9 Aralık 2023 Cumartesi

Sen Hamlet değilsin!

Sen Hamlet değilsin!

 

Bir karavan kampı içinde hayatlarını devam ettirmeye çalışan bir seramik ustası, fakat seçtiği müzik, giydiği kıyafet, karavan üstünde sembolü ile bizi yaşayan 68 kuşağının bir parçası olduğunu hissettiren bir hava var. Sahnenin bir yanında kahvesini yudumlayan saçı sakalı birbirine karışmış genç ve sahnenin orta kısmına doğru önündeki kitaplar ve yazı masası olan bir kadın…

 

Üç insan bir sahnede belki henüz oyun başlamadan bize mesaj veriyor…

 

Günümüzde olduğu hissi ise çalan müzik, içerikten daha çok cep telefonu ve hoparlöre bluetooth ile bağlı olması, bir müzik sitesinden seçilen müzikler. 

 

Bugünden geçmişe bakış ya da geçmişin bugün ile yüzleşmesi…

 

Seyirciler salona girerken, ellerinde ki biletlerin üzerindeki rakamları izliyor. Seyirciler karanlığın içinden süzülen ışığın altında gelecek seslere, hareketlere, belki de sadece eğlenmek, belki de bir anlık durumuna uygun bir şeyler duymak için oradalar. Sahnede üç insan, salonda onlarca insan... Sahnede bulunanlar sanki seyirci yokmuş gibi kendi rollerine hazırlanıyorlar, seyirciler de seyretmeye hazırlanıyor, cep telefonlarını sessize alıp, bir grup insan ise sahneyi cep telefonun kamerası ile kayda alıyor…

 

Oyun başlama saati geldi.

 

Oyuncu ilk sesi verir ve oyun başlar… Sessizce söylenen artık ses ile söylenmeye başlar.  Kostüm, dekor, müzik: harekete ve sese dönüşür…

 

Çocuklar, seçemedikleri ebeveynleri, terk edilmişlikleri, yalnızlık içinde ama hep bir aradaymış gibi yapılarak büyümeleri… Oyunun kırılma noktasında seçmenin ne kadar güç olduğu, özgüven eksikliği, kulaktan dolma inançların hayatı nasıl biçimlendirdiği, trajedinin komediye dönüştüğü, yaşayan ve sorgulayan için ise drama dönüşen kara mizahın bir parçası olduğunu görüyoruz… Kendi günlük sorunları ile uğraşan ama çözüm arayışı yerine var olan ile idare eden, sorunları zamana yayan bir anne… Hayatına biçim veren yıllara duyduğu özlem ve o özlemi yaşayarak, tercih etmek zorunda kaldığı hippi yaşam (burada sembol karavan ve kamp) gösteren, sanki yıllar geçmemiş gibi o saflığı arayan bir annenin iki farklı babadan olan çocukları ile anlık yüzleşmesi… Kırılma noktası, çünkü yüzleşme bir anlamda parçalanma demektir…

 

Olayın kurgusu anne (Leyla) çocuklarına bir açıklama yapmak istediği gün başlar, o önemli açıklama üçüncü evliliğin bir panoya asılan yazı ile ifade edilen duyurulmasıdır. Söz direkt söylenmez, çünkü direkt söylemek Leyla’ya göre kötü şans getireceğine inanç vardır, dolaylı, dolaşılarak söylenir ama etkisi değişmez.  Leyla’ya Taylan’ın amcası, kocasının kardeşi yıllar sonra evlilik teklif etmiştir ve kabul görmüştür. Fakat geçmişin kötü anları Taylan’da canlanmıştır, çünkü amcası kardeşini solcu diye ihbar etmiş, Metris cezaevinde ölümüne giden yolu açmıştır.

 

Kardeş, kardeşi bir anlamda öldürmüştür…

 

Leyla dul kalmıştır ama kısa süre sonra yaşam tercihine uygun olarak başka bir erkek ile evlenmiştir. O evlendiği kişiden de kızı Lerzan hayata gelmiştir. 

 

Leyla, Lerzan ve Taylan ile karavanda yaşamaktadır ama kullanmadıkları evleri de vardır, henüz satılmamıştır, o evde yaşanmış anılar vardır. Kısa sürede anlaşılacağı üzere o ev amcanın Leyla'ya evlilik etme sebebidir.

