Öze dönen düşünceler…
Toplumumuzun kara noktaları o kadar fazladır ki, o kara noktalarda neler
yaşandığını kimse tam olarak bilemez. Ortada fısıltılar, destanlaştırılmış
hikayeler dolanır ama kimse o karanlık zaman diliminde gerçekten neler
yaşandığını bilemez ama sonuçları hep ortadadır. Azalan, yok olan ve bir birine
kuşku ile bakan halklar, kültürler arasında ayrılmanın daha da derinleştiğine
şahitlik ederiz.
Karanlık noktalar miras aldığımız Osmanlı döneminde de olabildiğince
çoktur. Fıtrat dönemi diye adlandırılan dönemlerde, ne zaman iktidarda zafiyet
gösterse Alevi katliamı ortaya çıkar, zafiyetin üstü örtülür. İmparatorluk
sınırları içinde geçmişte ulus devlet kavramı yokken ulus kırımından daha çok
mezhep, din katliamları, hatta soykırımları olurdu. Fransız devrimi sonrasında
batıdan başlayarak doğuya doğru ulusların bağımsızlık savaşları ve sonuçlarını
imparatorluk yaşayarak öğrendi.
Balkanlarda baş gösteren savaşlar Osmanlı tabası içinde yer alan Müslüman
azınlığın üzerine dış destekli Bulgar, Sırp, Yunan haklarının oluşturmuş olduğu
milisler elleri ile katliamlar gerçekleştirildi, korku ve güvensizlik bir
Balkan devleti olan Osmanlı’yı doğuya doğru çekilmesine sebep oldu. Osmanlı
Balkanların küçük bir toprağında, yani Trakya ile sınırlı topraklarda kalmaya
mahkum edildi. Her savaş, her anlaşma Osmanlı’nın bir parçasının kopması
anlamına gelmektedir. Ulus devleti fikri ve yayılması batı toplumlarını atomize
ederken, aynı şey ve daha ağrı Osmanlı toprakları içinde geçerli oldu. Her ne
kadar kendi sınırları içinde sermaye birikimi yapan devletler, geçmişin
birikimi ve aşağılık kompleksini bir anlamda parçalayarak ve yeniden oluşturan
devletler ile yok ediyordu. Bu devletler aracılığı ile ihtiyaç duyduğu emek ve
mal girdisini en düşük maliyetten kendi ulusu içinde oluşan burjuvaziye
aktarıyordu. Feodal dönemden kalan emperyalist fikrine yeni doğmuş kapitalist
sistem yeni anlayışlar ve bakış açısı getiriyordu.
Osmanlı imparatorluğu kendi değimleri ile Devlet-i Aliye yok oluyordu,
içinde ulus devletinin nüvelerini balkanlarda oluşturuyordu. Balkanlarda sıcak
savaşın içinde ve parçalanan, yok olan devlet yeni bir kimlik ile geleceğine
sarılıyor ve bunun için Türk kimliğini keşfediyordu. Aslında batı zaten
Osmanlıya Türk diyordu, bir anlamda batının söylediği kimliğe sahip çıkılıyordu.
Batıdan esen rüzgarın doğuda hissedilmesi kaçınılmazdır, çünkü gök kubbenin
altında esen rüzgar eşit olmasa da her yere yayılıyordu. Osmanlı bu yeni gelen
dalgaya karşı kendisini savunacak bir yapı oluşturamamış, zor ile baskıyla
ayakta kalmayı seçmişti. Abdülhamid’in oluşturmuş olduğu ‘İstibdat Dönemi’ bu
yok oluşa doğru gidişi ertelemiş olmasına rağmen yok edememiştir. Yıldız Sarayı
içinde her kişiden kuşkulanan bir imparator, saray içinde yeni bir dünya
kurmuş, elde ettiği jurnaller ile ülkede karanlık bir bulut gibi esmiş olmasına
rağmen, Zeytun ve Sason’da Ermeni ayaklanmasını engelleyememiştir. Hamidiye
alayları ile doğuda yaşayan Hristiyan ve diğer dinlere yönelik baskılar artmış,
yerel ve geniş alanlı katliamlar yaşanmış olması dahi gelişmeleri
engelleyememiştir. Karadeniz ve doğuda Hristiyan azınlıkların boşalttıkları
yerlere Kürtler yerleştirilmesi bile sorunu ortadan kaldırmamıştır.
İttihat ve Terakki Partisi bir darbe ile istibdat dönemini sonlandırmış,
yeni gelen rejim eskisini aratmayan yeni bir tek parti diktatörlüğünü
kurmuştur. Bir anlamda savaştığı ile benzeşmiştir. Alman hayranlığı bu istibdat
döneminin tipik benzerliğidir, orduyu kuran yeni devletin biçimlenmesine örnek
teşkil eden Alman disiplini, yeni bir sürecinde belirlenmesine etkin olarak
kendisini hissettirecektir. Devletin ricası üzerine Kassel'deki 22. Prusya
Tümeni Komutanı Liman von Sanders, Kayzer II. Wilhelm tarafından atanacak, Türk
Ordusu Genel Müfettişi olarak göreve devam edecekti. Alman subaylar Türk
askerini eğitecek ve kendi disiplini aşılayacaktır, bu sırada Alman devlet
yapısı ve düşünce yapısı da doğal olarak Osmanlı devletinin yeni yüzü
olacaktır.
