28 Ocak 2012 Cumartesi

Hayat Paylaşınca Güzel!

Hayat Paylaşınca Güzel!
Sanatçı sanatından sorumludur, toplumsal olaylar onun sanatının popüler olmasına bir neden değil sonuçtur, bu popüler durumu sanatçının çok iyi ürün verip vermemesi ile ilgili değildir, hatta bir çok popüler olan eser, belki sanatçının en kötü eseridir! Popüler olması ve popüler hale getirilmesi sistemin ihtiyaçları ile orantılıdır, sistem tercihi ondan taraf yapması o sanatçının popüler olmasının yolunu açar.
Fransa 25 Nisan tarihini bekleyemeden “Ermeni Soykırımını Ret Etmek Suçtur” diye bir kararı senatolarından geçirdiler, şimdi son aşamasına gelmiş durumda. Bu girişime karşı işin muhatabı konumunda olan Türkiye ise başka açıdan olaya karşı önlem almaktadır.
Yahudiler yüzyılın tek soykırımın kendilerine olduğu tezi ve birleşmiş milletlerde elde ettikleri ayrıcalığı yok etmemek için her türden soykırım tasarısına karşı bir direnç geliştirmektedir. Ne Afrika ülkelerinde soykırım olmuştur, ne de Asya’da; var olan Avrupa’da yaşanmış tek soykırımdır diye bakış açısını muhafaza etmekte ve savunmaktadır.
Soykırım gibi iddialı konular; siyasetin birer malzemesi konumundan ileriye gidememiştir, Afrika ülkelerinde uygulanmış soykırımları bile birer cinayet görme eğilimi daha baskındır.
Türkiye savunma olarak; Yahudilerin bu bakış açısına sığınmış durumdadır ve soykırım gibi konular açıldığında “ilk yardım simidi” olarak Yahudi lobisi ve İsrail devletinin karşı duruşu şemsiyesi altına sığınmaktadır. Bugüne kadar ileri sürülen tezlere karşı gerçek anlamda bir savunma çıkaramadığı gibi, daha büyük kuşkuların artmasına sebep olan arşivler; genele açılmaması meselesi ‘mesele’ olarak durmaya devam etmektedir.
Türkiye Osmanlı devletinin son döneminde iktidar olan bir ideolojinin suçunu üzerine almış durumdadır, çünkü Türkiye kuruluş itibarı ile Osmanlının mirasına ve bütün sevaplarına / günahlarına sahip çıkarak onun temelleri üzerine oturmaktadır. Çünkü Osmanlı’nın tüm borçlarını ödeyen yeni kurulmuş Cumhuriyettir, bugün dahi bir çok kurumun yüzlerce ifade edilen yaş kutlamaları yapılması bu mirasın gerçek sahipleri olduğumuzu göstermektedir. Osmanlı devletinin hükümetinin almış olduğu ve sonuçlarını yıkıcı olarak yaşadığımız kararlarında/ mirasının da sahibi ve tek muhatabı Türkiye’dir. Ondan dolayı bu soykırım gibi ülkelerin senatolarında kabul edilen ve edilmekte olan kararların sonuçlarının tek muhatabı da Türkiye’dir. Ondan dolayı bu suçlar, bu soykırım kara lekesini almamak için direnç göstermekteyiz. Ülke yönetimine hangi ideolojiden, hangi görüşten parti geçerse geçsin tavırları ortaktır, ortak tepki vermeye devam ederler. Yaklaşık otuz yıldır parlamentolardan soykırım tasarısı geçtikçe birbirine benzer tepkiler gösterilmesi tesadüfi değildir. Bugüne kadar “büyük” devletlerin parlamentosundan geçmeyen tasarı geçer konuma gelmiştir, ve bugüne kadar yapılan geleneksel Yahudi lobisine sığınma politikasının da sonunu getirmiştir. İsrail devleti ile yaşanan ve Araplara mesaj vermek amacıyla ortaya sürülen Mavi Marmara gemisi geri tepmiş ve bizi şimdi bu geleneksel politika ile vurmaktadır. Mavi Marmara olayı bilerek yaratılmış, bir taş ile birkaç sonuç elde etmeye çalışılırken 24 Nisan gözden kaçırılmıştır. Bugün o gün atılan adımların Orient dans ile nasıl düzeltilmek istediğine şahitlik ediyoruz, Yahudi inançlı birinin seçilmesi için dışişleri bakanlığının ricası göz ardı edilemez!
Ermeni soykırımı tasarıları son yıllarda daha da güncelleşmekte ve senatolarda tartışılır konuma gelmiştir. Kararlar genelde son dakikalarda Yahudi lobileri ve diğer lobilere verilen rüşvetler ile birlikte geri adım attırılmıştır. Bu rüşvetlerin de bir sona doğru yaklaşıldığı izlenimi Fransa’da yaşanan olay göstermektedir.
Eurovizyon şarkı yarışması ve sonuçları itibarı ile siyasi olayların etkisi ile birlikte bir anlamda küçük bir kamuoyu araştırması gibi işlevi görmektedir. Birbirine yakın ülkeler geleneksel olarak en yüksek oylar vererek birbirlerini desteklemektedir. Arada istisnai durumlar olmuş olmasına rağmen küçük bir kamuoyu araştırtması işlevini gösterdiğini oylama yöntemine bakarak anlayabiliriz.
Türkiye bu seneki seçimini dış ülkelerde gelişen siyasi olayların etkisi ile birlikte Yahudi inançlı ‘Türk’ vatandaşımızı bu yarışmaya dahil etti. Yahudi kökenli olması nedeniyle bir anlamda dışarıya karşı bir hoşgörü ülkesi havası verilmeye çalışılacaktır. Fakat tarihin bu kırılma noktasında ne tesadüftür ki, Hrant davası karara varılmış, Fransa senatosu karar vermiştir. Hoşgörü ilkesinde milli güvenlik dersi okullardan kalkmış olmasına rağmen, Avrupa Mahkemelerinin kararına rağmen din dersi zorunlu olmaya devam edilerek, “asimilasyon politikasının” eğitimin ilk ayağından itibaren devam ettiğini saklama ihtiyacı dahi duyulmamaktadır. Hoşgörü ülkesinde; asimilasyon ve nefret suçları ülkede olabildiğince ve hoyratça işlenmeye devam ediliyor. Nefret söylemleri ve kanunların yorumlanmasından ortaya çıkan kararlar bugün yaşamaya devam ediyor.
Eurovizyon için yapılan TRT tarafından seçim işte bu yaşanan olumsuz gelişmelerin üzerini örtmek ve hoşgörü yüzünü göstermek amacıyla kullanılmaktadır. Yarışmaya seçilen genç müzisyen ise bu işlerden habersiz, kendisine verilen görevi en iyi yapma telaşı içinde hazırlıklarına devam etmektedir. Gelişen olaylar sanatçının niyetleri ve hedeflerinden farklı olarak başka amaçlar için nasıl kullanılabileceğine güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu elbette sadece bu yaşanan müzik olayı ile sınırlı değildir, sanatın tüm alanları bir ülkenin propaganda aracı olarak kullanılmasına devam ediliyor. Sorunsuz, tam demokratik bir Türkiye imajı için reklam “maker’lerin” elinden çıkan senaryolar ve sergiler bugün dünyanın değişik yerlerinde hayata geçiriliyor ve propaganda yapılarak ülkemizin “smile” yüzü gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bir telefon firması propaganda olarak kullandığı sloganda ‘Hayat Paylaşınca Güzel!’ demektedir. Yaşanan olaylar bizi ve sanatı hayata başka açıdan paylaşmaya davet etmektedir.
İsmail Cem Özkan

27 Ocak 2012 Cuma

Sezuan’ın İyi İnsanı



Sezuan’ın İyi İnsanı
“Sezuan’ın İyi İnsanı”, (Der Gute Mensch Von Sezuan) Bertolt Brecht’in 27’nci denemesi. 1938 yılında Danimarka’da yazmaya başladığı bu oyunu 1940’ta İsveç’te bitirdi. Bütün Batı ülkelerinde ve ABD’de sahneye kondu. İlk kez 1943’te Zürih’te sahnelenen oyunu Leonard Steckel yönetti. Oyun, 1946’da Viyana’da oynandıktan sonra, Almanya’da ancak 1952’de Frankfurt Tiyatrosu’nda sahnelenebildi. Rejisini Harry Buckwitz’in yaptığı bu prodüksiyon için dekorları Teo Otto hazırladı, müziğini Paul Dessau yazdı. Yazar, Shen Te ve Shui Ta ikilemiyle, iyi insan ve kötü insan çizgileri çizen, kapitalist sisteme ve burjuvaziye sağlam göndermeler yapan bu oyununda, yabancılaştırma efektini en somut haliyle sergiler. Bu oyunda hem iyi olmak, hem de iyi yaşamak için çırpınıp duran Shen Te’nin sorgusuz sualsiz boyun eğilen kurallar ve yaygın bir yoksulluk karşısında çıkar yol bulma çabası dile getirilir. Shen Te’nin bulabildiği çözüm, iyi niyeti ile çelişmekte midir, yoksa başka çözüm bulunamaz mı? Bu soruya yanıt aranır. Kesin bir sonuca, son yargıya varılmaz. Brecht, seyirciye bırakır bunu. Araştırın, düşünün, tartışın, siz bulun bakalım der. Oyun sistemin iki ahlaklı, ikiyüzlü yapısını ibretle ortaya koyar.
Türkiye’de Sezuan’ın İyi İnsanı Bertolt Brecht’in epik tiyatro ekolünü en iyi yansıtan oyunlarından biri olarak kabul edilen bu oyunun ülkemiz tiyatrosu adına şanssız bir geçmişi var. Oyun, 1957’de Adalet Cimcoz’un tercümesiyle (şiir çevirileri Teo’ya aittir) yayımlanır yayımlanmaz yasaklanır. 1958 yılında Şehir Tiyatroları’nda Max Meinecke rejisiyle oynanacağı ilan edildiği halde, oynanmasından vazgeçilir. 1963 yılında yeniden Şehir Tiyatroları’nın repertuarına alınan oyun Beklan Algan’ın rejisiyle sahnelenmeye başlar. Oyunun müzikleri Mehmet Abut’a, dekor ve kostümleri David Pursley’e aittir. Zihni Rona (Wang), Ayla Algan (Shen Te ve Shui Ta), Ertuğrul Bilda (1.Tanrı), Mete Sezer (2.Tanrı), Kayhan Yıldızoğlu (3.Tanrı) baş rolleri paylaşırlar. Böylece Sezuan’ın İyi İnsanı ülkemizde bir profesyonel tiyatro tarafından oynanan ilk Brecht oyunu olur. Oyunla ilgili bazı gazetelerin kışkırtıcı yayınlar yapması üzerine, tiyatroya saldırılır ve oyun daha sonra yasaklanır. Oyun son olarak 1976 yılında ve Vasıf Öngören’in rejisiyle Birlik Sahnesi tarafından sahnelenir. Sezuan’ın İyi İnsanı geçen otuz yıllık süreçte, birçok üniversite topluluğu ve farklı amatör topluluklar tarafından defalarca oynanmıştır. Bakırköy Belediye Tiyatroları Ali Taygun yönetiminde 2005 yılında sahneye uyarlamıştır.
Devlet Tiyatrolarında sahneye konan “Sezuan’ın İyi İnsanı”nda iki baş rolde Shen Te’yi Zeynep Ekin Öner ve Yü Schan’i Reha Özcan oynuyor. İki sanatçı birbirine denk, yüksek düzeyde, büyük alkış alan bir oyunculuk sergiliyorlar. Epik tiyatronun özüne uygun oyunculuklarıyla; İlkay Akdağlı, Zeynep Erkekli, Zühtü Erkan, Hakan Güneri, Ahenk Demir, Seval Gökçe, Hanife Şahin, Cengiz Baykal, Mehlika Balkan, Hakan Şahin, Aylin Gürsoy, Yıldırım Gücük’ten oluşan kast Yücel Erten’in Şafak Eruyar’la birlikte gerçekleştirdiği dramaturgi ve rejiyi başarıyla sahneliyor. Oyunun dekor tasarımı Ethem Özbora, giysi tasarımı Nalan Alaylı, ışık tasarımı Yakup Çartık ve müziğiPaul Dessau imzasını taşıyor.
Oyunun yönetmeni Yücel Erten tanıtım broşüründe “ Brecht’in yıllarca emek verdiği ve deyim yerindeyse Marksist analii doruklaştırdığı bir oyun. Olağanüstü bir matematik ve incelikle kurmuş. Yaşamın ‘iyi’ ve ‘kötü’ arasındaki gelgitlerini tartışıyor. İnsanın ‘kapitalist sömürü düzeni’ ile ‘iyi olmayı buyuran tanrı yasaları’ arasındaki açmazlarını sergiliyor. … Düzene uyup acımasızlaşarak, sömürerek, haksızlık ederek ayakta kalınabileceğine dikkat çekiyor. Ancak bu yolla güç kazanıp, ‘sadaka’ olarak adlandırabileceğimiz, iyiliğin içini boşaltan iki yüzlü ve yalancı bir iyiliğe ulaşabileceğine vurgu yapıyor…” diye vurguluyor.
