24 Nisan 2015 Cuma

Özür dilemek!

Özür dilemek!

Pişmanlığın seslendirilmiş halidir, bireyler arasında özür dilemek bir anlamda bir kültür göstergesidir, çünkü özür dileyenin aslında ne kadar geniş açıdan bakabildiğini ve erdemini gösterir. Kan davalarında özür dilemek aşiretler arasında husumete son veren ve barış yemeği ile taçlandırılan bir süreci anlatır. Devletin özür dilemesi ise kısaca “pardon!” demektir, vereceği tazminatını alıp almayacağınızı sorar, korkudan almayanın tazminatını da bütçeye aktarır!

Devletlerin özür dilemesi ancak devlet adına sorumlu olan birinin bir heykel karşısında diz çöküp çelenk koyması da olabiliyor, Polonya’da öldürülen Yahudiler için Willy Brandt Almanya adına Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çöktü, özürü o şekilde yaptı ve gerekliliğini de arkasından yerine getirdi. Şili, İngiltere, Sırbistan, Bulgaristan, Fransa, Avustralya, Amerika özür dileyen devletlerdir. Devletlerin özür dilemesinin nasıl olduğunu bu özürleri nasıl gerçekleştirdiklerine bakarsanız daha iyi anlaşılır. Özür tek başına bir şey ifade etmez, her özrün gereklilikleri vardır ve gereklilikler yerine getirildiğinde özür kabul edilir. Çünkü söz ile yapılan özrün hiçbir anlamı olmadığı “Dersim Özürü” ile daha iyi anlaşılır. Meclis kürsüsünden çıkıp “özür dilemekse işte diliyorum, özür dilerim!” demek özür dilediğin kesim tarafından kabul edildiği anlamına gelmez. Gelmediği içinde o kürsüden söylenen her hangi bir balon cümle gibi kısa sürede patladı ve yok oldu. Özür dilemenin ikinci koşulu karşı taraftan yani mağdur kesim tarafından kabul edilmesi şarttır. Onların beklentisini karşıladığı an balon cümle olmaktan çıkar.

Devletin işlediği suç bir değil, iki değil, yüz değil, artık kimse çetele tutulacak konumda değil, çünkü suçların hattı hesabı yok, çünkü hiçbir suçun karşılığında bedel ödememiş devlet her yaptığını haklı görmekte ve suç için ortam hazırlamaya devam etmektedir. Devlet suç işlemek için yasaları ona göre düzenlenmiş, güvenlik birimlerini hukuka uygun insanlık suçu işlemesi için ortam hazırlamış, açılan davları da olağanüstü mahkemeler eli ile devletin gizlilik ilkelerine uygun şekilde üstünü örtmektedir. Devlet her şeyden sorumlu hem de hiç sorumsuzdur. Onun adına cinayetler, faili meçhul cinayetler işlenir, bir kaza olur o adına yapanların yüzleri görünür gibi olur ama sonra o yüzler bir güzel aklanarak toplu için destanlaşmış bireylere dönüştürülür. Devlet adına yapılan işler içinde yüz kızartıcı işler bile övülecek bir şeyin parçası olabilir, resmi tarih yazıcıları onları öyle bir şeklide sunarlar ki algılarımız yaşadıklarımızı unutturur, o tarih yazıtının doğru olduğunu düşünürüz.

Toplum içinde yaşayan bireyler olarak bizlerin algıları toplumsal doğruları doğru olarak kabul etmeyi ve sorgulamamayı beraberinde getirir. Sorgulayan, araştıran her birey bir şekilde ötekileştirilir, yalnızlaştırır, yalnızlaşmıyorsa eğer ekranlar aracılığı ile önüne suç aletleri konularak azgın bir suç makinesi olarak tanıtılır, çünkü devlet suçu ispatlamak yerine suç yaratır ve masum insanları suçu ortadan kaldırmak adına cezalandırabilir. Devletin bakışı içinde ölen her daim suçludur, yaşayan ise kader kurbanı ve affedilmesi gerekendir.

Devletin işlediği suçlardan rahatsız olanlar mazlum olanlardan ve suça muhatap olanlardan özür dilediğine şahitlik eder oldum. Gün be günde bu özür dileyenler ve kendince özeleştiri verenler artmaktadır. Ama benim bu özür dilemek konusunda kafamda bir çok soru oluşmasına sebep oldu, çünkü neden özür diliyorlar? Kendilerinin ve atalarının katılmadığı ve hiç bir şeklide suçları olmayan bireyler olarak özür diliyorlar.

İyi niyet ile yapılan bu dilemelerin aslında hiç bir anlamı yok. Cinayeti elbette bizim vergilerimiz ile yaptılar ama bireyler bu cinayetleri örgütlemedi, planlamadı, sistematik hale getirmedi. Bunu devlet yaptı, kendi adına birilerini hep kullandı, çünkü devlet adına var olan ülkenin daha fazla yaşaması ve ulus devlet adına homojen bir toplum oluşturmak için. Güvenlik adına yaptı, öteki gördüğünü cezalandırdı, asimile edemediğini dere kenarında cansız bedenini bıraktı. Bunlar bireyler değil, bir devlet politikası olarak yapıldı. 

Devletin yaptığını bireyler özür dileyerek yok edemez, suçu hafifletmez. Bireyler belki vicdanlarını rahatlatmak için tercih yaparak özür dileyebilir ama anlamı yoktur. Çünkü her özür gerekliliklerini yerine getirmek adına yapılır. Kuru kuruya özür dileyerek özür dilenmiş olmaz. Suçun, günahın, adına ne derseniz densin özür ortadan suçu kaldırmaz ama üzerine toprak serer, ama toprağı serperken de o sonuçları ortadan kaldırmak için gerekleri neyse yapmalı! Ölülerin mezarlarını bulmak, onlar için abideler yapmak, varsa maddi tazminini yerine getirmek, ellerinden alınmış toprakları ve işlenmeyen yıllara ait kazanımları iade edilmesi, eğer mağdurun akrabaları yoksa onlar adına vakıflar kurarak vakıf adına araştırma ve gerçekler ile yüzleşilmesi için tüm belgelerin ortaya serilmesi, araştırmacılara açılması... Bunu hiç bir birey tek başına yapamaz, nasıl ki suç oluşturan devlet, suçun özür ile gelecek olan gerekliliklerini de yapacak olan devlettir.