 

Taylan bu haberi duyar duymaz annesinin kararını değiştirmek için sert tepki verir, çünkü bilmektedir; amcası babasını öldürdüğünü! Bir anlamda verilen tepkiler ile Shakespeare’in Hamlet’i şimdiki zaman içinde Taylan’da vücut bulmuştur.

 

Taylan bir cafe’de çalışmaktadır ama aynı zamanda oyuncu olmak için seçmelere hep Hamlet oyunu ile katılır. Hamlet ile kendisini eşitlemiştir.

 

Lerzan ise abisinin aksine analitik düşünmekte ve hayata matematik kuramları arasından bakmaktadır. Yalnızdır, çaresizdir, çıkış kapısını tek başına bulacak kadar da cesareti yoktur, çünkü anne onu öyle bir markaja almıştır ki, o çemberin içinde kaderi ile baş başa gibidir. 

 

Taylan 68 kuşağı içinde bizim tarihimiz içinde sembolik bir isimdir. Bir dönem bir çok anne ve baba çocuğuna Taylan ismini vermiştir. Devrimci ve 68 ruhunu Taylan ismi ile sembolize edilmiş ama o Taylan kendisini bir oyun kahramanı ile özdeşleştirmiştir, bir anlamda kendisini ifade ederken yaşamdan kopuk, yaşamın içindedir… Sınırlanan bakış açısı içinde tepkisini yüksek ses ile ve keskin hareketler ile verir…

 

Oyunun içeriğine çok girdik ama bizi esas sahneye bağlayan ise oyuncuların performansıdır… Nesrin Kazankaya (Leyla) o kadar başarılı bir şekilde hayat verir ki, evet o 68 kuşağının saf, isyankar, barış, sevgi ve “çakarları” kıran, belirli anları seçerken dinsel ritüellere bağlı, o ritüellere uyduğunda mutlaka mutlu ve eklediği olacakmış hissi içindedir ve onu başarılı bir şekilde tepkileri, çocuğunu kucaklaması, çocukları ile diyalogu, seçilen dans figürleri, seçilen müzikleri ile o anne kucağını göstermektedir…

 

Nesrin Kazankaya yanında Barış Yalçınsoy ise gerek sesi, gerek hareketleri ile oyunun odak noktasındadır… O bir anlamda Hamlet’i canlandırır, diğer anlamda Taylan’dır… Annesi ile sevgi- nefret ilişkisini o kadar iyi vermektedir ki, yüzüne fırlatılan alçılı su, o su ile oluşan duygu kabarması ve annesi ile yüzleşmesi… Birbirini anlamayan aslında kelimelerin derinliklerinde anlayan bir yüzleşmedir. Leyla oğluna kendi gerçekliğini, oğlunun gerçekliği içinde açıklar: “sen Hamlet değilsin!”.

 

Biraz gölgede kalmış gibi hissetmişsinizdir kızı Lerzan (Liona Süzme), fakat öyle değildir. O, o kadar başarılıdır ki, seyirci ile yaptığı diyalog, oyunun ana damarını sessizce ve inceden inceye çizmektedir. Yurtdışına gidişi ve dönüşü, aslında onun çizdiği alan içindedir tüm çatışmalar. Aracı olmak istemektedir, fakat annesini de çok sevmektedir. Farkındadır ama güçsüzdür. Benim gözümde canlandırdığı rolüne verdiği o masum duruşu, sesi, şarkılarda ki vurguları ile öne çıktı…

 

Oyunda başarılı oyuncular bir birinin başarısını daha görür kıldı, hepsinin başarısı oyunu bir bütün görmeleri, her anını her sahnesini o ortak duygu üzerine inşaat etmeleridir… Müzik, dekor, kostüm, konu, ışık öyle birbirinin besliyor ki, seyirciye olayın örgüsü bilinçaltına ilmek ilmek işleniyor… bir anlamda 68 kuşağı, diğer anlamda modern insan eleştirisinin kara mizahi yorumunu oyunda görmüş olduk…

 

İsmail Cem Özkan

 

Sen Hamlet değilsin

Yazan, Yöneten: Nesrin Kazankaya

Dramaturji: Şafak Eruyar

Yönetmen Yardımcısı: Barış Yalçınsoy

Dekor Tasarımı: Sabahattin Özbakır

Işık Tasarımı: Önder Ay

Kostüm Tasarımı: Nilüfer Moayeri

Reji Asistanı: Liona Süzme

Oynayanlar: Nesrin Kazankaya, Barış Yalçınsoy, Liona Süzme

7 Aralık 2023 Perşembe

Güneş doğuyor mu, batıyor mu?

Güneş doğuyor mu, batıyor mu?

 

İnsan gölgesine bakarak güneşin doğduğunu ya da battığını anlayamaz, biri için batarken diğer için doğar belki güneş, bulunduğunuz noktaya göre değişir.

 

Türkiye'de var olan sol ile aramda mesafe gün geçtikçe uzuyor, belki onlar batan güneşe doğru duruyor ya da ben! Gölgeler uzamakta, nedeni ise tarihe bakış açımız ve tarihi yeniden yorumlama anlayışımızdan kaynaklanıyor...

 

Türkiye devletini Osmanlı İmparatorluğunun devamı olarak düşünüyorum, imparatorluktan ulus devlete dönüşüm olarak adlandırıyorum.  Sermaye birikimi yaratılarak burjuva kültürünün oluşumu için ulus devleti Sevr Antlaşması ile kaybedilen topraklar üzerinde, son Osmanlı imparatorluğu meclisinin aldığı karara uygun olarak yeni bir isim ile kurulması olarak algılıyorum...

 

Kurtuluş savaşı adı verilen savaşın aslında "kurtuluş" olmadığını, yıkılan dağılan devletin yeniden "kurulma"sı olması olarak okuyorum. Son İstanbul'daki Osmanlı Meclisi Ankara’da kurulan ilk meclis olduğunu ve devamlılık arz ettiğini, son Osmanlı meclisi ile karar altına alınan Mîsâk-ı Millî kararları ile ulus devletinin sınırlarının çizildiğini düşünüyorum...

 

Mudanya Mütarekesine kadar İngilizler ve emperyalistler İttihat ve Terakki Partisinin ayakta kalan örgütlenmesi ve lider kadrosunun rüştünü ispatlaması beklemiş… Ve o mütareke ile yapılan antlaşma ile İngilizlerin gözetiminde Yunanlıların işgal ettiği alanlardan çekilmesi ile sonuçlanması ile yeni devletin sınırlarının çizilmesi ve bu çizilen sınırların Lozan ile kayıt alması olarak okuyorum...

 

Yunanlıların kapitalist bir devlet olmadığı, emperyalist devletlerin doğal olarak "maşası" olması yüzünden İzmir’e yapılan çıkarmanın bir işgal olduğu, bunun da Ankara’da oluşacak devletin alt yapısını ve kitlesel desteğin sağlanması için yapıldığını düşünüyorum. Bu sayede Avrupa’da oluşan "hasta adam" tanımlı "Türk sorunu" kavramının ortadan kaldırılması hesaplanmış (İngiliz ve diğer emperyalist devletlerin oluşturduğu stratejiye uygun olarak) diye okuyorum...

 

Anadolu ve Mezopotamya topraklarında oluşan devletin, balkanda oluşmuş olan imparatorluğun taşınması olduğu fikrine sahibim... Ankara merkezli devlet aslında balkan devleti olan Osmanlı İmparatorluğun farklı coğrafya içinde yaşaması ve devamı oluşumu olduğu fikrini savunuyorum...

 

Ankara merkezli devletin yeniden kurulması ile İstanbul merkezli hükümetin tasfiyesi ve ulus devleti kurulması için oluşan tüm engellerin ortadan kalkması ile ülke içinde sermaye birikimi devlet eli ile yaratılarak bir burjuva yaratılması sürecidir...

 

Bir burjuva devleti olabilmesi için sermaye birikimi şarttır ve o koşullar altında Anadolu’da bir yerli ve milli burjuva yoktur ve o yüzden İzmir İktisat Kongresi ile alınan kararlar ile “karma ekonomi” adı verilen bir burjuva yaratma süreci devlet eli ile oluşturulmuştur. Sanayileşme bir anlamda demir yolu ağının ülke sathında kurulması anlamındadır, o yüzden Onuncu Yıl Marşında dile getirilen demirağ'ı bir anlamda burjuva yaratımının dillendirilmesinden başka anlamı yoktur...