Osmanlı ister istemez Avrupa’da savaşın Fransa sınırında kilitlenmesi
üzerine savaşın ilerleyebilmesi için savaşa dahil edilmiş ve yeni paylaşım
projesi hayata geçmiştir. Osmanlı parçalanmaya devam edecektir. Bu parçalanma
alanının da elde kalan doğu ve güney bölümün olması kaçınılmazdır. Churchill
kestirmeden gidip savaşı hemen kazanmak istemiş ve Çanakkale savaşı olarak
bildiğimiz çıkarmayı yaptırmış ve kaybetmiştir. Bu savaş olurken Ermeni sorunu
çözüm yolu olarak ‘tehcir’ politikası hayata geçirilmiştir. Savaşın olduğu bir
dönemde, Ermeni askerlerin ve sağlık çalışanların cephede olduğu bir anda savaş
gerisini boşaltmak adına ülke sathında yer alan tüm Ermenileri (istisnai
yerleşim yerleri vardır, orada ki Ermenilere daha sonra ellenmiştir.) güney
toprakları olarak görülen çöllere sürülmesi planlanmış ve bir disiplin içinde
hayata geçirilmiştir. Topraklarından, köylerinden alınan Ermeniler önce toplama
kamplarında toplanmış ve sonra çöle doğru yol alınmıştır. Yol boyunca çeteler
ve yağmacılar tarafından saldırıya uğramış, saldırı sonucunda hayatta
kalanların önemli bölümü salgın hastalıklar ve bit ve pireler yüzünden hayata
veda etmiştir.
Bu olayın sonucunu bugün dahi hissetmekteyiz. Ermenilerin boşalttıkları
köylere yağmalayanlar yerleşmiş ya da göçerler yerleşik hale gelmiştir. Bugün
dahi devam eden ‘ganimet arama’ bahanesi ile boşaltılan evler ve kişilerin
temelleri delik deşik edilmekte ve yağmalanmaya devam edilmektedir.
O günleri yaşayanlar bu olayın gün yüzüne çıkması sonucu kendisini savunan
bir çok açıklamalarda bulunmuştur. O dönemin sorumluları ve yandaşları genelde
savunmalarını; “yok Ermeniler devlet istemeseydi bu olmazdı, Ermeni örgütlerini
yargılamak gerek, Osmanlı sadece ülkesini savundu... Hangi devlet içinde başka
devletin doğmasına, izin verir…” Bugün de ek olarak “o dönemin lideri Talat
Paşa haklı olarak önlem aldı” diye cümleler kurar oldular...
Suç işleyen değil, kurban olan bu ülkede mahkumdur anlayışı devletin genel
bakışı içinde hep varlığını korumuştur. Devletin bu anlayışı eski solcu -
devrimcilerin ağzında şimdilerde Ermeni Sorunu tartışırken yeniden hayat
buluyor... Eski değim ile ‘velev ki Ermeniler devlet kurmak için silahlandı ve
ayaklandı, Osmanlı topraklarında özgür alanlar yarattılar, şimdi Kürtler de
yarattı. Bütün Ermenileri çöle sürerek yolda imha etmek mi devletin büyüklüğünü
gösterir? Şimdi tüm Kürtleri nereye süreceksiniz?’
Devletin büyüklüğü sürgün yapmak, öldürmek, kıymak mıdır? Başka çözüm
yolları neden akıllara gelmez, “Yahu kardeşim tamam haklı sebepler ile
ayaklanmış olabilirsiniz, gelin şimdi birlikte yaşamanın koşulları ne, önce onu
bir konuşalım” demek çok mu lükstür? ‘Adam konuşmuyor, silah sıkıyor, o halde
bende silah sıkarım’ demek devleti elinde bulunduranlar için ne kadar haklıdır?
O silah sıkanlara ortam hazırlayan bizzat devletin uyguladığı politika değil
midir, onu yaratan ortamı yok etmek neden çok karmaşık ve zor gelir? Savaş
gerisi olarak görülen yerer savaş cephesinden çok uzak olmasına rağmen, neye
göre cephe ve neye göre cephe gerisi tespit edilmiştir?
O dönemin savaş koşullarında, sürekli kaybeden bir ülkenin politikacısı ve
askerleri tek seçenek olarak; ‘öldür, yok et’ stratejisini seçmiş olmaları ve
bu tercihlerin yanlışlığını kabul etmek neden bugün çok zordur. Dün Osmanlı
meclisinde, İttihat ve Terakki partisinde kurucu olan Ermenileri yok say,
ciddiye alma, onların temsilcilerini hain olarak gör, halkı da toptan yok et
anlayışında olanların düşünce takipçileri bugün ellerinde olanak olsa bütün
Kürtleri de yok edecekler! Kürtlerden sonra mutlaka yok edilecek birileri ve iç
düşman mutlaka bulunur... O anlayışın takipçileri için Ermeniler gitti, Kürtler
gidecek ama sonra başka düşman mutlaka bulunacaktır…
Eski solcuların önemli bir bölümü İttihat ve Terakki Partisi özüne dönmüş
gibi, onun ağzından Ermeni Sorununa bakar buldum... Bu bakış açısının mahkum
edilmesi şarttır, çünkü bir daha bu ülke ve başka topraklar üzerinde geçmişte
karanlık noktalarda yaşadığımız kıyımların, cinayetlerin bir daha olmaması için
o koşulları hazırlayan ortamların yok edilmesi şarttır.
“Komşuma dokunma!” demek o kadar güç bir şey olmasa gerek, komşuma dokunanı
mahkum ediyorum, bir daha asla demek o kadar çağ dışı bir kavram olmasa gerek…
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder