26 Mart 2022 Cumartesi

Perde arası…

Perde arası…

 

Çocuktum, köyde yaşam gaz lambası ve çıra arasında bir zaman çizelgesi gibiydi. Bizim için gün kararınca havayı aydınlatan ay ışığı ve gaz lambasıdır. Fakirlik vardı. Gaz da öyle kolay kolay ha deyince alınan bir şey değildi. Hafta bir gidilen kasabadaki pazar bizim için bulunmaz nimetti. “Köyden indim şehre” derler ama biz köyden inince kasabaya sonu başı olmayan insan kalabalığına geldiğimizi düşünürdük… Köyde yaşam hiç değişmez, zaman durmuş gibi gelirdi, hele mevsim bir de kışsa, kasabaya gidişlerde olmazdı. Kar izin verdiği zaman, kardelenler kardan başını çıkardığı an “seyahat etme özgürlüğüne” kavuşmuş gibi sevinirdik.

 

Fırtınada, yağmurda, güneşte, ayazda yollarda olmak demek zamanın hareket ettiğini anlamak anlamına gelirdi. Zaman akardı, köyde yaşayanlar için zamanın akışı ölümler ve doğumlar demekti. Köyde biri ölünce hepimizin kara kaderi önümüze serilir, bilinçli bilinçsiz zamanın akışına hayıflanırdık. Eskiden bugün ki gibi yaşlı insanlar yoktu, 35’ine gelen çok yaşlı sayılır, saçından ak, alnından çizgi eksik olmazdı. Tendeki ayaz yanığı gerçek ten rengini yok etmişti…

 

Köyde olanlar için damın üstüne çıkıp geceleri gökyüzüne bakmak kadar büyük bir zevk yoktur. Gök hareket eder, bulutların hızına gözümüzü alıştırdığımızda arkasında olan yıldızlara dalardık…

 

Bir yanar bir söner, sanki dünyada yaşayanlara göz kırpar dururlardı…

 

Zaman, uzakta yanan bir ışık gibidir.

 

Bizim için ışık, zaman demektir… Bizim için o ışık, uzaktaki yaşamı temsil ederdi. Bilmezdik o zamanlar o ışıkların kaynağı çoktan öldüğünü, meğer biz tarihe bakarmışız…

 

Ölmüş olanın ışığı bize oyun gibi gelirdi…

 

Işıklar içinde bir yol çizerdik, büyük ayı, tavşan… Uydururduk uzak diyarları ama hiç birimiz bilmezdik, askerden dönenlerin anlattığı hikayeler dışında, bizim için uzak yoktu, uzak kasabanın içinde kaybolmak anlamına gelirdi…

 

Pınar Çekirge’nin kitaplarını okurken hep akıma köy yaşamım ve yıldızlar gelir. Yanıp sönen ışık demetleri…

 

Sonsuzluk içinde ışığın hareketi…

 

Kelimeler içinde yaşayanlar meğer çoktan ölmüşler, onlardan Pınar’a kalan hayran veren anıları.

 

Pınar Çekirge, her sanatçıya aslında hayrandır, yeri doldurulamayacak büyük sanatçılar. Sahne tozuna bulanmış, “rolün büyüğü küçüğü olmaz” diyenlerdir… Her yazı bitiminde aslında öldüğü ile gerçeği ile karşılaşırız, meğer o anlatılan yıldız yılar önce ölmüş, ışığı bugün bize yanıp sönen ışık olarak gelmesidir…

 

Biz, damda değiliz Pınar’ın satırları arasında, sahnenin önünde bulunan kırmızı koltuktayız. Yani seyirci koltuğu. Pınar, küçük yaşlardan itibaren annesinin babasının elini tutarak gitmeye başlamış tiyatroya, hala gidiyor, şimdilerde elini tutan var mıdır bilemiyorum ama onun eli kalem tutuyor, durmadan not alıyor, hayranlıkla izlediği oyuncu hakkında…

 