Özür dilemek başka bir anlamı ile mağdura sen suçlu değilsin, sana yapılan senin suçun değildi demektir. Bakalım o büyüklüğü devlet adına kimler gösterebilecek, bunu gelecek zaman içinde umarım görme imkanımız olur.

Dersim özürü oldu ama gerekliliği yerine getirilmediği için o özürün hiç manası ve anlamı olmamıştır. Özür dileniyorsa devlet adına, gerekleri neyse o yerine getirilmelidir. Gereklilikleri yerine getirebilecek güçleri olanların özür dileme hakları vardır! 

Devletin işlediği suçtan dolayı bizlerin hiç bir günahı, vebalı ve kara alın yazımız yoktur. O suçu işlerken bizim fikrimizi almamış diktatörlerin, tiranların suçunu neden üzerimizde taşıyalım?


Birey olarak hiç birimizin suçu yoktur, çünkü o suç işlenirken bizlerde başka bir şekilde baskı altındaydık. İmkanımız varken o imkanı suç işlerken yerine getirmemişsek, tarih bizi işte bunun için suçlar.

Kusura bakmayın ben devletin işlediği bir suçtan dolayı asla özür dilemem, çünkü dilersem yerine getirmem gereklilikleri vardır ve hiç birini yerine getirecek ne gücüm ne de imkanım vardır, ama devlet başkanı olursam o zaman size söz veriyorum özür dileyeceğim!


İsmail Cem Özkan


23 Nisan 2015 Perşembe

Acı çekenler bilir…

Acı çekenler bilir…

Acı çekenler doğruları bilir, sessizce resmi doğruyu ret eder.

Durduğumuz noktalar farklı olunca, kullandığımız cümleler de farklı oluyor, seçtiğimiz kelimeler de! Duruş noktasıdır insanın dünyaya bakışını belirleyen!

Hayat içinde neyi farz etmiyoruz ki, gerçeklik ile kafamızda ki gerçeklik ile karıştırmayalım… Aynı olaya bakanlar kafalarında ki gerçeklik ile anlatmaya başladığında o olgunun bir çok anlamı olduğu ve her birey tarafından başka anlamlar yüklendiğine şahitlik edebilirsiniz. Sanki her birimiz farklı bir kültürde yaşıyormuşuz gibidir, şaşırtıcı olan içimizden konuştuğumuz ile dışarıya bıraktığımız sesler arasında ki farktır, çünkü bulunduğumuz toplumun doğrularına inanmadığımız halde katılıyormuş gibi onun dili ile konuştuğumuza kulağımız bir çok kere şahitlik etmiş, beynimiz bunu kabul etmese de güvenlik için sineye çektiğini unutmayalım! Bireyler kendi güvenliğini bulunduğu toplumun düşünce ve hareketine uyum sağlayarak sağlamış, farklı olmanın ve öteki olmamanın ne kadar kötü bir şey olduğunu kendi yaptığımız ötekileştirme ve farklılaştırma sonucunda oluşturduğumuz kanaatlerdir.

Bizler toplumun içinde, toplumun rengini, dokusunu ve biçimini üzerimizde taşıyan ama aslında üzerimize yapışmış olan bir asalak sürüsünün kelimeler veya fısıltılara dökülmüş cisme bürünmüş bireyleriyiz. Toplumun tüm hastalıklarını eğitim ile üzerimize alırız ve ömür boyu o toplumun yanlış davranış biçimini normal ve olağan görerek yaşarız. Ne zaman başka topluma çıkarsak o normal olanların aslında normal olmadığını gelen tepkilerden öğreniriz. Örneğin sizin toplumda çocuk nikahı normal olurken, başka toplumda bir hastalık olarak kabul edilir.  Ya da ölen abinizin eşini eş olarak almak zorunda olduğunuz kültür içinde yaşarken normal gözükürken, başka toplumlar içinde başka bir adlandırmaya ve dışlanmaya sebep olabilir. Sonuçta bireyler bulundukları topluma göre davranmak ve onların genel doğrularını kendi doğrusu kabul etmek ile yükümlüdür, aksi halde batı toplumuna oluşan bir meslek grubunun ilgi alanı oluverirsiniz ve size zor ile ilaç tedavisi dahi yaptırabilirler.

Yine farz edelim ki, bir insan suç işlemiş. Suç dediğinde toplum normlarının gerici, tutucu yapısına karşı bireysel isyan olsun. Yine farz edelim ki silah kullansın ve birini öldürsün. Siyasi cinayet desinler bu suça. Bir süre kaçak yaşasın ve bir gün tesadüfen bir yerde yakalansın. Bu arada suç işlemeden önce işleyeceği suç hakkında yazılar yazsın, dergilerde görüşlerini de açıklasın. Bugün tipik anarşist, terörist dediklerinizden biri olsun.

Devlet suç işleyeni bulur ve ceza almasını sağlar. Bu suç işleyenin ceza alması doğal değil mi? Çünkü suç belli, kurban belli, fail belli... Normal koşullar altında bu bireyin cezalandırılması gereklidir değil mi, ama devlet öyle olağan üstü zamanlar yaşar ki suç işleyen ile birlikte en yakınları da ceza verir olur. İşte bu olağanüstü koşullar devlet için hiçbir zaman bitmez, sürekli olağanüstü koşul oluşturacak ortam vardır. Sürekli adları değişse de olağan üstü koşullara uygun mahkemeler kurulur ve bu mahkemeler hukuk kurallarını erk sahibinin ihtiyacına yönelik kısa sürede kara vermesi ve uygulamasını sağlamak ile yükümlüdür, çünkü suçu kanıtlamak işkencecilerin görevidir, mahkeme oradan geleni onaylar!

Bazı olağanüstü koşullar altında devlet ne yapmış, fail ile birlikte ailesini, sülalesini, hatta hiç alakası olmayan ama sadece aynı kültürden olanı da cezalandırmış. Ortada suç ve niteliğinin üstünde daha büyük bir suçlu ve cezalandırılan kesim var. Burada adalet elbette bulunduğu topluma ve zamanın ruhuna göre anlamlandırılacaktır.

Zaman geçecek, üzerinden hadi yüzyıl geçirelim. Ortada ne suçlanmış ve cezalandırılmışlar, ne de suça ceza veren devlet ve adalet vardır. Ortada kimse yok ama mahkeme tutanakları devletin güvenliğini tehdit etmiyorsa yayınlanma ve incelenme hakkına sahip olsun… Tutanaklar elbette tek başına bir şey anlatmaz ama devletin tavrını haklı görenler orada yazılanları doğru görecek ve görmeyenler üzerine baskı kuracaktır… Haklı görenler; devlet kendisine karşı geleni yok eder, ama ya kökünü?

Elbette soykırım işte böyle bir şey...

Bu bir insanlık suçu mu?

Devleti katil olarak görmeyenler “hayır” diyecek, “katil öteki” diyecekler... Birini öldürmüş…

“Ama sülalesini, kökünü yok etmişler” diyorsun, “olabilir” diyor, “bir daha olmasın diye yok etti.” ama zaman içinde yine aynı devlet bu sefer başkalarını bulmuş yine yok etmiş...

Katliam, sürgün o topraklarda hiç eksik olmamış...

Peki, devleti savunanlar, “devlet haklı demişler, üstelik devletin hapishanesinde tek tip kıyafet giydikleri halde dayak yemekten kurtulamamış olmalarına rağmen...

Sonuç ne mi olmuş, devlet dilini kullanan kendi haklılığını ispatlamak için resmi tarih belgelerini doğru görür olmuş, mahkeme tutanakları arasında kanıt bulmuş karşısında ki ikna olsun diye.

Öteki acı çekmiş, acının kendisine öğrettiği gerçeklikten bakmış ve’ bir daha olmasın!’ diye onun doğrusunu ret etmiş.

Acı çekenler doğruları bilir, sessizce resmi doğruyu ret eder.

İsmail Cem Özkan

Soyut devletin, somut cezası!

Soyut devletin, somut cezası!


Devlet kavramı soyuttur, ele tutulmaz, gözle görülmez ama etkisi itibarı sonucu hissedilen bir sistemdir. Devletin olduğu yerde zulüm hep vardır, çünkü devlet düzen adına içinde yaşadıkları insanları uysallaştırmak ister.  Uysallaştırmanın birinci yolu disiplindir. Devlet, insanları uysallaştırmak için çeşitli organları kullanır, en başta eğitim, arkasından güvenlik güçleri, güvenlik güçlerinin hareket alanını belirleyen yasalardır. Devlet olan her yerde eğitim devletin ihtiyacına yöneliktir. Ulus devlet olduktan sonra devlet için eğitimin önemini anlamış ve tek tip ve homojen yaratmanın en önemli aracı olduğu keşfetmiştir. Ulus devletin ilk ‘Toplumsal Sözleşme’sini teorik olarak hayata geçiren J. J. Rouseau Emile adını verdiği kitapta eğitimin önemini ve yanlışlarını eleştirdiği için sürgün edilmiştir. Eğitim, silahlı güçlerden de önemli bir savunma aracıdır.

Devlet, güçlü ve hakim olan sınıfın hizmetindedir, kim ki devlete hakimdir, çıkarları yönünde devletin organlarını kendi çıkarları yönünde dönüştürebilir ve yeni savunma araçları ortaya çıkarabilir. Her sistemde ve sınıflar olan her yapıda devlet varlığını koruyacaktır.

Devlet, erk sahibinin çıkarına uygun olarak emekçilerin cebinden parayı alır ve onların kasasına sermaye birikimi yapmaları için atar. Sermayenin hangi amaçlar ile kullanılacağına elbette devlete sahip olan ideolojinin çıkarları karar verecektir.

Somut duruma göre, somut tahlil yapalım! Devlet, sürekli olarak benim cebimden bir şey alıyor, karşılığında benim aldığım; acı, zulüm, işkence, orantısız muamele, ayrımcılık, aşağılanma ve ötekileştirmedir. Devletten nemalananların devlete sahip çıkmasını anlarım, onun işlediği cinayetlere sahip çıkmasını da bir nebze de olsa anlamaya çalışırım, fakat devletten sadece acı, işkence görenlerin devlete sahip çıkmasını anlamlandıramıyorum.

Devleti yüceltecek ve övecek yaşantım içinde kişi olarak bir şey görmedim, aksine eleştireceğim ve düzen adına benim iyiliğimi düşünen her uygulamanın bana baskı olarak geri döndüğünü yaşayarak gördüm.

Devlet, hakim olduğu topraklarda yer alan her hareketi kontrol etmek ve izlemek ile yükümlüdür.  Günümüz devletler arasında ve devletlerin üstünde yer alan sermeye grupların güvenliklerini korumak adına kara paranın kontrolü amaçlı varlığını yeniden biçimlendirmiş ve uluslararası anlaşmalar ile verilen görevi yerine getirmek ile yükümlüdür. Devlet bugün ki koşullar içinde ulus devleti anlayışı içinde yetersiz kalmış ve biçim değiştirmektedir. Devlet sabit ve durağan değildir, ihtiyaçlara göre değişimler yaşar ve var olan kurumlarını bu ihtiyaca göre şekillendirir. Köylerin ortadan kalktığı bir ülkede devletin köy bakanlığı olmaz, artık işlevi yoktur ve geçmişte yer alan bir çok kurum gibi tarihin çöp sepetinde bu kurumunu gözünü kırpamadan bırakır. Bugün sermayenin en büyük korkusu kontrol dışında kara paranın hareketidir. O yüzden sermaye kendi güvenliği için bu kara paranın kontrollü bir şekilde hareket etmesine izin verir. Devletin varlık sebebi olan düşmanları yaratır ve ona karşı kendi halkının algısı ile oynamasına izin verir. Düşman olmayan bir yerde devlet kavramı ve güvenlik tartışma konusu olabilir. Devlet her türlü tartışmadan uzak durmak için kendi içinde çatışmaları körüklemek ile yükümlüdür, kurumları var olan girdabın hızını ayarlar ama ortadan kaldırmaz…

Hiç bir ulusu övmedim, övemem, çünkü övülecek ulus yoktur. Hiç bir ulusu yüceltmem, çünkü yüceltilecek ulus yoktur.

Tüm uluslar bir birine eşittir ve içinde devlet sahibi olanların zulmü hukuk maddeleri içinde meşrulaştırdığını, öteki gördüğünü yok etmeye çalıştığını, tarihin her hangi bir diliminde katil olurken, öteki zaman diliminde kurban olabiliyor.

