15 Mart 2013 Cuma

İşbirlikçiler ve fırsatçılar!


İşbirlikçiler ve fırsatçılar!

“Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.”
Ahmet Arif

Geçiş dönemlerinde her toplum değişim karşısında direnemez, bir şekilde olumlu ya da olumsuz yönde değişimler geçirir. Batı dünyası içinde hayal kurarken, bir anda (30 yıldan fazla süren bir süreçte) Ortadoğu ülkesi olmaya doğru hızlı bir şekilde çöl kumları gibi savrulurken, her bir parçacığın yerli yerinde durması ve değişim karşısında direniş göstereceğini sanmak saflık olur.
Geçmişin sol söylemlerini kullanarak bugün sağ liberal çizgiyi sol gibi gösterenlerin olduğu gibi, Kürt ulusal mücadelesinin kazanımlarından faydalanmak için bir anda annesinin ya da babasının ya da onlara bir bağı olanların Kürt soyundan olduğu gerçeğini yakalayanlarda bu çöl rüzgarı içinde savrulmaya devam ediyor.
Her toplumun içinden itirafçı, sağcı, solcu, fırsatçı ve işbirlikçi çıkması kadar doğal bir şey yok. Çünkü toplumlar homojen olamaz, heterojendir ve dış etkiye dışarıdaki ışıklı hayata eğimli bireylerini içinde oluşturur, geliştirir ve hatta korur. Toplumun içten içe çürümesinin temel nedenleri içerisinde, işbirlikçi tutum içinde olanların katkısını küçümsemek ve o işbirlikçilerin göreceli başarılarını büyüterek veya görmezden gelerek toplumun içinde barınmasına ve gelişmesine olanak vermektir.  
Bugün sol düşüncenin hakim olduğu topluluklar veya cemaatler otuz yıl öncesi aidat duygusunun zayıflamasının temelinde bu işbirlikçileri kendi içlerinde barındırmaları ve onların elde etmiş olduğu maddi ya da manevi kazançlarını paradigmalarında kullanmaya çalışırken, kullanıldıklarının farkında olmalarından kaynaklanıyor.
Toplumun temeline oynamak istiyorsanız, o toplum içinde işbirlikçiler bulun ya da yaratın. Onlar size o toplumun tüm bireylerini olmazsa da büyük bir bölümünü getirecektir. 30 yıl içinde Ortadoğu ülkesi olmamızın temelinde bu işbirlikçilerin iş bilir müdahalelerini görebilirsiniz. Sol örgütlerin ve yapıların toplumsal olmamasının temelinde bu işbirlikçilere gösterilen güven ve adam yerine koyma yattığını görebilirsiniz.
Erk sahibi, toplum içinde aydın veya önder olduğunu gördüklerini işbirlikçi yapabilmesi için maddi ve manevi araçları / kişinin zayıf yönlerini ve aile bağlarını bilerek kullanır ve kendisine daimi ya da geçici olarak bağlar ve işi biter bitmez o işbirlikçileri unutur. Geçici olarak adam yerine konmuş yarı aydın ya da önder kişiler ise tarihin çöplüğünde yerlerini almışlardır ya da almaya devam edeceklerdir. Bunları bilen Gandhi işbirlikçiler ile mücadele ederek bağımsızlık yürüyüşüne başlamıştır. Dayak yiyin ama işbirlikçi olmayın der. Dayaktan kurtulmak için işbirliğine başlayan birinin yapmayacağı (kendi toplumuna) kötülük yoktur.
Ülkemiz içinde bazı eski solcu gibi görünenlerin bugün erk sahibinin ihtiyaçlarına cevap veren açıklamaları karşısında savunma konumunda olunmasını anlamıyorum, çünkü erk sahibinin lehine davrananların işbirlikçi olduğunu ve geçmişlerinde de işbirlikçilik yönlerinin saklı olduğunu araştırarak bulabilirler. Hiçbir kişi bir anda işbirlikçi olamaz, işbirliği için ortam hazırlanır ve ortamın sonucu ortaya çıkarlar.
Sol liberal olduklarını söyleyenlerin çoğu zaten hiçbir zaman solcu ve Marksist olmamışlardır. Geçmişte Marksizm bayrağını üstüne örtenler, bugün erk sahibinin bayrağını üstüne örtüyorlar. Olan aslında bundan ibarettir.
Erk sahibi bilir, onların işbirlikçi olduğunu, gereği görüldüğünde ilk kullanılacaklar arasında hazır olarak yedekte tutar. Erk sahibinin yan cebinde her zaman işbirlikçi birilerinin ya da kurumların olması kadar doğal bir şey yoktur.
Bugün en korkuncu ve tehlikeli olan ise; geçmişte erk sahibinin yan cebinde olanların, sol içinde hala söz söylüyor olması ve onların medyası içinde köşelerinden görüşlerini açıklıyor olmasıdır. İstanbul 2010 projesi gibi bir çok işbirlikçi projeler içinde proje yapıp erk sahibinden maddi destek görenler, referandumda konumları ve duruşları itibarı ile popüler kültür içinde (bir ara ve halen bulunanların) aktif şekilde yararlanmış olanların sol içinde itibar görmesi solun içten içe çürüdüğünün kanıtından başka bir şey değildir.
Fırsatçılar her zaman ortamın bulduklarında fırsattan yararlanırlar. Her fırsat uzun vadeli olmaz, bazen kısa vadeli de olur. Fırsatlardan yararlanmak liberal düşüncenin temel yapısı içinde vardır ve Marksist düşünce ile taban taban zıttır. Bugün fırsatçılık uyanıklığı yapanlar bir anlamda işbirlikçiler kategorinin içinde yerlerini almışlardır ve ortam hazır olduğunda işbirliği yapmaktan çekinmeyeceklerdir.
İsmail Cem Özkan

Not: Taraf Gazetesi ve Aydınlık Gazetesinde yazanların solcu olduğunu düşünmek kadar aptalca bir durum yoktur, her ikisinin ortak kulvarı güçlü devlet anlayışıdır. Arlarındaki fark ise devlet tanımı içindedir. Yoksa birbirlerinden farkları yoktur. Sonuçta bugün Taraf gazetesinin genel yayın yönetmenliğine eski bir aydınlıkçının gelmiş olması tesadüfi değildir.
Soldan çark ettiğini söyleyen tarihçi Halil Berktay tarihinde ne zaman solcu olmuş? Aydınlık gazetesi ve yazarları ve de partisi solda hiçbir zaman yerini almamıştır. Almış olsalardı acaba 12 Eylül döneminde solcuların isimlerini gazetelerinde yayınlayarak bir anlamda muhbirlik yaparlar mıydı? İşbirlikçiliklerinde strateji değiştirmiş olmaları onları işbirlikçi konumunu ortadan kaldırmaz.  Radikal gazetesi gibi solda durduğuna inandırılan gazetelerde köşelerini cilalayıp yazı yazanların ne kadarı gerçekten solcu, gerçekten ne zaman solcu olmuşlardı? Bugün gerçek anlamda sol medya var mı, işbirlikçisini içinde taşımayan??? 