Kitabı okurken bazı kelimelere takılıyorum; “rolün büyüğü küçüğü olmaz”! Bana göre olur, elbette olur ki rol dağılımı yapılırken ona göre de emek ücreti belirlenir, küçük rolde olanlara düşük ücret, büyük rolde olanlara hatırı olan bir ücret… Kısaca rolün büyüğü ve küçüklüğünü belirleyen ücrettir. Seyirci için, o ayrımın pek önemi yok diyemem, onlar içinde önemlidir. Popüler olanın rolü ile popüler olmayanın rolü denk değildir. Seyircinin bir bölümü oyunu izlemeye değil, popüler olanı oyuncuyu görmeye ve sahnede her boyutu ile ona hayran hayran bakmaya gider, izlemez, sadece kafasındaki şablona uygun hareketler bekler… Sinemadan, dizilerden, ekranda olan yarışma programlarından… popüler olan bir oyuncu sahnede rol alıyorsa, onun gişesi sorun oluşturmaz, aksine bereket oluşturur. Kim için, elbette tiyatro sahibi için…

 

Eskiden tiyatroların (özel olan) sahibi tiyatrocular arasından çıkardı. Şimdi ise tiyatroların sahipleri, sahibi olmazsa da büyük sponsoru iş adamlarımdan ve şirketlerden oluşmaya başlaması bir dönüşümü işaret eder, çünkü tiyatro aynı zamanda vergiden düşülen, reklam getirisi olan bir popüler kültürün “sanat” halinin yansımasıdır…

 

Tiyatrocu olan bir tiyatro sahibi, tiyatro oyununda kendisini genelde yan rollerde konumlandırır, çünkü sahip olanın sahneden olan görevi dışında başka görevi vardır. Gişe ile ilgilenmek, oyuncuların ve sahne giderlerinin karşılanması… Her birey her şey ile ilgilenmez, ilgilenmeye kalkarsa da zaten yetişemez, verimli olamaz, o yüzden tiyatroda olduğu gibi hayat içindeki roller ve görevlerde önceden belirlenmeli ve ona göre davranılmalıdır.

 

Bir oyuncu için gişenin pek önemi yoktur, gelen ve gidenden bilgisi olmaz ama fikri olur… Çünkü gelirler ve giderler işletene ait bilgilerdir ve o bilgilerin oyunculara yansıtması sadece zarar durumunda olur… Kısaca tiyatro özel işletmeler olunca sorunların önemli bölümü ekonomiktir, en düşük maliyet ile en üst verimi elde etmeyi hesaplar ve oyunlarını da, sahne, kostüm, dekor vb tiyatronun vazgeçilmezleri de ona göre planlanır, en pratik, en taşınır, en az masrafı olandır… Oyuncuların bir bölümü sahneyi düzenler, bir ortaklaşma vardır, fakat şehir ve devlet tiyatrolarında öyle değildir, çünkü oralarda işler daha farklı ilişkiler ağı içinde oluşur.

 

Parayı verenin “kültür politikası”na uygun oyunlar sahneye konur. Zamanı gelir ete süte dokunmayan, ne bugünü, ne yarını eleştiren, geçmişe duyulan özlemlerin bol bol sergilendiği ya da tiyatro tarihinde klasik olmuş, binlerce defa sahneye konmuş, oyuncu ve yönetmen değiştirilerek yeniden yorumlanarak (gerek olursa bazı bölümleri çıkarılarak) sahneye konulması seçilir. Ne kadar apolitik oyun sahneye konuluyorsa, o dönemde/ zaman diliminde baskı o kadar şiddetlidir, sansür kılıcı herkesin başının üzerindedir…  Sansürün olduğu yerde sahneden güncele dair söylemler azalır, risklidir, çünkü işten atılma riski daha önce işten atılanların başından geçenler her oyuncunun gözü önünde olmuştur…

 

Ekmek söz konusu olunca demokrasi, özgürlük gibi kavramlar çalıştığın yerde değil de özel hayat içinde olur ama sahnede üstü örtülü olarak dolaylı anlatımların içinde satır aralarında gizli bir şekilde yerini alır…

 

Pınar Çekirge’nin son kitabı “Perde Akası” elime geçtiğinden bu yana masamın bir yanında durdu, çünkü daha önce bana hediye edilmiş kitapları okuyordum, onlar hakkında da yazılar yazacağım elbette, gerçi bir çok köşe yazım içinde onlardan alıntılar yaptım, fakat kitabın geneli üzerine düşüncemi yazacağım.