Katilin kurban olduğunda, kurbanın katil olduğunda övülecek ne bir destan vardır, ne de gurur duyulacak bir şey...

Ulus devleti, insanlık tarihin en kısa sürede en çok kan döken, en çok insana işkence yapan, kitlesel ölümler karşısında para kazanma hırsı ile zevk çığlıkları atan bir dönemdir. Ulus devletini savunanların hepsi bir anlamda katliamlardan nemalananlardır, onun getirmiş olduğu ferahlıktan yaşam kalitesini artıranlardır. Devlet ile göbek bağı kuranlar, ondan nemalananlardır...

Benim devlet ile herhangi bir göbek bağım yoktur. Beni eğiterek uysal birey yapman ve vergileri ile kendisine bağlayan, bağımsız ve devletsiz yaşayamayacağım fikrini beynimim her hücresine işlemesi, korkuyu körükleyerek, korkudan korkarak yaşamaya mahkum etmesi dışında bir bağım yoktur.

Devletin işlediği tüm suçların sonuçlarına katlanan, onun yaratmış olduğu tahribatı kendi vergilerim (dolaylı ya da direkt) ile ortak olmaya zorlayan, zor duruma düşmüş sermayenin kurtulması için alın terimden çalan bir sistemde devletin savunulacak tarafını bulamıyorum.

Devlet adına soykırım yapanlar, devlet adına faili meçhul cinayet işleyenler bir şekilde devleti savunanları ve suça ortak etmek için vergiler adı altında aldıkları paralar ile bu suçları işlemekte ve suça o devlet şemsiyesi altında yaşayan her bireyi ortak etmekteler. Ben suça karışmış bir devletin savunulacak tarafını bulamıyorum.


İsmail Cem Özkan

22 Nisan 2015 Çarşamba

Öze dönen düşünceler…

Öze dönen düşünceler…

Toplumumuzun kara noktaları o kadar fazladır ki, o kara noktalarda neler yaşandığını kimse tam olarak bilemez. Ortada fısıltılar, destanlaştırılmış hikayeler dolanır ama kimse o karanlık zaman diliminde gerçekten neler yaşandığını bilemez ama sonuçları hep ortadadır. Azalan, yok olan ve bir birine kuşku ile bakan halklar, kültürler arasında ayrılmanın daha da derinleştiğine şahitlik ederiz.

Karanlık noktalar miras aldığımız Osmanlı döneminde de olabildiğince çoktur. Fıtrat dönemi diye adlandırılan dönemlerde, ne zaman iktidarda zafiyet gösterse Alevi katliamı ortaya çıkar, zafiyetin üstü örtülür. İmparatorluk sınırları içinde geçmişte ulus devlet kavramı yokken ulus kırımından daha çok mezhep, din katliamları, hatta soykırımları olurdu. Fransız devrimi sonrasında batıdan başlayarak doğuya doğru ulusların bağımsızlık savaşları ve sonuçlarını imparatorluk yaşayarak öğrendi.

Balkanlarda baş gösteren savaşlar Osmanlı tabası içinde yer alan Müslüman azınlığın üzerine dış destekli Bulgar, Sırp, Yunan haklarının oluşturmuş olduğu milisler elleri ile katliamlar gerçekleştirildi, korku ve güvensizlik bir Balkan devleti olan Osmanlı’yı doğuya doğru çekilmesine sebep oldu. Osmanlı Balkanların küçük bir toprağında, yani Trakya ile sınırlı topraklarda kalmaya mahkum edildi. Her savaş, her anlaşma Osmanlı’nın bir parçasının kopması anlamına gelmektedir. Ulus devleti fikri ve yayılması batı toplumlarını atomize ederken, aynı şey ve daha ağrı Osmanlı toprakları içinde geçerli oldu. Her ne kadar kendi sınırları içinde sermaye birikimi yapan devletler, geçmişin birikimi ve aşağılık kompleksini bir anlamda parçalayarak ve yeniden oluşturan devletler ile yok ediyordu. Bu devletler aracılığı ile ihtiyaç duyduğu emek ve mal girdisini en düşük maliyetten kendi ulusu içinde oluşan burjuvaziye aktarıyordu. Feodal dönemden kalan emperyalist fikrine yeni doğmuş kapitalist sistem yeni anlayışlar ve bakış açısı getiriyordu.

Osmanlı imparatorluğu kendi değimleri ile Devlet-i Aliye yok oluyordu, içinde ulus devletinin nüvelerini balkanlarda oluşturuyordu. Balkanlarda sıcak savaşın içinde ve parçalanan, yok olan devlet yeni bir kimlik ile geleceğine sarılıyor ve bunun için Türk kimliğini keşfediyordu. Aslında batı zaten Osmanlıya Türk diyordu, bir anlamda batının söylediği kimliğe sahip çıkılıyordu. Batıdan esen rüzgarın doğuda hissedilmesi kaçınılmazdır, çünkü gök kubbenin altında esen rüzgar eşit olmasa da her yere yayılıyordu. Osmanlı bu yeni gelen dalgaya karşı kendisini savunacak bir yapı oluşturamamış, zor ile baskıyla ayakta kalmayı seçmişti. Abdülhamid’in oluşturmuş olduğu ‘İstibdat Dönemi’ bu yok oluşa doğru gidişi ertelemiş olmasına rağmen yok edememiştir. Yıldız Sarayı içinde her kişiden kuşkulanan bir imparator, saray içinde yeni bir dünya kurmuş, elde ettiği jurnaller ile ülkede karanlık bir bulut gibi esmiş olmasına rağmen, Zeytun ve Sason’da Ermeni ayaklanmasını engelleyememiştir. Hamidiye alayları ile doğuda yaşayan Hristiyan ve diğer dinlere yönelik baskılar artmış, yerel ve geniş alanlı katliamlar yaşanmış olması dahi gelişmeleri engelleyememiştir. Karadeniz ve doğuda Hristiyan azınlıkların boşalttıkları yerlere Kürtler yerleştirilmesi bile sorunu ortadan kaldırmamıştır.

İttihat ve Terakki Partisi bir darbe ile istibdat dönemini sonlandırmış, yeni gelen rejim eskisini aratmayan yeni bir tek parti diktatörlüğünü kurmuştur. Bir anlamda savaştığı ile benzeşmiştir. Alman hayranlığı bu istibdat döneminin tipik benzerliğidir, orduyu kuran yeni devletin biçimlenmesine örnek teşkil eden Alman disiplini, yeni bir sürecinde belirlenmesine etkin olarak kendisini hissettirecektir. Devletin ricası üzerine Kassel'deki 22. Prusya Tümeni Komutanı Liman von Sanders, Kayzer II. Wilhelm tarafından atanacak, Türk Ordusu Genel Müfettişi olarak göreve devam edecekti. Alman subaylar Türk askerini eğitecek ve kendi disiplini aşılayacaktır, bu sırada Alman devlet yapısı ve düşünce yapısı da doğal olarak Osmanlı devletinin yeni yüzü olacaktır.

Osmanlı ister istemez Avrupa’da savaşın Fransa sınırında kilitlenmesi üzerine savaşın ilerleyebilmesi için savaşa dahil edilmiş ve yeni paylaşım projesi hayata geçmiştir. Osmanlı parçalanmaya devam edecektir. Bu parçalanma alanının da elde kalan doğu ve güney bölümün olması kaçınılmazdır. Churchill kestirmeden gidip savaşı hemen kazanmak istemiş ve Çanakkale savaşı olarak bildiğimiz çıkarmayı yaptırmış ve kaybetmiştir. Bu savaş olurken Ermeni sorunu çözüm yolu olarak ‘tehcir’ politikası hayata geçirilmiştir. Savaşın olduğu bir dönemde, Ermeni askerlerin ve sağlık çalışanların cephede olduğu bir anda savaş gerisini boşaltmak adına ülke sathında yer alan tüm Ermenileri (istisnai yerleşim yerleri vardır, orada ki Ermenilere daha sonra ellenmiştir.) güney toprakları olarak görülen çöllere sürülmesi planlanmış ve bir disiplin içinde hayata geçirilmiştir. Topraklarından, köylerinden alınan Ermeniler önce toplama kamplarında toplanmış ve sonra çöle doğru yol alınmıştır. Yol boyunca çeteler ve yağmacılar tarafından saldırıya uğramış, saldırı sonucunda hayatta kalanların önemli bölümü salgın hastalıklar ve bit ve pireler yüzünden hayata veda etmiştir.

Bu olayın sonucunu bugün dahi hissetmekteyiz. Ermenilerin boşalttıkları köylere yağmalayanlar yerleşmiş ya da göçerler yerleşik hale gelmiştir. Bugün dahi devam eden ‘ganimet arama’ bahanesi ile boşaltılan evler ve kişilerin temelleri delik deşik edilmekte ve yağmalanmaya devam edilmektedir.

O günleri yaşayanlar bu olayın gün yüzüne çıkması sonucu kendisini savunan bir çok açıklamalarda bulunmuştur. O dönemin sorumluları ve yandaşları genelde savunmalarını; “yok Ermeniler devlet istemeseydi bu olmazdı, Ermeni örgütlerini yargılamak gerek, Osmanlı sadece ülkesini savundu... Hangi devlet içinde başka devletin doğmasına, izin verir…” Bugün de ek olarak “o dönemin lideri Talat Paşa haklı olarak önlem aldı” diye cümleler kurar oldular...

Suç işleyen değil, kurban olan bu ülkede mahkumdur anlayışı devletin genel bakışı içinde hep varlığını korumuştur. Devletin bu anlayışı eski solcu - devrimcilerin ağzında şimdilerde Ermeni Sorunu tartışırken yeniden hayat buluyor... Eski değim ile ‘velev ki Ermeniler devlet kurmak için silahlandı ve ayaklandı, Osmanlı topraklarında özgür alanlar yarattılar, şimdi Kürtler de yarattı. Bütün Ermenileri çöle sürerek yolda imha etmek mi devletin büyüklüğünü gösterir? Şimdi tüm Kürtleri nereye süreceksiniz?’

Devletin büyüklüğü sürgün yapmak, öldürmek, kıymak mıdır? Başka çözüm yolları neden akıllara gelmez, “Yahu kardeşim tamam haklı sebepler ile ayaklanmış olabilirsiniz, gelin şimdi birlikte yaşamanın koşulları ne, önce onu bir konuşalım” demek çok mu lükstür? ‘Adam konuşmuyor, silah sıkıyor, o halde bende silah sıkarım’ demek devleti elinde bulunduranlar için ne kadar haklıdır? O silah sıkanlara ortam hazırlayan bizzat devletin uyguladığı politika değil midir, onu yaratan ortamı yok etmek neden çok karmaşık ve zor gelir? Savaş gerisi olarak görülen yerer savaş cephesinden çok uzak olmasına rağmen, neye göre cephe ve neye göre cephe gerisi tespit edilmiştir?

O dönemin savaş koşullarında, sürekli kaybeden bir ülkenin politikacısı ve askerleri tek seçenek olarak; ‘öldür, yok et’ stratejisini seçmiş olmaları ve bu tercihlerin yanlışlığını kabul etmek neden bugün çok zordur. Dün Osmanlı meclisinde, İttihat ve Terakki partisinde kurucu olan Ermenileri yok say, ciddiye alma, onların temsilcilerini hain olarak gör, halkı da toptan yok et anlayışında olanların düşünce takipçileri bugün ellerinde olanak olsa bütün Kürtleri de yok edecekler! Kürtlerden sonra mutlaka yok edilecek birileri ve iç düşman mutlaka bulunur... O anlayışın takipçileri için Ermeniler gitti, Kürtler gidecek ama sonra başka düşman mutlaka bulunacaktır…

Eski solcuların önemli bir bölümü İttihat ve Terakki Partisi özüne dönmüş gibi, onun ağzından Ermeni Sorununa bakar buldum... Bu bakış açısının mahkum edilmesi şarttır, çünkü bir daha bu ülke ve başka topraklar üzerinde geçmişte karanlık noktalarda yaşadığımız kıyımların, cinayetlerin bir daha olmaması için o koşulları hazırlayan ortamların yok edilmesi şarttır.

“Komşuma dokunma!” demek o kadar güç bir şey olmasa gerek, komşuma dokunanı mahkum ediyorum, bir daha asla demek o kadar çağ dışı bir kavram olmasa gerek…

İsmail Cem Özkan


21 Nisan 2015 Salı

Tarih kullanılarak yalan söylenmeye devam ediliyor!

Tarih kullanılarak yalan söylenmeye devam ediliyor!