14 Mart 2013 Perşembe

Zengin mutfağı


Zengin mutfağı 
Vasıf Öngören, Brecht tiyatro anlayışının Türkiye’deki en önemli temsilselcisinden biri olarak kabul edilir, çünkü dünyaya bakış açısı ve tiyatro için kullandığı teknikler bir birine yakındır.
Vasıf Öngeren yerelden evrensele ulaşabileceğini bilir, o yüzden konularını tarihin önemli kırılgan noktalarından alır ve oyunun oynandığı zamana uygun düzenlemelerin yapılabileceği esneklikte kurgular. O yüzden Zengin Mutfağı adlı oyunu her ne kadar 1970 yıllarında geçmiş olsa da oyunu yeniden sahneye koyacak biri için esnek ve uyarlanabilecek geçişleri oyunun metni içinde bulunur. Sınıf çelişkisi devam ettiği sürece oyun zaten günceldir ve her an yaşanan zamana mesajını iletir.
Zengin Mutfağı yıllar sonra yeniden sahnede canlandırılıyor. Bu sefer Vasıf Öngören’nin kızı Aslı Öngören sahneye uyarlamıştır. Aslı Öngören, oyunun kurgusu ve yeniden düzenlenmesinde yalnız değildir, bir birinden değerli tiyatro ustaları dramaturgi mutfağında Aslı Öngören’e yardım etmişlerdir.  Oyun orijinalinin anlayışına uygun olarak epik tiyatronun olanakları içinde yeniden eklemeler ile yaşadığımız zaman dilimine uyarlanmış ve yeni bir oyun anlayışı içinde hayat verilmiş. Canlı müzik, sahne ve salon ışıklandırılması, ses, efekt … gibi teknik olanaklar ile yeni bir vücuda bürünmüş. Geçmişte oyunu seyredenler, o kadar şanslı olanlar Vasıf Öngören sahne seyirlik tadını bu yeni düzenlemede de aldıklarını düşünüyorum.
Tanıtım broşüründen okuduğuma göre yeni şarkı sözleri yazılmış, yeniden besteler yapılmış ama epik tiyatroda kullanılan ezgiler temel alınmış, kulağı rahatsız eden ve bir anlayışın dışında değildir. 70’li yıllara gönderme yapan müzik seçimleri ile hem bugün ki izleyiciye o yıllara doğru müzik alanında yolculuk olanağı vermesi, hem de oyunun tarihi dokusuna uygun dokunuşlar gerçekleştirilmiş.
Zengin Mutfağı oyunu, işçi sınıfımız tarihinin önemli kavşağı olduğu günlerde geçer. 15 – 16 Haziran 1970 yılında iki gün sürecek olan işçilerin örgütlenme ve sınıf bilinci ile sokaklara çıktığı sıcak günlerdir. Devlet, kolluk kuvvetleri ve işbirlikçiler ile birlikte sokaklarda kendi hakları için mücadele eden işçilerle çatışmıştır. Oyunun geçtiği zaman dilimi bu günlere ve ilerleyen günleri içine alır. Oyun,  tarihin bu önemli kavşağında, fabrika sahibi işverenin konağının mutfağından bizlere seslenir.
İşçi ve işveren aynı çatı altındadır. İşbirlikçi olma süreci ve işbirlikçinin kendi güvenliği için (korkularını yenme adına) daha da işverenin koltuğu altına gizlenme ve onun adına eylemlere katılma süreci ve sınıf düşmanlığa doğru dönüştüğü günleri sahneye taşır. Sivil faşistlerin kullanıldığı, devlet güvenlik güçleri ile ortak yapılan operasyonlar, sınıfın örgütlenme aracı sendikal mücadele ve ona işverenin müdahalesi bu mutfağın içine yansımasına seyirciler şahitlik eder.
Oyun içinde günümüze doğru gönderme olan Hrant katilinin taktığı beyaz beredir, oyunda faşist rolünü yapan işbirlikçinin takması, sanırım bazı çevreleri rahatsız etmiş, oyun hakkında bir çok tartışma ve belirsizlik ortaya çıkarmıştı.
Oyun o kadar güncel ki, bugün dahi birilerini rahatsız etmeye devam ediyor. Rahatsız eden her şey benim için önemlidir ve gidilip izlenmesi gerektiğine inanırım. Çünkü tiyatro sadece hoş vakit geçirilen bir yer değildir, her oyun izleyicisine bir şeyler fısıldar. Epik tiyatro ise fısıldamaz, insana çaktırmadan tokat atar. Oyun bittikten sonra o tokadın acısını veya izini benliğinizin bir yerinde hissedersiniz.
Şehir tiyatroları, bir süredir oyunlarında kulağı duymayan seyircisi için sahne üstü yazı ile izleyicisine oyunun repliklerini izlemesine olanak sağlıyordu. Bu oyunda o teknolojik olanaktan faydalanamadık, belki üst yazı için yazılar bilgisayara aktarılmamıştı. Yine birkaç defadır rastladığım davetlilerin isimlerinin koltuklara yazılması olayı, bu önceleri pek hoş gelebilir, fakat o koltuklara yazıların iğnelenmesi, isim sahibinin o koltuğa oturması için önceden zaman ve eleman planlanması yapılması kolay bir iş değildir. Doğal olarak oyunların başlangıç saatlerinin de oynamasına sebep olabilmektedir. Bu uygulama ne kadar sürer bilemem ama modern yöntemler içinde illa izleyici (davetli) belli koltuklara oturtulması isteniyorsa; gönderilen davetlere koltuk numaraları yazılması yeterlidir, isimlerinin koltuklar üzerine iğnelenmesinden daha mantıklı gelebilmekte.
Oyunumuza geri dönersek eğer, bir birinden değerli tiyatro insanları baş başa vermiş bu güzel oyuna hayat vermişler. Bir ekip işi. O ekip, yetişmiş her biri kendi alanında değerli insanlardan oluşmaktadır. Oyunun ışık, efekt, ses, oyuncu seçimi açısından çok başarılı buldum. Uzaktan seyretmiş olmama rağmen oyuncular en arka koltukta oturan birini dahi yakalayacak kadar oyunlarına ve oynadıkları karakterlere iyi hayat vermişler. Işıktan kaynaklanan belki oyuncuların mimiklerine gölgelerden dolayı yakalayamadım. Emeği geçen; sahne üzerinde, arkasında, önünde ve yönetim odasında bulunan her bir çalışanı kutluyorum.
Zengin mutfağı hak ettiği gibi sahnelenmiş ve yeniden hayat verilmiş. Başarılı bir çalışma, imkanı olanlar ve oyun sahnede kaldığı süre içinde her bir tiyatro severin görmesi gereken bir çalışma olarak görüyorum. Bize bu güzel oyunu izletme olanağı sunan her bir emeği geçene teşekkür ediyorum.
İsmail Cem Özkan 
ZENGİN MUTFAĞI
Yazan VASIF ÖNGÖREN
Yöneten ASLI ÖNGÖREN
Sahne Tasarımı AYSEL DOĞAN
Işık Tasarımı KEMAL YİĞİTCAN
Kostüm Tasarımı NİHAL KAPLANGI
Yönetmen Yardımcısı TANKUT YILDIZ-NURDAN GÜR-ZEYNEP CEREN GEDİKALİ
OYUNCULAR ALİ MERT YAVUZCAN, IRMAK ÖRNEK, MURAT GARİPAĞAOĞLU, OZAN GÖZEL, SELÇUK YÜKSEL