 

Okunan her satırın arkasında notlar kalıyor, notlar bazen bir yazıya dönüşüyor, bazen bir sohbet içinde cümleye…

 

Pınar Çekirge çok şanslı, çünkü köşeye yazdığı yazıları kitap haline geliyor ve okuyucusuna ulaşıyor, geleceğe bırakılan notlardır. Unutulan, unutturulan, ışığı yanıp sönerken bize göz kırpanların uzaktan gelen bir selamlamasıdır. Pınar, kendi penceresinden ya da damından göğe bakarak yazıyor, elbette adını andığı oyuncular hakkında geniş bir bilgi vermiyor, sadece Pınar’a yansıyanı okuyoruz, okurken bazen bende diyorum, bazen tanımıyorum, demek böyle biri de varmış… İyi ki yazmış, not almış, onun sayesinde gökyüzünde yaşayan yıldızlardan haberim oluyor…

 

Şimdi diyeceksiniz ki Pınar’ın neden sadece ön ismini yazıyorsun, açıklayayım; o benim kırk yıllık olmasa da kahvesini içtiğimden dolayı olsa kırk yoldan fazla arkadaşım olarak kalacak, o yüzden senede bir buluşup, o kırk yılı uzatıyoruz!.. Kitapta beni rahatsız eden tek şey var, yazdığı yazıların tarihi yok, keşke olsaydı, çünkü zamanlardan bahsederken boşlukta kalıyor, okurken bana hak vereceksiniz, çünkü anlattığı oyuncu “on yıl önce hayata gözlerini yumdu” derken o “on yıl” neye göre hesaplanacak? Bu arada kitap tek Pınar Çekirge’nin yazılarından oluşmuyor, her ne kadar yazar Pınar Çekirge olsa da, o çok sevdiği dostlarını da kitaba dahil etmiş, onlardan bölümler alarak kitabını daha da zenginleştirmiş…

 

Büyük olasılıkla yakında yeni bir kitabı gelecek, o yüzden yazıyı fazla uzatmadan burada noktalayayım. İyi ki Pınar’ı tanımışım, tanımasaydım belki bu kitabı alıp okumayacaktım, çünkü o kadar çok kitap yayınlanıyor ki, bir çok değerli eseri gözümüzün önünde olsa da okuyamadan geçiyoruz… 

 

Tarih bize hala göz kırpıyor, o ışıkların farkına Pınar gibi dostlarımızın yazdığı kitaplar sayesinde öğreniyoruz. İyi ki yazmış…

 

İsmail Cem Özkan

 

Pınar Çekirge

Perde Arası

Kanon Yayınları, Şubat 2022

ISBN: 978 -605- 70879-8-0


23 Mart 2022 Çarşamba

Faşizm derken…

Faşizm derken…

 

Medeniyet dünyada eşit zamanda ve ortamda gelişim göstermemiştir. Devlet kavramı medeniyet ile ortaya çıkmış ve çıkarların sınırlarını ve güç alanlarını belirlemiştir… Devlet hakim gücün çıkarını koruyan bir mekanizmadır.