Sosyal - siyasi gelişmeler de tarih bilinmeden üzerine konuşmak ve yorumlamak eksiktir, öncelikle bugünü anlamak için geçmişte yaşananları iyi bilmekten geçiyor. Bugüne bakabilmek içinde gerçek anlamda belgelere ve karşılaştırmalı tarihe bakmaktan geçer, çünkü belgeler çoğu zaman devletin ya da erk sahibinin lehine sonuç çıkaracak şekilde düzenlenir ve yorumlanması sağlanır. Resmi tarih söylemi boşuna söylenmiş bir söz değildir, çünkü resmi tarih o anlık iktidarın ihtiyacına yanıt verecek tarih bilgisinin kuşaklarına aktarılmasını sağlar. Kısaca yalan söyler. Belgeler ile yalan söylenebilinir mi, elbette. İşine gelen belgeleri görüp, tek yönlü olarak olaya bakarsanız yalana ortak olmuş olursunuz. Örneğin 12 Eylül mahkemelerinin tutanaklarını bile incelerseniz, büyük bir yalanın nasıl örgütlendiğine şahitlik edersiniz. O örgütlülük içinde masumların işkence altında hayatında hiç gitmediği mekanda işlenen bir cinayetin katili, faili olarak mahkum edildiğini bugünden bakarak bulabilirsiniz. Kısa sürede suçu ortadan kaldırmak adına, failler bulunmuş, idama mahkum edilmiş ve ceza uygulanarak o suç aydınlatılmıştır! Faili bulunan suçun defteri de kapanmıştır.

Her şey anlatıldığı ve okullarda öğretildiği gibi değildir. Tarih resmi yalan söylemek için uydurulmuş bir bilim dalı oldu...

Ermeni tehciri adı verilen ama bugün bir çok devlette soykırım olarak tanınan 1915’de yaşanan olayların sonuçlarını yaşamaktayız. Uzun süreden beri devam eden ve kuşaktan kuşağa aktarılan resmi tarih söyleminin de sonuna doğru gelmekteyiz, çünkü sadece Osmanlı belgelerine bakarak incelerseniz dahi resmi söylemin dışına düşebilirsiniz. Resmi tarih; ihtiyaçlara göre değiştir ve yeniden yorumlanır. O yüzden okullarda öğretilen tarih kitapları iktidarların değişiminde yeniden gözden geçirilmesine sebep olur. Bir ülkede okullarda öğretilen tarih kitapları sürekli yeniden düzenleniyorsa, o ülkede oturmamış, sürekli değişen bir sistem sorunun varlığını ve toplum içinde çatışmanın derinliğini de keşfedersiniz.

Ermeni sorununda kimse öldürülen ve ölen Ermenileri yok saymıyor, ölümlerin devlet eli ile yapıldığını da kimse tartışmıyor, tartışma konusu bu devlet politikasının önceden planlanmış, sistemli bir şekilde uygulanıp uygulanmadığıdır. Çünkü planlı ve sistemli bir şekilde yapılan cinayetlere verilen isim soykırımdır. Katliam ile soykırım arasında ki en büyük fark işte bu iki kelimede yatıyor. Katliam kısa sürede gelişen olaylar sonucunda toprağın kan ile bulaşmasını tanımlanırken, sistemli, planlı olarak belli bir süre içinde uygulanan yöntem soykırım tanımı içindedir.

Resmi söylem ile tehcir denilen şey; çöle insanları sürülmesidir. O sürülme emrini veren diyor ki, “orada (sürgün olan yerde) Hristiyan nüfus Müslüman nüfusun %10’nu geçmeyecek.” Sürgün edilen yerde nüfus belli, ülke sathında hareket ettirilen Ermeni nüfusu belli… Kısaca bıyık altından bu sorunu bir halledin, nüfusa dikkat diyor, Talat Paşa. Bunun belgesi yok mu, var... Peki, bu telgraflar ortadayken hala belirsiz olan ne var ki? Bir plan dahilinde, sistemli, düzenli olarak toplama kamplarında biriktirip, topluca çöl topraklarına insanları göndermenin başka bir adı var mı? Toplama kamplarına yapılan baskınlar, kadın, kız, çocuk kaçırmalar, ellerinde malların yağmalanması gibi olayların olması ve bu olayların önlenememesi acaba bu “nüfusa dikkat” kelimesi içinde daha iyi anlaşılmıyor mu? Bu büyük göç içinde Hristiyan ve diğer dinden olan haklarında bu vahşi cinayetten pay almasını kim nasıl açıklıyor? Süryaniler, Ezidiler… cinayeti kimin işlediği mi önemli, kimin planladığı ve yönettiği mi? Suç ortaktır ama soykırım konusuna gelince işte o iki kelime önem kazanıyor… Sistemli, planlı!

Devlet erkini elinde bulunduranlar soykırım kelimesi ile karşılaşır, devlet erkini elinde bulundurmayanalar katliam kelimesi ile işledikleri cinayetlere yüzleşir...

Ermeni konusunda gözden uzak tutulan ama sürekli fısıldanan bir gerçek vardır, çünkü Ermeni tehciri ile boşaltılan yerlere yerleşenlere kulaklarına fısıldanan gerçek, “bakın onlar dönerse size verilmiş topraklar ellerinizden gider. Sizin olan her şeyi Ermeniler alır. Onların geriye dönmesi sizin atalarınızın katil olduğu gerçeği ile karşılaşırsınız. Eğer atanıza, isminize bir şey gelmesini istemiyorsanız bu olayların üstünü kapatalım ya da birlikte karşı koyalım.

‘Devlet yalan söylemez, o yüzden onun tarihi tek doğrudur ve o doğruya kimse karşı koyamaz!’ Bu anlayış devleti savunan her bireyin zihnine işlendi. O devlet eğitim sisteminden geçen her birey Ermeni olayını bir “yalan” olarak algılamaya ve o yalanı tüm dünyaya yaymak için kendisinde misyon edinmiş birileri hep vardır ve var olmaya da devam edecektir.

Eğer soykırım kabul edilirse, soykırım yapan ülkenin mirasını taşıyan ülke doğal olarak tazminat ödeyecek. Türkiye Osmanlı mirasını devam ettiren ve borçlarını da yakın zamanda bitiren bir ülkedir. Bir çok devlet kurumu Osmanlı’da kurulduğu günü kabul eder ve her sene o günlerde toplantılar düzenler.