12 Mart 2013 Salı

Yarışmalar…


Yarışmalar…

Son yıllarda karikatür alanında yarışma sayısında artış olduğunu hissediyorum, hissediyorum çünkü ben uzun yıllardır yarışmaları izlemiyorum.  Yarışmaların son yıllarda artmış olması acaba bir ihtiyaçtan mı, yoksa yarışma adı altında karikatürün hiciv alanının tırpanlanması konusu mu, o konuda kafamda sorular oluştu. Bir çok karikatür yarışmasının albümüne ve sonuçlarına bakıyorum sistemi eleştirmeyen, görsel yönü öne çıkmış içeriği boş balon köpükçükleri olduğunu görüyorum. Karikatür içeriği çizimi ile bir bütünlük taşıması gerekli ama bunu yarışma karikatürleri içinde genelde göremedim. Elbette bu değerlendirmemi görebildiğim yarışma albümleri ve haberlerinin bana yansıması olarak okuyun.
Karikatürcü, yarışma için karikatür çiziyorsa karikatürünü yayınlama imkanına sahip olmadığı içindir. Yarışmalar ise, ‘parayı veren düdüğü çalar’ misali, parayı verenin amacına uygun karikatür o yarışmanın birincisi olur. Hiçbir şekilde parayı verenin bakış açısının aykırı bir şey yarışmada ödül alamaz, doğasına aykırıdır.
Karikatür yarışmaları birilerin cebini ve gururunu okşayabilir ama karikatürün bir mizah olduğu gerçeğini yok edemez. Karikatürü sadece çizgi ile yapılan sanat dalı olarak görenlerin dar bakışı içinde birer reklam aracı haline döndürenler, mizahın keskin eleştiri yönünü kör bıçağa dönüştürenler, karikatür sanatına yaptıkları katkıları kendi aralarında konuştuklarını duyar gibiyim. O kadar büyük katkı yapıyorlar ki, mizahı kategorize etme başarısına ulaşıyorlar. Birilerinin ‘bakış açısı’ karikatür anlayışıdır yanlış imgesi yarışmalar ile genç amatör beyinlere yarışmalar aracılığı ile işliyorlar. Ödül alma ve kendisini göstermek isteyenler; ödül almış eserlerin duruş noktasına göre karikatür üretmeye devam ederler. Geniş kitlelerin okuduğu paylaştığı karikatür üreten dergiler ve gazeteler ile yarışma karikatürleri arasında duvar örülmektedir.
Son yıllarda yarışma karikatürü ve karikatürcüsü somut bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır ve yarışmaların sürekli katılımcıları arasında yer almaktalar.
Peki, yarışmalar dışında karikatürlerini göstermeyenler için alternatif olanaklar var mı? Elbette var, yine bazı firma ve şirketlerin denetiminde yapılan sergiler. ‘Farkındalık’ adı altında yapılan sosyal sorumluluk sergileri de mizahın içinin boşaltıldığı bir görsel şölen sunmaktadır. Orada da firmaların olanakları ile bastırılan ve AVM salonları ve firmaların ilişik içinde olduğu salonlarda karikatürler sergilenmektedir. Onlarında karikatüre katkısı yarışmalar kadardır ve o sergilerin küratörlüğünü yapanların özel ilişlileri ve beğenileri ile karikatür ayrı bir kategoriye uydurulmaktadır. Amatör bir karikatürcünün o alana girmesi Üsküdar’dan deveyi karşıya geçirmek kadar zordur. Elbette bazıları yakışıklılığını ve güzelliğini kullanması dışında…
Bir de bütün bunların dışında; ezilenlerin, sınıf bilinci içinde sınıf mücadelesi yanında mizahın dilini kullananların oluşturmuş olduğu çalışmalar da vardır. Onlar çalışmalarını mizahın ezilenden yana dilini kullanır ve gerçek anlamda mizah üretimi için olanaklar arar ve yaratmak için olanakları zorlarlar. Elbette onların da hataları ve eksiklikleri vardır, fakat en azından mizahı mizah olarak algıladıkları için diğerlerinden ayrılırlar.
Makro Paşa dergisi çıktığı sırada mizah dergileri ve mizah sayfası olan yayınlarda vardı, Makro Paşa her türlü baskıya karşı mücadele ederken diğer mizahi olarak üretilenler kadın bacağının ve vücudunun estetik sorunları ile uğraşıyorlardı. Mizah tek bir vücut içinde ve homojen şekilde değildir, duruş noktasına göre farklılık içinde olması doğaldır bazı mizahçılar için seks tabusu daha önde olabilir, bazıları için sınıf sorunları.
Yaşadığımız dönem içinde mizahın dilini erk sahibinin çıkarları yönünde bilinçli kullananlar yanında bilinçsiz ama işlerine geldiği için eleştiri yapmaktan uzak, sorun yerine sorunsuz yaşamayı tercih edenlerin tercihleri de günümüzün mizahı hakkında bir şeyler söylemeye devam ediyorlar. Onların tartıştıkları sadece sanat ve çizgi ile ilgili olduğu ve yaşamın gerçekliğinden kopuk, ‘sanat için sanat’ anlayışının başka versiyonlarını tekrarlamaktan başka şeyler yapmıyorlar.
Karikatürü sanat olarak görenler, sanatın estetik olduğunu söylemeye ve karikatürün estetik boyutunu öne çıkarmaya çalışıyorlar. Onların dertleri isimlerinden elit bir kesimin bahsetmesi ve ürünlerini daha özgür bir şekilde sergileyebilmeleri /satabilmeleri için değişik akademik, siyasi, ticari ilişkiler içindeler ve o ilişkileri içinde zenginlerin kasalarına yatırım aracı olarak çizgilerini teslim etmekteler. Tekel olan bir cam şirketi için karikatürünü desen veren karikatürcüler, karikatüre bir şey kazandırmaz ama ceplerine biraz para bırakabilirler. Onların ürünlerini özel üretim olarak gören ve pazarlayan firma farkındalık için sadece küçük bir adım atmış olur. Nasıl olsa eserini verecek yüzlerce karikatürcü veya çizer vardır, o yüzden oraya eserini verenleri kınamak doğru değildir, piyasa koşulları içinde çalışan her insanın yapacağını yapmışlardır.
Elbette ben bu yazıyı yazdım diye, yaşanan gerçek ne yok olacak ne de azalacaktır. Aksine gün geçtikçe daha da artmaya devam edecektir, çünkü yarışmalar ve sonuçları oluşmakta olan yeni bir piyasanın alanları olmaya devam edecektir. Karikatürcü tıpkı diğer sanat dallarında sanatçıların olduğu gibi para sahibinin zevkine ve siparişine göre ürün verecek ve onların ihtiyaçlarını uygun olduğu süre içinde karşılayacaktır.  Burada önemli olan; ezilenden yana tavır sergilediğini söyleyenler karikatürcünün duruşudur. Hem ezilenden yana hem de doğadan yana olup; altın ve enerji için doğayı ve işçisini sömüren bir işverenin medyasında karikatür çizmez ve çalışamaz. Fakat bizim gibi ülkede, kişinin değerlendirmesi yaptığı işe göre değil, söylediği söze göre yapılıyor. Toplum içinde değerlendirme tanınmışlık ile ve sattığı eser ile ölçülür konuma gelmiştir. Eseri satılamayan birinin sanat galerilerinde sergi açması bir hayaldir.
Son söz olarak; yarışmalar, adına ne derseniz deyin mizah açısından hiçbir artı değer üretmez, onlar sadece parayı veren (ödülü veren) şirketin veya şirketin reklamını yapmaktan ve gurunu okşamaktan başka işlevi yoktur. Karikatürcü açısından ise elinde tutağı bir albüm ve kazanırsa eğer bir ödül plaketi ve yanında olursa maddi değeri olan bir şeydir.  Bir de kendi yaşam öyküsünde aldığı ödüller hanesinde bir satırdır.
İsmail Cem Özkan

11 Mart 2013 Pazartesi

İnsan, tanrı değildir!


İnsan, tanrı değildir!

İnsan doğa ile savaşının başlangıcından bugüne kadar milyonlarca kilometre yol aldı, bugün doğa karşısında savaşına tanrı rolü ile devam etmektedir. Fakat insan hiçbir zaman tanrı olmadı, onu tanrılaştıran yine insan olmuştur.
Doğa ile savaşmaya henüz başlamadan insan, doğanın döngüsünün bir parçasıydı, tıpkı diğer hayvanlar gibi avcı, avdı ve doğanın döngüsü içinde diğer hayvanlar ile eşit düzeydeydi. Öğreniyordu, diğer hayvanlar gibi ama onlardan tek farkı öğrendiğini diğer insanlara ve gelecek kuşağa aktarmasıydı. Farklıydı ve farkındalığını bulunduğu coğrafyaya ve doğa olaylarına karşı savaş açarak ortaya çıkarmıştır. İnsan ilk savaşını doğanın en ufak birimini ehlileştirmek ile başlamıştır. İlk adım belki otu buğday olarak ehlileştirmesi ya da bir koyunu. Belki de bir kutru köpek olarak farklılaştırması ile doğaya karşı savaşında işbirlikçisini doğadan almıştır. İnsan doğadan kopardığı her işbirlikçisi ile doğa karşısında savaşa girmiş, göreceli olarak başarılarda elde etmiştir.
Her başarı başka bir savaşın başlangıcıdır.
İnsan ticareti bulduğunda, tarihin en hızlı dönüşümünü yaşamıştır, çünkü ticaret öteki insan ile iletişim kurmak ve tecrübelerini paylaşmak anlamına geliyordu. Ticaret insanları grup grup yaşamaya ve köyleri, kasabaları, şehirleri oluşturan en önemli araç olmuştu. Her ticaretin bir de emek sarf etmeden artı değer kazananları olacaktı, onlarda her grup içinde farklı isimler alacak ve kendi işbirlikçilerini yaratarak daha karmaşık ilişkiler içinde topluluklar kuracaktır. İnsan doğa ile savaşırken, kendi arasında da savaşa tutuşacaktı. Savaşçı toplumlar ortaya çıkacak, yağmalayarak yayılmacı topluluklar ve kültürler olacaktır. Spartalılar bu yağmacı topluluklar içinde en kanlısı ve en vahşisi olarak alınacaktı, çünkü kız çocuklarını öldürüp, kendi başına hareket edecek yaşa gelen erkek çocuklar ailelerinden alınıp savaş okullarında öldürme makinesi olarak yetiştirilecektir. Tarihin en kanlı meydan savaşında Spartalılar Atinalılar ile birlikte Perslere karşı savaşmıştır. Destanlar, öyküler yazı ile sözden çıkıp kayalara, toprağa, ağaç yapraklarına işlenmiştir. Her yazan kendi hayal dünyasını işin içine katarak ve kazanan tarafın penceresinden bakmıştır, çünkü tanrı hep kazanır.
Tanrı olmak isteyen insan, hep kazananı haklı görmüş, yenileni kurban ve kaderi olarak algılamıştır.
Doğa karşısında savaşında dünyayı hükmetmek olarak algılayan çılgın insanlar da bu dünyanın insanlı tarihi içinde yerini almıştır. Cengiz Han, Büyük İskender, Hitler bu anlayışın temsilcileri olmuş, kendi iktidarları için milyonlarca inanın ölümünü, binlerce insanın göç etmesini, toprağın kanlar ile sulanmasını, o güne kadar birikmiş insanlık tarihin tüm değerlerinin küller altında yok olmasını önemsememişler, iktidar hırsı ile kendilerini tanrılaştırmışlar ama insan tanrı olamamış, tanrıymış gibi algılanmıştır.
Tanrılar adına heykeller dikilmiş, binalara kutsallık payesi verilmiş, en büyük, en geniş binalar dünyayı içine alacakmış gibi dünya üzerinde küçük bir toprak parçasına yapılmış ama tanrılar Olympos dağından dönüp bir kere dahi insana bakmamış, çünkü insan tanrı olmaya özenti duysa da hiçbir zaman tanrı olamamıştır. Olamadığını kendisine benzetmek için kutsal kitapları, kutsal heykelleri, kutsanan her şeyi insanın bir parçasına benzer şekilde yaparak, insanı kutsamışlar. Ama doğa karşısında insan hep yenik düşmüş, yapılan büyük kubbeli binalar zamanın ve rüzgarın gücüne karşı duramamış yok olup gitmiştir. Küçük bir güvercin pisliği dahi insanın doğa karşısında yaptığı devasa bir binanın yok olması için yeterli olmuştur.
İnsan teknolojiyi doğa karşısında silah olarak kullanmış, göreceli başarılar kazanıp kendi özgüvende hissettiğinde, insan daha mükemmel insanı yaratmak için insanın yapı taşları ile oynamış. Her teknoloji sahibi kendisinde güç hissetmiş, hem doğaya hem de teknoloji sahibi olamayan karşısında ticaretin kuralları içinde yenilmez güce kavuşmuş. İnsanı daha uzun yaşatmak için işbirlikçi diğer hayvanlar yanında hemcinslerini de kendi ömürlerini uzatmak için deney aracı olarak kullanmaktan çekinmemiş. Yaşam kalitesini artırmak demek, doğadan tamamı ile kopup, insanın yarattığı doğa içinde yaşamak olarak algılanmıştır. Ama insan bir şeyi unutmuştur, o doğadan kopuk yarattığı dünya dünyanın üzerinde ve doğanın içinde bir parçadır. Doğanın yasaları o yapay yaratılmış doğayı kendi olağan hareketliği içinde yok etmekte ve izini dahi bu toprakların üzerinden silebilmektedir.
İnsan kendisini tanrı hissettiği an, bir tusinami ve deprem tanrı olmadığını bir kere daha anlamıştır.
Doğa, insana sen tanrı değilsin! İnsan, doğanın bir parçası ve av / avlanan bir canlı olduğunu sürekli fısıldamaktadır.
İsmail Cem Özkan 