Brecht’e göre bu dünyada çaresiz ve güçsüz olan yalnızca insan değildir. Brecht’in dünyasında tanrılar bile çaresizdir. Oyunda bir değil, tam üç tanrı birden vardır, ama üçü de birbirinden şaşkındır! Yücel Erten’in yönetmenliğinde, tanrıların oyunun başında ilk sahne aldıklarında birinin kör, birinin topal, birinin sağır olarak temsil edilmiş olması bu karşıtlığı daha da iyi anlatmıştır.
Brecht, oyunda “iyi insan” olarak toplumun en dışlanmış, ötekileştirilmiş kesimlerinden birini, bir fahişeyi seçer. Burjuva ahlak anlayışının ve onun yarattığı düzenin insan yerine bile koymadığı, bedenini satmak zorunda kaldığı için hayatı zindan ettiği fahişeler, Brecht’in oyununda Şente’nin (Shen Te) şahsında bu dünyayı baş aşağı çevirir. Şente oyunun başında tanrılara bedenini sattığı için iyi insan olamayacağını anlatmaya çalışır, tanrılar bunu önemsemezler. Tarafsız bir gözle bakıldığında, bedenini satmayan var mıdır ki kapitalist dünyada? İnsanın parça parça, bir hiç uğruna ve dahası en pis işlerde kullanılması adına sattığı emeğinden daha mı değerlidir bedeni?
Tanrılar oyunun hemen başında Şente’yi iyi insan yapmak için buldukları tek çarenin ona para vermek olması da fevkalade manidardır. Böylece Brecht daha oyunun başında, kapitalist toplumun ahlakına iki darbe birden vurmuş olur: Kapitalizmde iyi olmak için para şarttır, iyiliğin kıstası paradır.
Kapitalizmde para, sermayeleşmiştir. Tanrıların verdiği para Şente’nin işine yarar yaramasına, artık fahişelik yapmak zorunda değildir, ama paranın gerçekten dönüştürücü etkisi ancak oyunun sonunda kapitalist sömürünün gerçekleşmesiyle olur. Şente’nin erkek kılığına girmiş hali olan “akrabası”, Sezuan’ın lümpenlerini proleterleştirir, para-sermaye tarafından tütün fabrikası için satın alınan birer işgücü haline getirir ve böylece Şente tütün kralı olur! Kısacası, soyut para değil, para-sermaye işbaşındadır!
Tanrıların hakim olduğu mahkemede Şente gerçek kimliği ortaya çıkar. Fakat bunu sadece tanrılar bilecektir, çünkü hakimlerin tanrı olduğunu anlamıştır.
Oyun iki bölüm olarak sahnelenmiştir. Oyun boyunca sahnenin arkasında sahne düzenine uygun olarak müzik çalanlar yer değiştirir, bir bütün olarak oyunun içinde kendilerini hissettirirler. Şente zaman zaman iç konuşmalarını müzik tınlaması ile seyirciye aktarılır, o an zaman durmuştur sahnede yaşayanlar için.
Müzik; klarnet, trompet ve piyanodan oluşan bir trio ile yorumlanmıştır. Sahne düzeni ve ışığın kullanımı bu uzun soluklu oyunun izleyiciyi kucaklaması ve içine almasını sağlamayı hedeflemiş olmasına rağmen, zaman zaman seyrederken biraz uzatılmış mı duygusunu içimizde oluşmasına engel olamamış. Oyunun gerçek uzunluğunun daha uzun olduğunu ve bu oyunda Yücel Erten’in ince eleyip, sık dokuyarak yeniden yorumlayarak zamanını düşürdüğünü ama bütünü bozmadığını broşürde yazısından öğrenmemize rağmen, içimde zaman zaman bu duygunun oluşmasına engel olamadım.
Oyun, bir bütün olarak başarılı ve izlenilmesi gereken bir oyun olarak düşünüyorum. Oyuna büyük katkı sunan Yücel Erten ve ekibinin başarısına siz de izleyici olarak katılmanızı öneriyorum.
İsmail Cem Özkan
SEZUAN'IN İYİ İNSANI
Yazan : BERTOLT BRECHT
Çeviren : ADALET CİMCOZ
Yöneten : YÜCEL ERTEN
DEKOR TASARIMI: ETHEM ÖZBORA
GİYSİ TASARIMI: NALAN ALAYLI
IŞIK TASARIMI: YAKUP ÇARTIK
MÜZİK DİREKTÖRÜ: ÇİĞDEM ERKEN
DRAMATURGİ: YÜCEL ERTEN - ŞAFAK ERUYAR
YÖNETMEN YARDIMCILARI: BURAK ŞENTÜRK-AYLİN GÜRSOY
ASİSTAN: ECE KARAAĞAÇ
OYUNCULAR
ZEYNEP EKİN ÖNER
REHA ÖZCAN
İLKAY AKDAĞLI
ZEYNEP ERKEKLİ
ZÜHTÜ ERKAN
UĞUR HAKAN GÜNERİ
AHENK DEMİR
SEVAL GÖKÇE
HANİFE ŞAHİN
CENGİZ BAYKAL
MEHLİKA BALKAN
HAKAN ŞAHİN
AYLİN GÜRSOY
YILDIRIM GÜCÜK
ORKESTRA
DEREN ERYILMAZ PÖĞÜN
UFUK ATAR
DERİN IRMAK