 

Tarih yazıcıları çatışmalar ve kazananların üzerine kurgulanmış ve insanlık birikimine notlar bırakmıştır. Tarih, güçlülerin gözü ile güçsüzlerin yenilgilerinin alayları ile doludur, güçlüler için destanlar yazılırken, yenilmiş, ezilmiş, mazlumlar ise sözlü tarihte türkülerde, söylencelerde yerini almıştır, çoğu da unutulup gitmiştir…

 

Medeniyet dünyada eşit ve aynı zamanda gelişmediği içinde başlangıçta savaş teknolojisini geliştiren toplumlar önce yakın çevrelerinde, zaman içinde göreceli olarak dünya hakimi olmuş, ellerinde olan teknolojiyi geçen başka bir teknoloji bulunana kadar iktidarlarını korumuşlar. Elbette sadece teknoloji değil, onu kullanacak insan gücü. Hükmettikleri topraklarda kontrolü yapacak savaşçılarını besleyebildiği sürece güçlerini korumuşlardır, savaşçısını beslemeyecek kadar zayıf düştüklerinde elbette zayıflığın yarattığı boşluk hemen başka bir güç tarafından doldurulacaktır.

 

Tarih bir anlamda güçlülerin çöplüğüdür.

 

Tarih, güçlü olanların istilaları ve yok ettikleri, önüne katıp sürdükleri halkların hikayeleri ile doludur.

 

Bizim tarihimiz Anadolu, Mezopotamya ve Mısır medeniyetlerinin çatışması üzerine bereketli topraklar üzerinde gelişmiştir. Zaten medeniyet öncelikle bereketli topraklar üzerinde oluşur ve yayılır…

 

Uzak Asya’da medeniyet Çin ve Hindistan arasındaki çatışmalar ile gelişmiş ise de bugün hakim olan ve bizim de içinde olduğumuz öğretilerde, anlayışta uzak Asya’daki, Afrika’daki ve elbette ki Amerika kıtasındaki tarih yoktur, onun yerini alan sömürge anlayışından bize miras kalan ve emperyalist anlayışa uygun olarak biçimlenmiş anlayış ve düşünce yapısı içindeki medeniyet mevcuttur.

 

Bize eğitim aracılığı ile verilen doğrular, tarihi bilgiler tamamı ile batının hakim olan emperyalist düşünce yapısının şablonlarına uygundur. Onların oluşturmuş olduğu kalıplar ve düşünce ve de yaşam biçimini istemsiz olarak kabul etmiş ve onların oluşturmuş olduğu ortamda yaşamaya zorlanmış bireyleriz. Onların düşünce biçimini kabul eden ve tüketen bireyler elbette o düşünce biçimi ve yöntemi dışındaki tüm yeni olanlara kapalı ve diğer düşünce biçimlerine karşı saldırgan ya da küçümseyerek bakandır…

 

Hakim olan diğerlerini ötekileştirir ve kendi yaşam kalitesini ve düzenini bozacak düşman olarak görür. Aynı bayrak altında yaşayan vatandaşların hakimi ve ötekinin olması gibi medeniyetlerin eşitsiz gelişimi de bu öteki kavramını geliştirmiştir…

 

Öteki, sömürülen, ihtiyacı karşılayan, yer altı ve üstü zenginliklerini emperyalistlerin paylaşımına açan ve kendi toprakları üzerinde emperyalist kavgada kimse güçlü olan onun yanında saf tutan olarak algılanır. Onlar farklı medeniyet ve “gelişmekte olan” denilen aslında “geri bıraktırılan” medeniyetin bir parçası olarak kabul edilmez, çünkü ötekinin ne söz, ne de yaşama hakkı vardır, onlar sadece emperyalistlerin ihtiyaç duyulanı karşılayandır…  

 

Faşizm kavramı kapitalist sistemin bir ürünüdür.

 

Faşizm ancak emperyalist bölüşüm için oluşturulan ortamın yan ürünü olarak ortaya çıkar ve tamamı ile savaş üzerine kendisini konumlandırır. Kapitalist sistemin geliştirmiş olduğu tüm “demokrasi” kazanımların yok sayılıp otokrasi bir yönetimin oluşturulması ve öteki olarak kabul edilen yurtiçi ve dışı düşmanları yok edip homojen devlet kurmayı hedefleyen bir düşünce ve yaşam biçimidir… Faşist rejimlerde söz, yetki, karar tek liderindir, diğerleri onun istemlerini yerine getirmek ile yükümlüdür. Faşizmde güçlü muhalefet kavramı yoktur, var olanlar zor ile hiçbir kurala uymadan yok edilebilinir, muhalefetin tek hakkı vardır, oda ezilme hakkı!