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden öncede sonra da Osmanlı döneminde yaşanmış olaydan haberi vardır, sonuçlarını ne olacağını bilmektedir. Zamana yayarak bu işi unutturmaya çalışmış ama zaman içinde unutacak yerde daha fazla tartışılır olmuştur. Gelinen zaman diliminde artık bu işi hasıraltı edilemeyecek konumuna gelmiştir. Şimdiki iktidar, olayın daha da çıplak olarak gün yüzüne çıkması için ellerinde olan bütün belgeleri ortaya sermek ile yükümlüdür. Kapalı bırakılan her belge zaman aşımına uymayacak ve her daim önümüzde engel olarak duracaktır. Olaylar çıplak olarak ortaya serilir ve kamuoyu bilgilendirilirse komşu devletler ile olan sorunlu ilişkilerimizin ortadan kalkması için yeni fırsatlar ortaya çıkabilir. Komşusunu düşman gösteren resmi tarih anlayışı artık çöpe atılmak zorundadır.

Tarih yeniden yazılacak, yeni yazılan tarih de tarafların mutabık olacağı yeni bir resmi tarih olacaktır. Bu yeni tarih elbette yönetenlerin çıkarlarına uygun şekilde bir pazarlık sonucunda ortaya çıkacak ve tarih yazıcılarına bu yeni tarih sınırları belli bir şekilde yazılması için sipariş edilecektir.

Devleti idare edenlerin işlediği günahları ve suçları ne yazık ki o ülkede yaşayan her birey ödedikleri vergiler ve alınlarına yazılan kara yazı ile birlikte yaşamak ve kabul etmekten geçiyor. Kısaca her türlü şey bizim mirasımızdır ve üstümüze düşen yükü istesek de istemesek de kaldıracağız... Sadece Ermeniler mi, elbette değil... Geçmişte bir çok olay oldu, yüzümüze kara leke gibi çakıldı. 6-7 Eylül, Varlık Vergisi... uzayıp giden yüz karalarımız var... ama bu yüz karaları işleyenler tarih önünde mahkum edilirse bu yüz karası bizim değil, suçu işleyenlerin olur.

Ermeni tehcir olayı olmasaydı, acaba 6-7 Eylül olur muydu, cesaret edebilirler miydi?

“Bir daha asla!” demek gerek. Bir daha asla demek içinde geçmişin ve bizim katılmadığımız ve parmak izimizin olmadığı olaylar ile yüzleşmek gereklidir ki, yüz kızartan suçların bedeli var, o bedel yüzünden kolay kolay kimse suç işleyemez konuma gelmelidir.


İsmail Cem Özkan

19 Nisan 2015 Pazar

Kan gölünü okyanusa çevirmeyin!

Kan gölünü okyanusa çevirmeyin!