26 Ocak 2012 Perşembe

Rosenbergler Ölmemeli

Rosenbergler Ölmemeli

Kore savaşı yıllarında Amerika’da başka şeyler yaşanmaktadır. O dönemde Amerikan halkı üzerine devlet terörü saldırısı yapılmaktaydı ve bir kurban seçilmesi gerekliydi. Hiçbir kanıt olmamasına rağmen, Komünist Parti üyesi olmayan ama solcu olan bir Yahudi aile kurban olarak seçilmiş ve onların üzerinden topluma korku dalgasının en alt birimlere kadar yayılması için şartlar oluşturulmuş.
1950’li yıllarda Amerika’da yaşayanlar bir saldırı altındaydı, o saldırı da Mc Carthy ismi ile özdeşleşmişti. Özgür dünya güya kendisini korumak için saldırıyordu, saldırırken suç olmasına gerek yoktu, suç yaratılırdı. O suçun yaratılması içinde işkencenin her türlü yöntemi, iftira ve ekonomik yönden kişilerin zaafları kullanılacaktı. Kullanıldı da. Bu yöntem elbette Amerika’da başarılı olduktan sonra bütün özgür dünya müttefikleri ülkelerde uygulanacaktı. O uygulamadan ülkemiz ve ülkemizin aydınları, insanları nasiplerini almaya devam ediyor.
Rosenberler Ölmemeli Alain Decaux tarafından kaleme alınmış ve ülkemizde de daha önce sahneye uyarlanmıştı.* Yıllar sonra bu oyunun başka bir yorumu Şehir Tiyatroları sahnesine Orhan Aklaya tarafından uyarlanmış. Yaşadığımız döneme ait mesajları da içinde taşıyan oyun, şehir tiyatrolarının oyuncularının ve teknik elemanlarının büyük bir başarısı olarak hayat bulmuş.
Oyun, hiçbir delil olmadan tutuklanan Rosemberg ailesi fertleri ve onların çevresinde yer alan kişilere yapılan baskı ve toplum normlarının yerle bir edildiği bir sürece politikacıların etkisine sahnede şahitlik ederiz. Aslında sahnede izlediklerimiz bildiğimiz, yaşadığımız bir süreçtir. Sahnede bize sunulurken yeni teknolojik olanaklardan da faydalanmış, bu sayede oyunu bir ekrandan izler gibi izleyiciye ulaştırılmış. Evimizin odasından sanki ekrana bakıyor gibiyiz, bir savaşa, işkenceye bakar gibi. Oyuncuların sesleri hoparlörden kulaklarımıza gelirken görüntü sahnededir. Sahne de işkence, mahkeme, delil yaratma sürecine şahitlik ediyoruz. Yaratılan delilerinde aslında bir işkence tutanağı olduğunu görüyoruz ve özgür dünyanın adaleti de işkence ile alınan ifadenin bir zamanlar ülkemizde halen alınıp alınmadığını bilmiyorum ama büyük olasılıkla alınıyordur, doğru kabul edildiği ve sorgulanmadan gerçek olarak algılanmasına şahitlik ediyoruz. Karar dava başlamadan polis koridorlarında karara bağlanmıştır, mahkeme sadece bu kararın onaylanma sürecinin işleten bir tiyatro oyunudur. Amerika’da bu oyuna sıradan halktan oluşan jüri üyesini katarak toplumun kararı haline getirilme sürecini yaşıyoruz. Mahkemeler karar vermeden insanlar suçludur, ajandır, vatanı satana aşağılıktır ama gerçekler öyle değildir. Vatanı satanlar diye nutuk atanlar ilk önce vatanı sattıklarına da yakın tarihimiz içinde şahitlik etmedik mi, hala onların yaratmış olduğu sorunlar ile uğraşmıyor muyuz? Amerikan toplumu üzerine uygulanan devlet terörü bir aileyi hiç düşünmedikleri sona getirmiş ve binlerce Amerikalı o korkudan ve saldırıdan nasibini almıştır. Sesini çıkaramayanlar ne yazık ki o suca ortak olmuştur. Bugün dahi Amerikan halkı bu devlet terörünün sonuçlarını yaşamaya devam ediyor.
Sahne dikey olarak da bölünmüş ve bu sayede bölümler arası geçiş daha hızlı ve kesintisiz hale getirilmiş durumda.
Oyun iki bölümden sahneye konmuş, bölüm başlangıçları ve bitişleri Çağrı Hün sesinin duru hali ile nefes alıyoruz. Deniz Noyan yönetimindeki Altuğ Kutluğ, Ayla Özkan, Utku Akıncı, Muzaffer Berişa ve Bilal Nazlıgül’den oluşan orkestra da alkış konusunda Çağrı Hün’ün hemen yanına yerleşmiş.
Oyun bittiğinde ekranda bir dizi/ film seyretmenin getirmiş olduğu bir psikolojik rahatlama içinde salonu terk ettiğimi düşünüyorum, çünkü o anlık vay be ne de güzel şeyler demişler, yaşadığımız anı eleştiriyor, mükemmel, ülkemizde de haksızlıklara karşı bir şeyler diyorlar rahatlığını duyumsadım. İstanbul soğuğuna karıştıktan sonra bir tv dizisinin, filminin etkisi gibi hemen soğuk havada buharlaştığını ve hayatımda bir etkisi olmadığını hissettim. Çok çabuk alıp, çok çabuk tüketen mi konuma geldik? Yoksa bu duyduklarım sadece bana ait duygular mı?
İsmail cem Özkan
ROSENBERGLER ÖLMEMELİ
Yazan: ALAİN DECAUX
Çeviren: ZEHRA AĞRALI GENÇOSMAN
Yöneten: ORHAN ALKAYA
Koreografi: (KORREPETİTÖR: Y. GEZGİN- TANGO KOR.:H. ERENTÜRK
Müzik: Tarık Öcal ve Timur Selçuk
(VOKAL: ÇAĞRI HÜN)
Sahne Tasarımı: BARIŞ DİNÇEL
Işık Tasarımı: MURAT İŞÇİ
Kostüm Tasarımı: CANAN GÖKNİL
Yönetmen Yardımcısı: NURDAN GÜR- ÖZGÜR DAĞ
OYUNCULAR:
ALİ GÖKMEN ALTUĞ, ALİ MERT YAVUZCAN, ASLIHAN KANDEMIR, BUKET YANMAZ KUBİLAY, KUTAY KIRŞEHIRLIOĞLU, MAZLUM KİPER, MERT TANIK, MURAT COŞKUNER, MURAT DERYA KILIÇ, OSMAN GİDİŞOĞLU,OZAN GÖZEL, YEŞİM KOÇAK
*1970 yılında Dostlar Tiyatrosu Genco Erkal, Ayla Algan, Öcal San, Zeki Yurtbaşı, Berin Süngü, Halit Akçatepe, Deniz Çakır, Mehmet Akan, Nüvit Özdoğru’lu kadrosuyla sahnelendiğinde yer yerinden oynamıştı,