 

Ulus devleti kendisini korumak için yapmış olduğu tüm “devrim” adı verilen reformlar zaten İttihat ve Terakki Partisi programında olan ve gerçekleştirmesi için atılan adımların somut hale getirilmesidir...

 

İttihat ve Terakki Partisi gerçek anlamda tüzüğüne ve stratejisine uygun iktidara gelme süreci Ankara merkezli iktidarın kurulması ile gerçekleşmiştir... Tek adam ve tek düşüncenin ülkeyi nasıl felakete götürdüğü gerçeği ile yüzleşilmesi ve onun eleştirisi olarak oluşur, fakat Ankara merkezli yeni devletin Osmanlı tek adam yüzleşmesinin eleştirisi değil, aynada yansıması olarak biçimlenmiştir.

 

İktidar kavgasının bu tek adam tartışması üzerinden olduğu ve tek adam rejimi ile birlikte yönetim konusunda fikir ayrılıkları partinin kadrolarının tasfiyesi ile sonuçlanmıştır... "Devrim kendi çocuklarını yemiştir", onu da İstiklal Mahkemeleri ve suikastlar ile gerçekleştirmiştir.

 

Ulus devleti anti-emperyalist bir savaş sonucunda kurulmamıştır, tersine emperyalist devletlerin beklentisine uygun, anti-komünist ideoloji temelinde kurulmuştur.

 

Devletin kurucularının belirlediği, stratejilere uygun tek parti, tek lider, tek ideoloji, tek din (Lozan'da kabul edilmiş azınlık kavramı ile belirlenen dinler ayrı tutularak), tek mezhep, tek bayrak, merkezi planlanarak karma ekonomi ile burjuvazi yaratma ve o süreç sonunda kapitalist devletler ile entegre olmuş ( batı medeniyetleri örnek alınmıştır, hedef “muasır medeniyet” seviyesine çıkarmak olarak belirlemiştir.) Kapitalist bir ulus devlet oluşturmaktır.

 

Ulus devleti kurmanın tek amacı vardır; sistemi kapitalist yapmak ve biriken sermaye ile ülkenin sanayileştirerek kalkınmasını sağlamak ve ileri aşaması olan küresel çapta oluşan rekabet koşullarına uygun yerli ve milli sermaye şirketlerin yer almasıdır...

 

Ulus devleti içinde yer alan ve Osmanlıdan miras kalan çok kültürlü, çok uluslu yapının parçalanması ve homojen bir devlet oluşturulmasıdır. Kürt, Alevi ve sonradan ülkeye göç etmiş ya da yerli Türk olmayanların Türkleştirilmesi ve sünnileştirilmesi devlet politikasıdır...

 

Ankara merkezli ulus devleti kurulduktan sonra 12 Kürt isyanı olması tesadüfi değildir, çünkü İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda ve sonrası Lozan’da yer alan Kürt temsilcilerin isteklerinin yok sayılması, göz ardı edilmesi bir anlamda Kürt ulusal mücadelesini bir bütün olarak çıkarmasa da parçalı çıkmasının temeli olmuştur. Dersim isyanı adı verilen katliam ile ulus devleti bir anlamda homojen devlet olarak kuruluşunu ilan etmiştir...

 

Hatay'ın daha sonra Türkiye’ye katılması ile Mîsâk-ı Millî sınırlara büyük oranda ulaşıldığı ve yayılmacı istemlerin olmadığının ilanı "yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesi ile dış politika devlet politikası olmuştur... Bu dış politika Kıbrıs ve Suriye iç savaşı (Arap Baharı) sırasında bozulmuştur, henüz yerine devlet politikası oluşturulmamıştır...

 

Tarihi bu açıdan bakınca elbette "Kemalist Devrim" adı verilen geçmişten bir anlamda kopuş, yüklenen anlamları ve uygulamaları farklı algılıyorum ve devletin resmi söylemi ve tarih anlayışı dışında düşünmeme yol açıyor...

 

Resmi devlet tarihi anlayışı ile devrimci bir siyaset ve sol bir politika oluşturulmayacağını savunuyorum, o yüzden var olan tüm resmi olanın dışında var olanları aramak, bulmak ve yorumlamak solun görevi olduğunu ve ona uygun yeni bir bakış ve duruş ile yeni bir gelecek için devlet projesi oluşturabileceğini düşünmekteyim...