10 Mart 2013 Pazar

Kurban


Kurban

Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum, günlerdir kafamın içinde bir oyun ve oyunun yaratmış olduğu duygular içinde gece gündüz arasında gidip geliyorum. Her başlangıç sonuç mu, her sonuç bir başlangıç mı? Her başlangıç yeni insanlar ile iletişime geçmek ve yeni yaşama adım atmak anlamına mı geliyor?  
Her avcı bir anlamda kurbandır. Her kurban bir anda avcı olabilir. Yaşam döngüsü içine kurgulanan hayatlar içinde sürprizler ve denetim altında tutulamayan sonuçlara doğru adım atılabilmektedir.
Her bir cümlesi özen ile seçilmiş, her bir ayrıntı özen ile yerli yerine konmuş bir oyun ‘Kurban’. Kısaca konusuna bir göz atalım daha sonra oyun hakkında benim sübjektif görüşümü yansıtayım.
Evin giriş ve salonu. Sıradan bir gündür, telefon ile konuşan bir kadın koltuğun üzerinde sevgilisi ile konuşmaktadır. Arzu sesine yansımıştır. Kapının önünde bir adam, birini bekler gibidir ve o an havagazı tamircisi gözükür ve kapı önünde bekleyen adam o tamirciyi bıçaklayarak öldürür. Elindeki anahtarı ile kapıyı açar ve tamirciyi kapının girişinde olan gardolaba ölü vücudunu saklar. Anahtar ile girmiştir, kapı zorlaması yoktur. Bu sırada kadın banyodadır. Ve kadın ve erkek girişte karşılaşırlar, bu arada havagazı tamircisinin kıyafetini üzerine almıştır. Havagazı tamiri için geldiğini belirtir ve olayın kurgusu buradan itibaren sürprizlere açık bir şekilde başlar. Adam psikopattır, her mimiği, davranışı o özelliğini abartarak ortaya koyar. Kadın (Diana) olaylardan habersiz bir figürdür, arzulanan biridir. Katil ile kadın birbirlerini tanımaya başlarlar. Katil kadının ismini söyler ve kadın şaşırır. Nasıl olurda ismini bilebilir. Ve kendi ismini belirtir Kirk. Kirk kadının cüzdanını bulmuş, cüzdan içindeki resimden kadını tanıdığını anlatır. Onu arzulamaktadır ve üçüncü erkeği olmayı istediğini söyler. Kendisini sevmesini, aksi halde radyo haberlerinde duyduğu cinayetlerin birindeki kurban kadın olacağı vurgusunu yapar. Diana korkmuştur, dehşet bir kısır döngü içindedir. Sapık biri evini basmış, onun ile birlikte olmasını söylemekte ve her an o sapığın elinde kurban olabilecek konumdadır.  Olayların akışı içinde soğukkanlılığını korumakta ve olaylara bilinçli tepkiler vermeyi de ihmal etmemektedir. Bir ara silahı eline geçirir ama silah boştur, kendisini savunacak başka bir şeyi yoktur. Teslim olmuştur. Birlikte olurlar. Birlikte olduktan sonra Kirk gerçeği anlatır. O aslında bir psikoloji tedavi merkezinde tutuklu olarak gözaltındadır. Orada kendisini muayene eden doktorun sapkın görüş ve tepkilerine karşı tepkisiz kalarak akıl sağlığını koruduğunu itiraf eder. O doktorun göz yumması ile hastaneden kaçmıştır. Diana bir gerçek ile yüzleşmiştir. O göz yuman kişi kendi kocasıdır. Birinci bölüm içinde oyuncuların üstün performansı, dinamik ve akıcı ve nefes almayacak şekilde yoğun sahnelerin geçişinde gösterdikleri başarı büyük alkışı hak eder. Oyuncuların üstün performansı sayesinde oyun daha izlenir ve zamanın nasıl geçtiğini unutursunuz. Işık, müzik, dekor, oyuncular bir bütünleşmiş, üç duvarlı bir sahnede değil de, salonun içinde gözünüzün önünde gerçekleşen bir oyunu izler gibisinizdir. Dört duvar içinde oyun ile bütünleşmiş bir seyirci.
