söyledik bu sloganı, kaç defa meydanlarda haykırdık? Barış hemen şimdi, usanmadan, barış gelene kadar haykırmaya devam edeceğiz!

Barış için her şey yapıldı mı? Hükümet açılımlar yapıyordu, sonra açılımdan vazgeçip savaş çığlıkları attı. Savaş çığlıkları ülke sınırlarını aştı... Savaş ile beslenen bir yapıda barış olur mu?

Olup olmayacağını bilmiyorum ama savaş varsa ve taraflar varsa eğer, o zaman taraflar bir an önce oturup bu kan denizine akan kanalları kurtsun ki, deniz daha fazla aşıp ve büyümesin... Deniz bu kanallar tarafından doldurmaya devam ederse eğer, okyanus olacaktır. Bu durumda kim barış isteyebilir ki?

Kendi becerisizliklerini, başkaların canları ile yok etmeye çalışanların olduğu bir düzlemde, barışı savunmak yürek işidir. O yüreği taşıyanlarda bugün yargılanıyorlar! O olaya tarih içinde tanık ol!

Kan ile barış kurulmaz! Kan ile düzen bir süre devam eder ama yok eder kendisini, çünkü döktüğü kanda bir gün mutlaka boğulacaklardır. Halk arasında kan tutması sözü vardır ki, o olayı yaşayan bir daha canlı görülmemiştir.

Savaş ile devleti ayakta tutmaya çalışanlar, yine savaş ile yok olmuştur. Bugün hangi devlet sonsuza kadar yaşamıştır ki? Mutlaka devletler bir gün yok olacaktır, çünkü sonsuza kadar yaşayan henüz bir devlet yoktur, tarih bize bunu ders olarak verir sürekli. Devletlerin yok olması bayrakları da yok edecektir. Bugün uğruna savaşılan şeyler bir gün anlamsızlaşacaktır. Bugün için anlamlar yüklediğimiz bir çok değer, zaman aşımı ile birlikte anlamsızlaşacaktır. Büyük İskender’in devleti yoktur. Hiç yıkılmayacak olarak görülen Roma devleti yoktur. Bu topraklar üzerine oluşan imparatorluklar devletler yoktur. O devletler içinde, bugün savaşan ve ölenlerde yoktur. Onlardan geriye kalanlar barış zamanında yaratılan sanat eserleridir. Bir de savaşların yaratmış olduğu yıkıntılar.

Gelecek kuşaklara yıkıntılar mı bırakmak istiyoruz, yoksa sanat eserleri mi? Bir arada yaşayan ve birbirinin zenginliğine zenginlik katan kaynaşmanın yaratmış olduğu sanat ürünlerini mi gelecek kuşağa bırakacağız, yoksa koskoca bir kan deniz mi? Bombalanmış kasabalar, köyler ve şehirler mi, radyasyon yayan ölüm çukurlar mı bırakacağız gelecek kuşağa?

Bugün savaş ile barış arasındaki ince çizgide devam eden bir süreci yaşamaktayız. Barış isteyenler geleceği kucaklayanlar olacaktır. Savaş ise, bugünü ve yarını yok eden bir süreçtir ve savaş isteyenler, savaşanlar; gelecekte hiçbir şekilde iyi olarak anılmayacaktır, çünkü savaşın kahramanları bugün nasıl iyi anılıyorsa, gelecekte o şekilde anılacaklardır.

Barış için bugün tanık olun, barış için gelenler yargılanıyor. Sadece tanık olmayın, barış isteyin, gelecek için, geleceğimiz için… Artık yeter kan ile bu toprakların sulanması, sevgi ile sulayalım bu ülkenin topraklarını…

Hırsız, hırsızın evini soyar mı?

Hırsız, hırsızın evini soyar mı?

Hırsız, kontrol dışı hareket eden ve haksız kazanç sağlayan kişidir. Kısaca kara para ile hayatını düzenlemeye çalışan kişi olarak da tanımlayabiliriz. Kara para, adı üzerinde kontrol dışında olandır. Teorik olarak bunları ilk çırpıda söylememize rağmen, pratik yaşam bu söylediklerimizin hepsini doğrulamıyor. Çünkü tanımların dışında olan durumlarda, yaşamın içinde kendisine yer bulmaktadır. Sözlerin, tanımların ve kuralların dışına düşünce, (yasada olmayan kural) suç oluşturmayacağına göre, o karanlık bölgede dolaşanlara ne denmelidir?