 

Tarihi ayrıntılar içine sıkıştırıp bütünü görmeyi ortadan kaldırabilirsiniz, duruşunuzu öyle bir noktaya konumlandırırsanız ki, örneğin sınıfsal bakış açısı içinde işçi sınıfı, ezilenler tarafından konumlandırırsanız hangi etnik kökene bağlıysanız oradan aynı yere bakın farklı şeyler göreceksiniz... Her durduğunuz nokta size başka kapıların ve hayatın bir yönü ile karşılamanızı sağlayacaktır.

 

Sosyalistlerin birincil görevi fakirleri övmek ve onları "işçisin işçi kal" diyerek örgütlemek değildir, tersine onları burjuvaların kültür birikimine ve hayat standartlarına taşıyacak yolların açılması için mücadele yolları bulmasıdır... İşçi devleti burjuvaların kullandığı hakların işçilerinde kullanmasını ve eşitsizliği ortadan kaldırılmasıdır... Kısaca sınıfı ortadan kaldıracak ama devleti de mutlak yapmayan ve çözülmesine yol açacak bir devlet anlayışını geliştirmesi gereklidir... Devlet var olduğu sürece sınıflar var olacaktır, sınıfların olduğu yerde ise ne özgürlük, ne demokrasi ne de eşitlik olur...

 

Tarih devletin eğitimine uygun yorumlandığı sürece bağımsız ve özgün bir mücadele ortaya çıkamaz. Sol günümüzde olduğu gibi muhafazakar olur, tutuculaştığını içinde yaşadığımız anın sorunlarına çözüm üretmek yerine güçlerin birinin peşinde olmasını ortaya çıkarır...

 

Bugün ülkemizde sol gerçek anlamda yoktur, var olduğunu iddia edenlerin ise laiklikten bahsetmesi ile ne kadar ulus devleti bakışı içinde olduğu gerçeği ile karşılaşırız... Üniter devlet anlayışı ile Kürtlerin istemlerini göz ardı eden, onların kurtuluşu ancak bizim liderliğimizde, bizim izin verdiğimiz koşullar altında olacak demek ve üstten bakışın bir yansıması olarak ortaya çıkar...

 

Ulus devleti, laik bir devlet oluşturmadı ülkemizde. Eğer oluşturmuş olsaydı homojen toplum olma yönünde bir eksiklik olarak görürdü, o yüzden halifelik ve Şeyh'ül-İslam kavramını Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bir kurum kurarak ve bu kurumu anayasada değiştirilmesi “teklif dahi edilemeyen” maddeler arasına koyması ile laiklik kavramının ölü doğmasına neden olmuştur... O yüzden Aleviler bugün dahi Cem Evleri konusunda mücadele etmesi şaşırtıcı değildir, çünkü homojen devletin oluşumunda aldığı karar Alevileri asimile edip Sünni bakış içinde eritilmesidir...

 

"Eşit vatandaşlık" kavramı kuruluşunda da olmamıştır, sonra da olmamıştır, sanki ülkede eşit vatandaşlık kavramı varmış gibi algı oluşturulmuştur... Eşit vatandaşlık kavramı belki hukuk maddesi içinde yazılmıştır ama hayatın içinde ve uygulamalarda hiç olmamıştır...

 

Bugün de yeni burjuva devleti  kuruluşunda olan sorunlar varsa ve çözülmemiş demektir ki devlet politikası gereği yaşamaya devam ediyordur, çünkü sorunu devlet yok saymış ve "ülkede bilinmeyen dilde konuşan vatandaşları" görmezden gelmiştir...

Sorun vardır ve hala çözülememiştir...

 

Bugün muhalefet çözülemeyen sorunlara yanıt bulmak zorundadır, fakat devlet tarihi anlayışı içinde olunca sorun var deniyor ama çözüm yolu açıkça ortaya konamıyor...

 

Ne yazık ki ben de sol ile aramda oluşan bu tarihe bakış açısından kaynaklanan bir uzaklık gün geçtikçe kendisini daha fazla dayatır oluyor, çünkü devleti resmi tarihe göre tanımlayanlar ile ortak bakışım flulaşıyor...

 

İsmail Cem Özkan