Ulus devletin varlık sebebi sermaye birikimi yapmaktır. Kapitalistler var olan devlet yapısını kendi amaçları doğrultusunda ve ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düzenlemiştir. İmparatorluk bu yeni düzen ile çatışmalı olmadığı sürece biçimsel olarak yaşanmasına izin verilmiş, yazılı ya da yazılı olmayan toplumsal sözleşme iktidarda olanın ihtiyacına göre düzenlenmiştir. Hukuk devleti anlayışı bir anlamda yeni devlet anlayışının ve ihtiyacının sonucunda doğmuştur. Keyfiyet yerine kuralları belli bir düzen içinde yaşamak anlamındadır. Hukuk devlet işleyişinin düzenli, sistemli ve ihtiyaca karşılık veren, tüketimi ve üretimi düzenleyen, çalışan ve işveren arasında ki ilişkileri kurallar ile sözleşme altına alan bir devlet anlayışıdır. 
Kapitalist sistem hukuk devlet anlayışını kendi ihtiyacı sonucunda ortaya çıkarmıştır. Sosyal devlet anlayışı 1917 devrimi sonrası ortaya çıkmış ve kapitalist sistem altında yaşayan işçi sınıfının uysallaştırması amaçlı kullanılmış bir düzenlemedir. Toplumsal sözleşme içinde işçi sınıfına göreceli olarak haklar verilmiş ve bu haklar emperyalist anlayış ile diğer ülkelerden gelen artı değerin ulus devlet içinde yaşayan halk ile paylaşımını ortaya çıkarmıştır. Soğuk savaş bitimine kadar ulus devlet anlayışı içinde sosyal devlet varlığını korumuş ve ortada tehdit edecek bir sistem olmadığında liberal devlet anlayışı ile birlikte ortadan kaldırılmıştır. (Bugün bir çok devlet içinde hala sosyal devlet anlayışının kalıntılarının gözükmesi, o ülkelerin hala sosyal devlet olduğunu söylemek için artık yeterli değildir.) 
Ulus devlet anlayışı içinde sosyal demokratlar sosyal hukuk devleti savunmuşlardır. Bir çok ülkede buna laik devlet anlayışını da eklemişlerdir. Sonuçta var olan devleti savunan ve devletin güçlendirilmesini ve toplum düzenin barış içinde olması hedeflenmiştir. Toplumsal sözleşme toplumsal barışı devam ettirmek ve var olan pastadan sınıflar hakim olanların çıkarına göre paylaşımı düzenlenmiştir. Devlet, hakimlerin ihtiyacına cevap veren soyut bir kavramdır. Devletin varlık sebebi sermayenin korunması ve sermayenin daha da güçlenmesini kapitalist sistem içinde barış içinde olmasına olanak sunar. Kapitalist sistem altında devletin görevi budur. 
Ulus devlet anlayışı bugün yaşadığımız gerçeklik karşısında çaresizdir ve kriz koşullarının daha da derinleşmesine neden olmaktadır, çünkü kapitalist sistem dünya üzerinde hakim olduktan sonra karşılaştığı sorunların üstesinden geçmişte silah ve ilaç sanayisinin tüketimini artırarak aşmıştır. Savaşlar bir anlamda kriz kapısından çıkmak için kullanılan bir çözüm olarak karşımızda dururken, bugün savaş yöntemi ile kriz kısa süreliğine ötelenmesine rağmen krizden henüz çıkamadığımız, girdabın daha da büyüdüğü bir dönemde yaşıyoruz. 
Bugün ulus devlet anlayışı ile eğitimden geçmiş bireylerin hala ulus devlet çizgisi ve ideali içinde sorunlara çözüm aradığına şahitlik ediyoruz. Devletin söndürülmesini anarşi ve kargaşa olacağını ve merkezi bir düzenin olmayacağını savunuyorlar. Ulus devletin varlığı ve tam bağımsızlığı fikri bugün için gelişen yeni üretim ilişkileri içinde tartışmalıdır, çünkü ulus devletler içinde üretiminin ne kadar ve hangi maddeler üzerinde yapılacağına ulus devleti tek başına karar vermez konumdadır. Üretim yapan firmalar, genelde uluslarüstü firmaların acentesi veya taşeron mal üreten firma konumundadır. Hangi teknolojinin ne kadarına sahip olacağına ulus devleti karar veremez ve geliştiremez konumuna düşmüştür. Teknoloji sahibi firmalar üretimlerini dünyanın her hangi bir bölgesine dağıtarak üretim yaptırmakta ve birkaç yerde birden bu üretilen parçaların birleştirmesini sağlayan montaj ilişkisini geliştirmiştir.  Bu durum, ulus devleti var olan evrensel kapitalist sistemin ihtiyacına cevap vermediğini ve yeniden yapılanması gerektiğini George Soros gibi kapitalist sistemin savunucuları bile dile getirmektedir. 
Onlar için devlet düzen demektir. Düzen ise sistemin devam etmesi için gerekli yapılanma ve hukuk anlayışıdır. Ulus devletler, oluşmuş olan yeni üretim ilişki içindeki uygulamaları ve paranın dünya üzerinde ki hareketini zaman zaman yavaşlatmakta ve kriz içinde olan sistemin kriz çıkışı için hızlı bir şekilde devletler arasında ilişkilerin yeniden yapılandırılmamasından kapitalistler şikayet etmekteler. Sovyet sistemin yıkılışının temelinde devletin çökmesi ama beceriksiz ve krizi yönetemeyen yöneticiler olduğu vurgusunu bugün Soros bile dillendirirken, ulus devleti anlayışı içinde sosyalist devrimi ve devrimci durumu tartışanlar kapitalistlerin gördüğü gerçekliği bile görememiş, krize karşı çözüm yolunu geliştirememiş olduğunu da tarih bize acı bir şekilde öğretmiştir. 
Devletin ortadan kaldırılması nihai amaçtır, devletin söndürülmesini hedefine ve politikasına koyamayanlar devletin çökmesi karşısında ne yapacağını bilemeyen ve krizi yönetmeyen şaşkınlar topluluğu olarak karşımızda durabilmektedir. 
Devlet yaşatmak ve ona gereğinden fazla anlamlar yüklemek ulus devleti anlayışında olanların bakış açısında hala durmaktadır, çünkü sosyal devlet anlayışının tek çözüm çıkışı ve bir arada olmanın gereği gibi algı oluşturmaya çalışırken, hakim kültürün daha da hakim olarak diğer kültürlerin o kültür içinde erimesini sessizce fısıldamaktalar. Çok kültürlü, çok uluslu, çok dilli bir devletin yaşayamayacağı ve anarşi ve düzen dışı olacağını kelimeler arasında fısıldamaktalar. Çünkü ulus devleti anlayışı içinde onları düşünmek bile ütopyadır ve gerçekleşmesi imkansız şeylerdir. 
Devlet, uysal insanlar topluluğu ister ve kendi eğitiminden geçirilen bireyleri aptallaştırır. Ulusal devlet anlayışı içinde akıllı bireylerin oluşturduğu devletin yaşama şansı yoktur, çünkü akıllı olanlar kendileri için iyilik düşünen devletin iyiliğini ret etme hakkını kullanacaktır. Ret etmek ise düzenin düzensizliğini beraberinde getirecektir. Devletin varlık sebebi düzen değil midir? Hukuk devleti bunun için sermaye sahipleri tarafından bir toplumsal sözleşme ile hayata geçirilmemiş miydi?  Devleti savunanlar bir anlamda uysal bireyler topluluğun oluşturmuş olduğu toplumsal sözleşmeyi düzen adına kabul ederler... 
Devletin olduğu yerde toplumsal sözleşme kaçınılmazdır ama hakim kimse onun çıkarına uygun olarak biçimlenir. "Hukuk iktidarın fahişesidir." Hukuk devleti isteyenler bir anlamda kimin (hangi sınıfın) düzenini istediklerini iyi bilmek ile yükümlüdürler. 
Devlet, sadece düzen kurucu olarak algılandığında dahi, kimin ve hangi sınıf adına iktidarda olduğu önemlidir. Devlet sonuçta bir baskı aracıdır ve içinde bulunduğu kapitalist sistemin tüm karakteristik özelliklerini taşır, ancak yeni oluşacak ve yeni bir sınıfa ait devlet bu kapitalist devlet anlayışının üstünde daha özgürlükçü olmak ile yükümlü ve özgürlüğü ve geriye dönüşü engelleyecek yeni bir toplumsal sözleşme yapmak ile yükümlüdür. Sınıfların ortadan kalktığı bir dünyada devlet denen mekanizmaya ihtiyaç olup olmadığını onu görenlerin sorunu olmalıdır ama nihai hedef devletin ortadan kalktığı ve geriye dönüşün olamayacağı yeni insanın ve sistemin yaratılmasıdır. 
Kapitalist sistem içinde biçimlenen devleti olduğu gibi koruyan ve reform eden anlayış var olan sistemin kötü bir kopyası ve daha baskıcı devlet olmayacağını kim garanti edebilir? 
Devleti söndürmeyi ve yok etmeyi teoride hedefine koymayan her hareket ve düşünce yapısı bugün ki rejim içinde sadece reform yapmayı ve reformist anlayış ile kendi diktatörlüklerini kurmayı arzulamaktan başka şey yapamazlar.
Rejim ile mücadele ederken, sistemi hedef almayan ve yeni sistemin içinde devletin güçlü olmasını savunan her hareket bugünün kötü bir kopyasını savunmaktan başka bir anlam ifade etmez... 
Oluşmakta olan yeni devlet anlayışı içinde ulus devleti savunmak bugünün daha gerisini savunmaktır. Ulus devletin insanlık tarihine kazandırmış olduğu kan gölünü, okyanus yapmaktan başka bir anlam ifade etmez!
İsmail Cem Özkan