Yaşam; bir anlamda dokunulmazlıkların olduğu karanlık noktalardan oluşur. Her şey aydınlıkta ve gözle görülüyor olmasına rağmen, öyle noktalar vardır ki, o noktaları her gözün görmesi, her kulağın duyması o noktaları ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü karmaşıklaşan ilişkiler içinde karanlık noktaların oluşması kadar doğal bir süreç yoktur. Doğal olmayan bu karanlık noktaları insan beyninin yaratmış olduğu alanlardır. İnsan beyni öyle şeyler yaratır ki, hiç olmayan ve olmaması gereken sonuçlar varmış gibi algılanır. Yani anlamlar yüklenilir. Yüklenilen anlamlara hayat verilir ve varmış gibi davranılır. O kadar büyük boyutlara ulaşılır ki, toplumsal dönüşüm ve hareket bu varmış gibi ama olmayan şeylerin sınırları içinde insan davranışı zorlanılır. Görünmeyen duvarlar içinde yaşayan tek canlı belki de insandır, bir de insana yakın canlılardır. Çünkü insan kendisini yok ederken, başka canlıları da kendi karanlık noktalara taşıyabilir.

Hırsızlık işte bu karanlık noktalarda olandır. En az emek sarf ederek, var olan birikimleri kendi çıkarları için kullanmaktır. Hırsız, sadece amacına ulaşana kadar emek sarf eder, elde ettiği malı, değeri satarken yani elden çıkarırken sarf ettiği enerji dışında pek enerji sarf etmez. Günümüzün ‘verimlilik’ esasları içinde ‘en uygun’ pozisyonu korur. Hırsızlığı çok iyi ve verimli kullananlar ise, var olan yasal ilişkiler içinde en üst noktaya kadar gelebilir, çünkü en az enerji ile en çok verimli elde edenler haksız kazanç elde etmişlerdir ve bu haksız durum ise, kendisi gibi yaşamayanlar karşısında üstünlük sağlamıştır. Hırsızlık, bir anlamda rakipleri karşısında üstün olarak hareket etmek anlamını da içinde taşır. Genelde hırsızların isimleri tarih içinde pek kayda girmez, birkaç ünlü ve herkes tarafında takdir edilen hırsızlar dışında.

Tanımızı, yukarıdaki söylemler düzeyine doğru dönderdiğimizde, karşımıza çok farklı sonuçlar çıktığını belki hissetmişsinizdir. Bugün üniversitelerimizde profesör, doktor, gibi unvanı kullananların, bu unvanı almak için katlettikleri yol dikkatlice izlenirse, nasıl bir sonuca ulaşırız? Çünkü bizdeki kadar profesör olup da, bilim dünyasına katkı sunamamış bilim adamların yoğunluğu neyi anlatır? (içinden bir iki istisna durumun olması genel kaideyi bozmaz) Eğer eğitimin temelinde, bu ‘verimli’ durumu iyi kullananlardan oluşmuşsa, toplumun temel yapısının, yani hamurunun nasıl bir süreçten geçtiğini sorgulamanın da anlamı var mıdır, bilemiyorum!

Bizim gibi devletlerde, siyaset ve siyasi yaşam para üzerine kuruludur. Bir politikacı eğer parlamentoya girmek için seçim yarışına giriyorsa ve bu seçim yarışını belirleyen şey propaganda ve onun için kullanılan araçlardan oluşuyorsa, elbette yarışa bir adım önde başlayan daha avantajlıdır. Yani parası olan rakiplerine göre avantajlıdır, çünkü insanların gözleri önünde karanlık noktaları oluşturabilecek, her şeyi hazırlayabilecek kara paranın olması gereklidir. O yüzden parlamenterlerin dokunulmazlık zırhı içinde olmaları kadar doğal bir şey yoktur, eğer her şey saydam ve görünür olmuş olsaydı, onların o mevkiye nasıl ulaştıkları sorgulanması gerekliydi. Yasalarda suç olarak gözükmeyen hırsızlıklar, suç değildir! Çünkü karar verecek mekanizmaya suç tanımı yapılmamıştır. Tanımı yapılmayan suç, suç değildir. Yasların boşluğundan yararlanarak kariyerine kariyer, kasasına daha çok para aktaranlar aslında bu sistem altında ne suçludur ne de hırsız, çünkü tanımlanmış bir şey yoktur.

Seçim öncesi mal varlığı ortada olan bir parlamenterin, iktidar olduktan sonraki mal varlığı arasındaki uçurumun açıklaması ‘hediye’ olarak geçer. Hediyelerde haksız kazancı sembolize etmez, mevkiyi kullanarak yaptığı hiçbir şey, hiçbir suç kategoriye girmez. Çünkü bu nokta yaratılmış karanlık noktadır ve karanlık nokta haksız kazanç oluştururken, toplum önünde de suçsuzluğunu kanıtlamış demektir. Karanlık noktalar içinde yapılan her hareket gözlerimizin önünde olmaktadır, kulaklarımız ile duymaktayız ama öyle bir tanım yapmışsızdır ki, suç konumuna dahi getiremeyiz. Bu karanlık noktalarda hareket etme özgürlüğüne ulaşmış olanlar ise, diğerlerine göre daha avantajlı olacağından, erk sahibi olma özelliklerini hep koruyacaklardır. Erk sahibi ise, neyi suç, neyi meşru olduğuna karar verebilendir.