 

Faşizm, feodal sistemde olmaz, çünkü zaten ülkenin tek lideri vardır, o da tanrının yeryüzündeki gölgesidir. Sınırsız gibi gözüken hakları vardır ama onun gücünü sınırlayan elbette bir kast sistemi mevcuttur ve bu da ağır mücadeleler ile elde edilmiş kan ile yazılmış bir tarihin kazanımıdır.

 

Feodal düzende öteki olarak kabul edeceği bir ulusu yoktur, çünkü ulus kavramı kapitalist sistemin bir kavramı olarak ortaya çıkmış ve sermaye oluşturmak için oluşturulmuş ırkçı bir kavramının üstüne geçirilmiş söylemidir…

 

Irkçı söylem açık ve net olarak kendisini ifade etmeye başladığı an faşizm kavramı ortaya çıkar. Ulus, kapitalist sistemin için başlangıçta olmazsa olmazıdır, çünkü ulus devletin sermaye birikimi ancak belirli coğrafyada devlet eli ile desteklenen ve korunan sermayenin güçlenmesi için var olmak zorundadır. İnsanlara özgürlük, demokrasi gibi kavramlar içinde yeni dünya düzeninde maaş alan ama köle olduklarını kabul etmeyen özgür bireylerleri bir arada tutacağı bir kavramlar birliği olarak ortaya çıkar ve bireyin hakkı sözde yasalar ile korunur ama sermayenin çıkarı o hakları gerek gördüğünde genişletir ve gerek gördüğünde yok sayar, çünkü ulus devletin varlık sebebi sermaye biriktirmek, sermayesini korumak, sermayesini büyütmektir…

 

Kapitalist sistem her yerde aynı düzlemde ve eşit şartlarda ortaya çıkmadı.

 

Sanayileşme ve sanayinin ortaya çıkardığı sermaye ve sermayeye sahip olan kesimin çıkarları kapitalist sitemin nüvelerini oluştururken, feodal sistem ve onun yaratmış olduğu tüm birikimler yeni ve oluşmakta olan sisteme uygun parçalanmakta ve parçalanırken, değişime uğrayıp, yeni düzene uygun konumlanması ve kavramlarının değişimidir…

 

Kısaca feodal sistemde faşizm kavramı yoktur, olamaz…

 

Osmanlı devleti ölürken bile kapitalist değildi, kendisine özgü bir gelişim izliyordu tarih çizgisinde. Teknoloji üretemeyen, sömüren ama kendisini geliştirmeyen, borçlanan ama üretmeyen, kulları olan ama devletine teknolojik katkısı olmayan bireyler topluluğudur.

 

Devletin hakimi olan aile, dipten gelen Fransız rüzgarı ile sarsılan bir koltukta oturmaktadır…

 

Abdülhamit en uzun süre koltuğunda oturdu ama kullarına özgürlük yerine korku, sevgi yerine nefret tohumu ekip, kendisine bağlı alaylar oluşturmuş olmasına rağmen, sürgüne gidecek ortamı da kendisi yaratmıştır. Kullarına vereceği özgürlük onun düşünce yapısı ve korkularını ortadan kaldırmadı, aksine besledi, çünkü o da batıdan gelen bir eğitimden yetişmişti. Güvensizdi, tüketiciydi. Üretmeden, geliştirmeden ülkesini düzlüğe çıkaracağını umduğu “kullarının iyiliğini” düşünen bir siyasi anlayış geliştirdi, “iyilik” eğitilmiş kullarını isyan ettirdi.

 

İstibdat dipten gelen dalganın yönünü değiştiremedi, tarih akması gerektiği gibi aktı, batının ötekisi, onların deyimi ile “hasta adamı” Osmanlı son nefesini vereceği günle doğru hızlı bir şekilde sürükleniyordu. Yine batıda yetişmiş kadrolar tarafından padişah sürgüne gönderilirken, onun yerine özgürlük getireceğiz diyenler daha fazla baskıyı, daha fazla emperyalist devletlerin isteklerini taviz vererek koltukta kalmaya çalıştı.