25 Ocak 2012 Çarşamba

Boncuk

Boncuk

Boncuk bir kuşun adıdır, hani evlerde ara sıra rastladığınız, kafeslerin içinde şen şakrak öten bir muhabbet kuş. Boncuk bizim evin bir ferdiydi, geldiğinde sağlıklıydı eve, daha sonra nedenini bilemediğimiz bir felç geçirdi ve ondan sonra uçamadı. O evin bir ferdiydi, doğal olarak veteriner veteriner dolandık, iyileşmesi için ama kimse bu konuda uzman değildi. Hatta biri koparalım başını yenisini verelim demişti. Evin bir ferdinin kafasını koparmak!
Elbette kopartmadık başını, onu olduğu gibi seviyorduk, çünkü o evin bir ferdiydi ve evde her birey birbirini olduğu gibi seviyordu, ara da sırada birbirimizi değiştirmek için mücadele eder gibi gözükse de her birey kendisine buyruk, kendisini yaşayandı. Boncuk’ta kendisini yaşıyordu, kafesinden istediği zaman iniyor, istediği zaman ses çıkararak evin zemininde dolanabiliyordu, ses çıkarmak zorundaydı, çünkü çok küçüktü ve göz ile görülemeyebilinirdi, önlemini kendisince almıştı. O her daim evin bir ferdiydi, evin içine ne canlılar gelip geçmişti, yaşadığım dönem içinde bilmiyorum ama her gelen evin bireyi olup evin yaşamı içine iz bırakmıştır.
Boncuk, şimdilerde resimlerimizi içinde yerini almış durumdadır, resimleri yanında anılarımızda, sohbetlerimizde yerini almıştır. Gerçi her sohbetimizin içinde yerini hep alırdı, o hep yanımızdaydı ve içimizden biriydi.
O bir hastalıktan aramızdan ayrılmış, telefon ile öğrendim. Ev yaşayanları ona bir cenaze merasimi yapmışlar, mezarlıkta ona ait bir mezar olmuş. Onun vücudu toprağa karışırken, bir insan için nasıl acı duyuluyorsa o acı her bireyin içinden duyduğunu biliyorum.
Boncuk, bir muhabbet kuşuydu, en çokta acıyı yeğenim Temmuz ve babamın yaşadığını düşünüyorum, çünkü her ikisinin sesini duyduğunda heyecanını ve sohbete katılışını hiç unutmayacağım.
Boncuk aramızda sesi ve anıları ile hep yaşayacaktır… ışıklar içinde kal…

Gazeteci özgür olabilir mi?