Hırsız, hırsızın evini soyamayacağı içinde bu karanlık noktalar hep varlığını koruyacaktır ve gün geçtikçe de büyüyecektir. Çünkü karanlık noktalar; sistemin devamı için önemlidir. Bugün yaşadığımız sistem bu karanlık noktalardan beslenmekte ve kendisini dönüştürmektedir. Haksız kazanç ve kara para ile hareket eden sistemler içinde ise, adalet ve dürüstlük sadece kağıt üzerine kalmaya mahkum tanımlardır.

17 Haziran 2010 Perşembe

Raf ömrü, kitabın ömrü mü?

Raf ömrü, kitabın ömrü mü?

Kitap kokusu vardı eskiden, kitap kokan dükkanların olduğu gibi. Kitap; mürekkep kokardı, kağıt kokardı. Elinize aldığınızda sizi sayfaların içine davet eden görünmeyen ses vardı. Bir gizem içinde kitaplar, rafların içinden size göz kırparlardı. Rafların üzerine tüneyen tozlar, pencereden içeriye doğru sızlan ışık altında dans ettiklerine şahit olurdunuz, çünkü kitaplar, o tozlar için konçerto çalıyordu!

Kitap; sayfalardan oluşur, sayfalar kağıttan. Kağıdın üzerindeki mürekkep ise nasıl oraya damladığı ile ilintilidir. Kitapların ciltleri eskiden ebru ile kaplanırdı, şimdilerde ebru sanat oldu!

Kitap, insanlığın birikimini ileri kuşaklara aktarma aracıdır, o yüzden kitap ulusların birikimini temsil eder. Bir ulus kendi dilinde ne kadar çok kitap basmış ise o kadar ileri olduğu kabul edilmiştir, fakat son teknoloji devrimi ile bu görüşte suya düşmüş görünüyor.

Kitap, eskiden bir ağırlığı olurdu, aydınların evlerinin duvarı kitaplar ile kaplıydı, şimdilerde ise duvar kağıdı kitabın yerini aldı.

Kitapları genel anlamda, sayfaların bir cilt içinde toplanan kağıt topluluğu olarak tanımlayabiliriz. Çünkü bir çok insan, bu ciltler ile kütüphanesini ve kendisinin ne kadar aydın ve birikimini ileri kuşaklara bırakacak kadar zengin olduğunu göstermek amacı ile kullanmıştır, içeriğine pek önem vermeden. Biz zamanlar ansiklopediler dolduruyordu kütüphaneleri, şimdi o görüntüler eski fotoğraflarda kaldı. Evinde kitabı olana okumuş, aydın diye bakılırdı bir zamanlar, şimdi evinde kitap olanın kütüphanesine bakan yok, hangi teknolojiyi ve aracı kullandığına bakılıyor daha çok. Kitaptan önce son çıkan laptop yani diz üstü bilgisayara bakılıyor!

Kitaba anlam veren ise içeriğidir, fakat son dönemlerde kitapların içeriği o kadar önemi kalmamıştır. Kitap, yapılan promosyonun etkisine göre tüketilen metaya dönüşmüştür. Domatesin, biberin satıldığı tezgahlara komşu tezgahlarda kitap satılır oldu. Kitabın kokusunu doldurduğu dükkanların yerini, satın alma hırsı olan dükkanların ışıklı dünyası aldı. Yayınevi, kitabını süpermarkette sattırabilmek için dağıtım firmaları ile pazarlığa girmiştir. O pazarlık sonucunda, kitabını alış veriş merkezlerinin içinde yer alan süpermarketlerde kendisine ait bir yer buldurmuştur. Süpermarketlerin raflarının bir ömrü vardır, o ömür tüketim aracının ne kadar süre ile rafta kalacağı ile ilgilidir. Tüketici o ömür içinde o malı alır ve kullanır, aksi halde zehirlenme durumu ile karşı karşıya kalabilir. Doğal olarak o raflarda sergilenen kitaplarında bir ömrü vardır, o ömür raf ömrüdür. Günümüzde raf ömrü demek, tüketimin olduğu zaman dilimini temsil eder. Zamanın hızlı aktığı bu zaman diliminde, rafların içinde yer işgal etmekte bir maliyet anlamına gelmektedir. Bu maliyet verimlilik anlayışına uygun olarak raftaki yerini yeni kitaba bırakmak zorundadır. Aksi halde, rafların sahibi karından zarar etme anlamına gelir ki, satmayan kitabın o raflarda işi olamaz, çünkü verimli değildir. Kitabın verimliği satışı ile ilgilidir, içeriği önemli değildir. Çok satan hangi tür kitap olduğunu görmek isterseniz, girin bir süpermarkete ve kitap reyonuna bakın, türlerine göre ayrılmış kitaplar, dergiler ve gazeteleri görebilirsiniz. Az satanların orada yeri yoktur.