 

Koltuk bir kere hareket etmişti, üzerinde oturanın artık unvanın bir önemi yoktu, sona doğru uçurumdan aşağıya bırakılmıştı, liderler bir çalı parçasına tutunarak düşmeyi engellemeye çalışmıştı ama düşme hızını değiştirmedi ama düştüğü zeminin yerini değiştirdi küçük bir kayma şeklinde…

 

İstibdat, feodal düzenin kullandığı bir yöntemdi, ona faşizm denilemez, çünkü üretim ilişkisi kapitalist olmadığı gibi feodal olarak da tanımlanamıyor, kendisine özgü bir gelişime tabiydi.

 

Evet, imparatorluk tarihi içinde işlenen tüm suçlar, tarih önünde yargılanmadı, yüzleşilemedi, o yüzden oradan kalan suç mirası bugün Osmanlı’nın devamı olarak cumhuriyetimizin en zayıf noktasını oluşturmaya devam ediyor…

 

Çanakkale savaşından sonra Rusya’da oluşan sosyalist sistem kuruluşunda “yeni ekonomi programı”   kapitalistleşme programından başka bir şey değildir, çünkü sosyalist sistem kapitalist sistem üzerinden oluşacak ve gelişecektir. Sanayileşmek için büyük bir mücadele verilmiş ama tarih onları beklemeden akmaya ve yeni paylaşım savaşında ortamını hazırlıyordu.

 

1 dünya savaşından yenilgi ve umduğunu bulamayan İtalya’da faşizm iktidar koltuğuna otururken Türkiye ve Rusya’da kapitalizmin eşitsiz gelişimden kurtulmak için alt yapısına devlet eli ile yatırım yapıyordu.

 

Sanayileşmek, üretmek…

 

Sanayileşmek, feodal düzenden kapitalist sisteme geç kalmış toplumların önündeki en büyük hedefti, yeni iktidar koltuğuna oturmuş, devlet yapısını ve sistemini değiştiren her iki devlettin liderleri de bunun farkındaydılar.

 

Liderlerin siyasi tercihleri de eşitsizlik yaratmıştı… Biri kapitalist sistemi kabul etmiş, öteki ise sosyalist.

 

Faşizmin düşmanı elbette kapitalist sistem değildi, kapitalist sistemin içinden doğan sosyalizmdi. Bunu dönemin tüm liderleri biliyordu, yeni bir dünya kurulmuştu, o dünyada devletler kendi konumlarını belirliyordu…

 

Sömürgeciliğin yerini emperyalizm almıştı, daha saldırgan, daha acımasız, teknolojik gücüde arkasına alan emperyalist devletler dünyayı yağmalıyorlardı. “Tüm dünyanın zenginliği kendi sermayem için” sloganı belirlenmişti. Ulus devleti içinde sıkışan sermaye birikimi yapmış şirketler kendi bunalımlarını savaş ortamın yaratacağı olanaklardan faydalanıp çıkmak ve büyümek istiyorlardı. Bir anlamda ulus devletini aşan ama korunan, kollanan yeni bir devlet anlayışı ortaya çıkmıştı. Güçlü emperyalist devlet kendi sermayesini küreselleşme yolundaki engelleri ortadan kaldıracak yeni alanlar açacaktı. Emperyalist devletler arasında ki rekabet elbette savaş için ortam yaratacaktı.

 

Ulus devleti içinde gelişen sermeye küreselleşemek ve emperyalist olanaklardan yararlanmak istiyordu. O istemleri için de çok beklemelerine gerek olmadı, 1. dünya savaşının eksik kalmış hesaplaşması Sovyetlerin oluşumunun getirmiş olduğu korku ile birlikte en kısa zamanda sıcak savaşa dönecekti. Döndü de!