Gazeteci özgür olabilir mi?
Gazeteci olmak için öncelikle muhalif olmak gereklidir, çünkü iktidarın penceresinden bakarsa eğer sadece bülten yazabilir. Bu önermeme karşı bir çok farklı görüş sürülebilinir, doğaldır, çünkü gerçek olarak kabul ettiğimiz şey, nerede durduğumuza bağlı olarak farklı algılanabilinir. Ben, muhalif olmayan birinin haber yazamayacağına inanıyorum, çünkü muhalif olmayan biri iktidarın gölgesi altında olmaktan mutlu olduğu için, iktidarın aleyhine haber yazamaz, yapamaz. Yaparmış gibi yapar sadece, iktidar rahatsız olduğunda onu anında gün ışığının altına iterek yalnızlaştırabilmektedir. Bu yalnızlaştırma elbette iktidar lehine haber bülteni yazanlara örnek olacaktır ve bülten yazıcıları hizaya getirecektir. Bunun bir çok örneğini yaşadığımız çok sesli medyamızda yaşadık.
Birbirine benzer gazetelerin yayınlanması, o ülkede birden fazla gazete yayınlandığı algısını yaratmasına rağmen, aslında tek bir gazete değişik biçimlerde okuyucuya sunmaktan başka bir anlam ifade etmiyor.
Haber yazmak muhaliflerin gözünden olaya bakmaktan geçiyor. Şimdi bu önermeyi okuduğunuzda düşüneceksiniz, peki ne olacak bağımsız gazetecilik, habercilik, yoksa hiç mi olmadı?
Her haber merkezinin belirli bir duruşu ve tercihi vardır, o tercihte bağlı bulundu sermaye grubunun ihtiyacına uygun olmak zorundadır, çünkü günümüzde medyayı ayakta tutan sermayedir. Eğer sermaye yok ise, ortada ne medya kalır ne de başka bir şey. Bağımsız olarak yayın yapan bir takım gazete denemeleri hep olmuştur ama bir süreliliğine amatör olarak yürütülen çalışmaların devamlılığı olmaz, en ufak bir dalgada buharlaşmak ve yerine küçük bir iz bırakarak yok olur.
Gazeteciler, yaşadıkları toplumun ve eğitimin biçimlendirdiği bireylerdir. Toplumun doğruları ve eğitimde öğrendikleri doğrular onun doğrularıdır ve o doğrular bakış açısı içinde olayları algılar ve haberleştirir. Bağımsız bir düşünce yapısına sahip değildir. İçlerinden istisna bireylerde çıkabilir, kendilerini geliştirmiş bireyler olabilir, fakat onlarında çalışma alanı çok dardır ve o dar alanda haber yapmaları istenir. Gerçek anlamda özgür, bağımsız gazeteci yoktur. Günümüzde gazeteciler haber müdürlerinin belirlediği haberleri yapmak için görevli bireylere dönüştürülmüştür, onlar adına basın toplantıları izlenir, onlara bülten olarak sunulur, onların denetimi sonrası gözlemleri gazetede yerini alır. Elbette yazdıkları biraz ya da tamamı ile değiştirilmiş olarak.
Gazeteci göreceli olarak özgürdür, patronun istediği haberi yapan, onun çıkarına dokunmayan yerlere bakan ve oralardan haber çıkaracak kadar özgürdür. Onlara her türlü konfor ve olanak verilir. Onun sınırını bilen gazeteci, o sınırlar içinde kategorize olmuş ve o sınırları zorlamadan mesleğini risksiz olarak yapar konumundadır. Gazetecilikte de gazetecileri kategorize edilmesi çok yenidir, bu yeni yapılanma bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır, o ihtiyacı yaratan ise yaşadığımız çağın tercihidir.
Toplum mühendisleri, toplumu daha iyi yönetebilmek ve kontrol edebilmek için toplumu değişik adlar ile kategorize etmekte ve o kategorizelere uygun ihtiyaç ve tüketim alışkanlıkları geliştirilmektedir. Medyanın bu durumdan etkilenmemesi imkansızdır, onlarda bu tercihe göre yapılanmıştır. Bu sayede haber yakalayan ve haber atlatan gazetecileri ortadan kaldırmış, haber müdürlerinin yönlendirmesi ile habere gidip gelen ve günde birden fazla haber yazan muhabirler oluşturulmuştur. Gazeteciden en çok verim nasıl alınır diye düşünmüş olan toplum mühendisleri, geliştirdiği yöntemler ile en az maliyet ile en çok verim alınması için gazetelerin iç işleyişi yapılandırılmış ve ona göre kategorilerden oluşturulmuştur. Bu sistem içinde özgür, bağımsız gazeteci olamaz, olduğunu sananlar ise göreceli özgürlükleri içinde yaşamaya devam ediyorlardır.