Bestseller adı verilen kitaplar, rafların vazgeçilmezidir. Bu tip kitapların raf ömrü genelde üç ay ile sınırlıdır, çok şanslı olanlar altı ay kadar rafta kalır ve sonra geldikleri gürültünün tam tersi, ıssız bir şekilde ortadan kalkarlar. Bir dönem Bestseller olan bir kitabı daha sonra okumak isterseniz, onu bulmak için kitapevine veya süpermarkete gitmenize gerek yoktur, çünkü bulamazsınız, bulacağınız yer sahaflardır. Süpermarket raflarını kısa süre işgal eden ve çok satan kitapların ömrü arkasında yazmaz ama bir kısa dönem için uğruna sabah erken kalkılıp market önünde sıraya girilen kitaplar, gündemden düştüğü gün ellerden de düşer ve yenilerine bırakır kendisini. Bestseller demek; kısa sürede tüketilen demektir. Domatesin ömrü kadar belki ömrü vardır. O yüzden domateslere komşu rafta satılır!

Rafa bir ürün bıraktığınızda, o ürünün raf ömrü kapağında ya da yanında bir yerde yazar. O raf ömrü içinde tüketilmesi gereklidir. Kitapların üzerinde bir ömür yazmaz ama bir ömrü vardır. Popüler kitaplar, genelde raf ömrü olan kitaplardır. Bir bakmışsınız salgın gibi alınan bir kitap bir anda satışı biter ve gündemde herkesin konuştuğu kitap ortadan kalkabilir. Bir dönem korsanları bile çok satan kitapların raf ömrü dolduğunda, kimse bir daha o kitap hakkında konuşmaz, çünkü ömrü bitenin gideceği yer bellidir.

Her kitap doğal olarak bestseller olmaz, bazı kitaplar yıllarca değeri artar ve sürekli okunur. Yıllara vurduğunuzda çok satan kitaptan belki daha fazla basılmıştır ama kimse onun ne kadar basıldığına bakmaz, her kuşağın ve her dönemin okunan kitapları vardır ve onlar hep raflardaki yerini korur. Bu kitaplara örnek her kültürün kitabı vardır. Bizde de ona uygun “kült” kitaplar mevcuttur. Ahmed Arif’in bir kitabını kaç yayınevi bastı, ne kadar basıldığını kim bilir? Belki bir dönem en çok toplatılan kitaplar listesinde olduğu için polis bilebilir, ya da toplatma emrini veren hakimler, savcılar! Nazım Hikmet aynı konumdadır, hangi kitabı ne kadar basıldığını kim bilebilir? Oğuz Atay, Atilla İlhan, Orhan Veli, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin… adını bir çırpıda sayacağımız yazarlarımızdır ve bu yazarlarımızın bir çok kitabını süpermarket raflarında aramayın, çünkü oralarda bulunmaz!

Süpermarketlerde raf ömrü olan yazarlar ve kitapları bellidir, gerçekten kimdi bu yazalar ve kitapları? Anımsayan var mı?

Eskiden kitap kokan dükkanlar vardı, bugün kitap kokusu sadece sahaflarda kaldı. O kokuyu almışların müdavim olduğu yerler, gün geçtikçe yalnızlaşmaktadır, çünkü dijital ortam araştırmayı, kitap koklamayı ve kitaba dayalı kaynak araştırmadan uzaklaştırmaktadır. Okuyarak bilgi birikimi yapmak yerine, ‘kopyala ve yapıştır’ kullanılan bilgi birikimine gidilmiştir. Tüketimin verimlilik hesabına göre yapıldığı çağımızda, kitapta bir meta olarak yerini almıştır. Meta olarak ele alındığı günden sonra kitap kapakları önem kazanmıştır ve daha da renklenmiştir ve ilgi çeker konuma gelmiştir. Ambalajı kitabın içeriğinden önemli olmuştur, tıpkı diğer tüketim maddelerinde olduğu gibi. Kısa süreli kullanılan ve tüketilen maddeler içinde artık kitaplarda yerini almıştır. Bu kitaplar, raflardaki yerinden göz kırparken, içeriye sızan ışık altında bugün tozlar dans etmiyor.

Raf ömrü kitabın gerçekten ömrü müdür? Bazıları için evet demek zorunda kalıyoruz maalesef…