İkinci bölüm aynı dekor ile ama Diana sandalyeye bağlı, ağzı kapatılmış şekilde görürsünüz. Bu sefer sahnede üç oyuncu vardır. Diana’nın kocası Doktor Warren’de sahnedeki yerini almıştır. Doktorun ilk yaptığı iş, daha önce içini boşalttığı komodin çekmecesinde bulunan silaha kurşun ile doldurmasıdır. Kirk banyodan çıkmış, doktor ile karşılaşmıştır. Doktor ondan gerçekleri ve neler yaşandığını konusunda sorular sorar ve yanıt bekler. Yaşananlar ile hiç alakası olmayan bir öykü anlatır, Kirk. Diana, ağzı kapalı ve elleri bağlı şekilde olayı dehşet şekilde izler. Warren ile Kirk yüzleşmesi vardır. Birbirlerini görüşme odası dışında ilk defa tanıyorlardır, bir birlerinin özel yaşamına doğru bakıyorlardır. Warren karısından hep kuşkulanmıştır ama kanıtlayamamıştır. O bu yüzden bu kurguyu hayata geçirmiştir ve karısını kendi hastası olan Kirk ile bir gece baş başa kalmalarını sağlamıştır. Doktor yaşananları kurgulamıştır ve kurgusunun ne kadar başarılı bir şekilde işlediğini kontrol etmektedir. Tıpkı bilim insanları gibi olayın sağlamasını yapmaktadır. Sonuçta Warren karısının ölümünü ister ve Kirk ile konuştukları gibi karısını öldürmesini ister. Kirk, Diana’yı bıçak ile öldürür! Bu arada bıçak kanlıdır, onu yıkaması için Warren’e verir. Warren banyoda bıçağı yıkarken Kirk, Diana ile Tamircinin cesetlerinin yerlerini değiştirir. Tamircinin cesedi salondadır ve yerde sarılı yatmaktadır. Werren geldiğinde Kirk ceset ile birlikte dışarı çıkar, Warren’in arabası ile Warren’in çizdiği rotadan gidip kendisi için hazırlanmış pasaportu almak için yola çıkar. Araba sesi gelir. Bu arada Warren polisi arar ve bir sapık tarafından karısının öldürüldüğü ihbarını yapar. Konuşma biter bitmez dolaptan önü kanlar içinde olan Diana çıkar, Diana aslında ölmemiştir. Bir oyun oynamıştır Kirk ile birlikte. Biraz sonra Kirk’de sahneye çıkar. Doktor Kirk ile karşılaştığında Kirk’ün silahı üzerinde olduğunu görür ve orada ölür. Kapı girişinde Warren ölmüştür. Kirk ile daha sonra buluşacağına dair söz veren Diana, Kirk’ü yolcular. Kirk arabası ile yola çıktığında tıpkı Warren gibi polisi arar ve Kirk’ün yol hattını polise bildirir ve kocasını öldürdüğünü söyler. Daha sonra oyunun başlangıcında telefon ile konuştuğu sevgilisini arar.
Oyun burada sona erer ama alkış durur mu, elbette durmaz. Müthiş bir kurgu ve kurguyu sahneye taşıyan her emekçiye seyirci tarafından alkışlar gönderilir. Oyun bir bütün olarak çok başarılıdır. Yönetmeninden, çevirmenine, sahne düzenlemesinden, ışık, müzik, kostüm… her bir ayrıntı akıllıca düşünülmüş ve hayata geçirilmiş bir çalışmadır. İmkanı olanların bu oyuna gitmesini öneririm.
Yazı çok uzun olduğu için oyunun yazarından bahsedemedim ama bu oyunu anlatırken aslında yazarın duruşu ve tekniği hakkında da bir çok ipucunu anlatım içine yerleştirdim. Ağlama ve gülmenin iç içe geçtiği, günlük konuşmanın akıcılığı ve mantık işleyişi içinde tuzaklar ve tuzakların iç içe geçişlerini usta bir dil ile anlatmakta ve kurgulamaktadır. Küreselleşme karşıtı, yaşadığı zaman dilimi sorgulayan ve günün duygu ve ahlak anlayışının eleştirisini sahneye taşımakta da büyük bir başarıya imza atmıştır.
Şimdi kısaca oyun içinde kullanılan isimlerin çağrışımlarını ve Türkçe karşılıklarını yazarak cümlelerimi bitireyim.
Diana: Kadın avcı
Warren: Kalabalık ev
Kirk: Kilise
Oyun içinde davranışları ve sözleri ile bu adlara gerçekten anam verdiğini düşünüyorum…
İsmail Cem Özkan
KURBAN 
2 perde | 1 saat 50 dakika
Yazan : MARIO FRATTI 
Çeviren : ÖZCAN ÖZER
Yöneten : SAYDAM YENİAY
OYUNCULAR
ŞEBNEM DOKUREL TOPÇUOĞLU
AYDIN ŞENTÜRK
ERDOĞAN AYDEMİR
NURULLAH KALKAN
YÖNETMEN YARDIMCILARI
SENEM CEVHER
FUNDA ESKİOĞLU
DEKOR TASARIMI
IŞIN MUMCU
MÜZİK
NURETTİN ÖZŞUCA
IŞIK TASARIMI
AYHAN GÜLDAĞLARI