Eğer gazeteciler özgür olsalardı, satılan gazeteler ve medya ile birlikte satılan ve alınan birer meta görevi görmezlerdi. Medyamızda gazetecilerin özgürlüğünün sınırı bellidir, o sınırı aşan gazeteci işizdir ya da başka iş ile uğraşıyordur.
Gazeteci muhaliftir, hangi iktidar gelirse gelsin muhalif olmak zorundadır, eğer muhalefet yapmıyorsa iktidarın gör dediğini görür, o da iktidarın doğrularını halka dikte ediyordur. Muhalefet olmak demek, iktidarın görmediğini göstermek, topluma sunmak demektir. Bu sayede demokrasi ve yaşam kalitesinin daha yükselmesi anlamına gelir, çünkü eleştiri olmaz ise iktidar her şey yolunda diyerek sadece göstermelik birkaç iş yapar, o da toplumu, demokrasiyi geriye götürmekten başka anlam ifade etmez. Gazeteci eğer muhalif olamıyorsa o zaman gazetecilik mesleği bırakması gereklidir, çünkü iktidar çevresinde yeteri kadar onu alkışlayanlar vardır ve onu iktidara getirenlerde onu alkışlayanlardır. İktidarın yanında yer alan ve muhalif gibi gözükenler bana göre aslında mesleğe, insanlığa ihanet ediyorlardır, çünkü iktidarı olduğundan fazla güçlü göstermek, demokrasiye katkı olmadığı yaşadığımız günlerde daha iyi anlaşılmaktadır.
Elbette her iktidar kendi medyasını yaratmak ve yaşatmak zorundadır, bunu devlet eli ile zaten cumhuriyetimizde yasal olarak yapmaktadır. Gazetecilere hala ülkemizde basın kartını başbakanlığa bağlı bir birim vermektedir. Normalde basın kartını basın ile ilgili kitle örgütleri vermesi gerekmektedir. Çağdaş ülkelerde basın kartını devletin vermesi başka anlam ifade edeceğini söylemeye gerek var mı? Devletten basın kart alanın özgürlüğü ne kadar olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu konuda geçmişte yaşanmış ve günlük politika ile hiç ilgisi olmayan spor yazarları ve yorumcularının İsviçre Milli Takımına karşı tavırları ve başlıkları unutulur gibi değildir. İşte bizde medyanın özgürlüğünün sınırı o kadardır.
Başta sorduğum soruya geri dönersem, ne yazık ki gazeteci özgür değildir.
İsmail Cem Özkan

23 Ocak 2012 Pazartesi

Gönlümdeki Osman Hamdi Bey

Gönlümdeki Osman Hamdi Bey

Osman Bey Osmanlı tarihi içinde batılaşma dönemi içinde öne çıkmaktadır. Bugün dahi onun eseri olan ve halen en büyük Arkeoloji Müzesi onun eseridir. Güzel sanatlarda tabuları yıkan ve çok yönlü olan Osman Hamdi bey bu sefer bir tiyatro eserinde karşımıza çıktı.

İki bölümden oluşan oyun, Gülsün Siren Kınal tarafından kurgulanmış ve oyunlaştırılmış, Engin Gürmen tarafından can verilmiş.

İlk bölüm Osman Hamdi beyin İstanbul yılları ve yurtdışına çıkmadan yaşamından yansımaları görmekteyiz. Kuzeni ile arasından su sızmamakta ve evde yaşayan kuzeni evin bir çocuğu gibidir. Esma Osman Hamdi Beyin sırdaşıdır, oyun arkadaşıdır, kardeşi gibidir. Esma bir çok olaydan ve aile kararından da Osman Hamdi Beyden önce haberi olmakta bir çok haberi ona ulaştırmaktadır. O, Osman beyin bir anlamda evdeki gölgesidir. Babası devlette önemli görevdedir ve Osmanlı devletinin batının zorlamaları sonucu dönüşüm yaşadığı yıllardır. Her dönüşüm sancılıdır, o sancı aile içinde de hissedilmekte, aile çocuklarının devlet içinde önemli mevkide olmasını istemektedir. O mevkilere gelmek için yabancı dil ve batı bilgisi gerekmektedir, çünkü batı artık Osmanlı’dan ileridedir ve teknoloji ve yaşam kalitesinin ülkemize gelmesi için batıya öğrenci gönderildiği yıllardır.

Siyasi değişimin sancılarının olduğu yıllarda ülkede de köklü değişliliklere gebedir ve o değişiklikler sancıları ile birlikte hayata geçmektedir. Osmanlı hükümdarlığı zamanında resim, heykel gibi güzel sanatlar dalı pek gözükemezken, roman kahramanları henüz sayfalarda yerlerini almamıştı.

Osman Hamdi Bey Fransa’ya gider ve orada Hukuk eğitimine başlar ama gönlündeki resim eğitimine devam eder. Resim ve arkeoloji ile Fransa’da tanışır. O dönemde Fransa’da Osmanlı idaresine karşı örgütlenen Jön Türk hareketinden haberi olmasına rağmen uzak durur, o büyükelçilikte tercümanlık yaparak hayatına çeki düzen verirken Fransız bir kadına aşık olur ve onun ile evlenir. Evliliği İstanbul’da yaşayan Esma için büyük sürpriz olur, fakat o bu duruma içini kanatarak sessiz kalarak yanıt verir. Osman Hamdi artık Esma için beydir. Ve o günden sonra Bey eki ile hitap eder. Osman Hamdi Bey Fransa’da okulunu bitirmiş, Fransa’nın da içinde olduğu bir savaş ortamından uzaklaşarak Türkiye’ye döner.

Mithat Paşa’nın yanında Bağdat’a yabancılardan sorumlu adı altında bir mevki ile atanır. Bağdat o dönemde çok uzaktır ve bir çok yönden İstanbul’a göre geridir. Araplar yönetimden rahatsız ve zaman zaman olaylar çıkarmaktadır. O yüzden Osman Hamdi Bey eşini ve çocuğunu Bağdat’a götürmez. Orada da resim çalışmalarına devam eder, batı bakış açısı içinde doğuya özgü konuları büyük bir titizlik içinde tuvale işler. Bağdat günlerinde bir çocuğu daha olur. İstanbul’a döner. Yeni bir göreve atanır, Viyana büyükelçiliğine. Savaş Avrupa’dadır. Eşini götürmez Viyana’ya ama orada da eşinin adı ile aynı ismi taşıyan başka bir kadın ile evlenir. Marie bu durum karşısında Fransa’ya dönme kararı alır ve kızlarından birini alarak yoksulluklar içinde olan Paris’e döner. Paris savaş yorgundur, açlık ve yoksulluk şehri kuşatmıştır. Marie Osman Hamdi Bey ile ilişkisini tamamı ile kopartarak gitmiştir.

Viyanalı Marie isim değiştirmiştir, gençtir ve güzeldir. Onun da çocukları olur. Osman Hamdi Bey bu arada güzel sanatlar fakültesini kurulumuna öncülük etmiş, ders vermektedir. Arkeoloji müzesi kurulu için çalışmakta ve yeni bir binanın projesini çizmektedir. Bu arada arkeoloji eserlerinin yurt dışına habersiz çıkarılmasına karşılık bir kararını çıkartmıştır. O bir yanda resim yaparken, diğer yandan yer altından önemli eserlerin çıkarılmasına öncülük etmekte, bizzat kazı alanlarında kazıya katılmaktadır.

Zaman geçmiştir, yaşlanmıştır. Son yolculuğuna çıkmak üzeredir. Paris’ten gelen kara haber onu daha da yalnızlaştırmıştır. Geçmişi ile bir hesaplaşma içindedir sanki, kızının acısını içinde yaşatarak sona yaklaşır ve ölür. Marie ölümü üzerine İstanbul’a gelir ve Esma ile yüzleşir. İki seven kadın kaybettikleri sevgilinin arkasından göz yaşı dökerler ve ilk defa esma orada aşkını açıkça itiraf eder.

Oyunun içeriği kısaca bu şekildedir, oyun Osman Hamdi bey’in aşkları ve tutukları içinde Esma’nın tutkusu ve gölge gibi onu izlemesine şahitlik yaparız. Sahneye uyarlama, uygulama ve ışık ile bir bütün oluşturan oyun, tarihimizin derinliklerine başka bir açıdan bakışa sahnede canlandırılmasına seyirci olarak katkıda bulunduğumuza inanıyorum. Oyun kurgusu ve uygulaması açısından başarılıdır.

İsmail Cem Özkan

Yazan: GÜLSÜN SİREN KINAL

Yöneten: ENGİN GÜRMEN

Dramaturgi: ÖZGE ÖKTEN

Sahne Tasarımı: NİLGÜN GÜRKAN

Kostüm Tasarımı: Feyza Zeybek
Müzik: Selim Can Yalçın ve Barış Manisa
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Efekt Tasarımı: Nesin Coşkuner

Yönetmen Yardımcısı M.DERYA KILIÇ-EMRE NARCI- ENES MAZAK

Süre2 PERDE / 2 SAAT
Oyuncular
Aslı Narcı, Ayşen Çetiner, Tolga Yeter, Engin Gürmen, Vildan Gürelman, Emre Narcı, Enes Mazak, Nurseli Tırışkan, Cem Uras, Ceysu Aygen, Murat Derya Kılıç, Yağız Pala