 

Alman faşizmini sadece Alman sermayesi desteklememişti, tarih sahnesine sonradan çıkan Amerika merkezli bir çok küresel şirketlerde olanaklarını Hitler’in ihtiyacına uygun olarak lojistik, maddi, teknolojik destek veriyorlardı…

 

Hitler kapitalist sitemin ihtiyacına cevap verecek bir savaş stratejisini izleyecekti.

 

Yakın tarihimizin en kanlı sürecini faşist liderlerin hakim olduğu devletler ve onarlın oluşturmuş olduğu ateş çemberi içinde olacaktı…

 

İkinci dünya savaşının sonunda Japonya, İtalya, Almanya tarihin en büyük can kaybının sorumlusu olarak hesap vermeden tarihin karanlık dehlizlerinde yerini aldı…

 

Faşizm bugün yeniden dünyanın gündemine gelmiş konumda…

 

Yeni sloganlar yeni semboller ile faşizm kapitalist sistemin içinde büyümekte, ona karşın bugün ne yazık ki sol yeteri kadar güçlü olmadığı için gelişmeleri sadece teoride tartışan konuma gelmiştir…

 

Sosyal demokrasi tarihi rolüne yeniden dönmüş ve faşizmin gelişimi için her türlü yasal ve siyasi olarak ortam hazırlamaktadır…

 

Faşizm üzerine bugüne kadar çok şey yazılmış, teoride bir çok adımı tartışılmış, analiz edilmiş. Aslında faşizm üzerine bilmediğimiz ve karanlıkta kalan çok şey yok. Biz tarihin yeniden kırılması sürecindeyiz, yeni dünya ve yeni paylaşımın içindeyiz. Yıkılmış ulus devlet yerini alacak yeni bir devlet anlayışı oluşurken, yeni devlet oluşumu sermaye için gereklidir, sermaye koruma ve şemsiye olmadan kendisini güvende ve istikrar içinde olmayacağını düşünür, o yüzden sermaye için serbest piyasa konusu sadece sözde kalan bir şey olarak kalacaktır… Küresel şirketlerin çıkarına uygun devletler oluşacaktır, ulus devlet kürselleşmenin önündeki en büyük engel konumuna gelmiştir, liberal politikalar ulus devletini çökertmiş ama yerine yeni devlet oluşturamamıştır. Yeni devlet acımasız şekilde ulus devlet ile yüzleşmesi anlamına gelir ama  buna haklar henüz hazır değildir.

 

Ukrayna işgali ve beklenenin üzerinde bir direniş ya da Rus ordusunun abartılmış gücünün aslında sadece balon olduğu gerçeği ile karşılaştık. Rusya sözde faşizm ile mücadele için ülkeyi işgal ederken, emperyalist devletler bu savaştan önemli çıkarımlar yaptığı ve dersler çıkardığını görüyoruz… sol, teoride tartışmalara katılırken, hayatın içinde sadece izleyici konumuna düşmüş durumda, anti emperyalist ve savaş karşıtı protestolara katılırken siyaset içinde henüz belirleyici olacak kadar kitleselleşememiştir…

 

Her kırılma aslında bir ok olanak yaratır, Rus devrimi ve sosyalist değişim birinci dünya savaşının kırılma noktasında gerçekleşmiştir. Sübjektif koşullar her zaman vardır, önemli olan somut değişimi gerçekleştirecek örgütlü yapının olmasıdır… Solun önündeki en büyük görev; örgütlenmek ve fırsatını bulduğu an iktidarı sermayenin elinden alıp halka sunmaktır…

 

Kavramlar o kadar çok oynanıyor ki, bugün kimin ne konuştuğunu anlamak için kavramların altında ne anlatmak istediğine bakmak zorunda kalıyoruz, çoğu insan tarihi bilmeden sadece kafa karışıklı yaratan yorumlar ve kendi doğrularını dayatıyor… Zaten yetersiz bilgi ile bir çok şeyi anlamaya çalışırken, bir de içimizde kavramları yanlış kullananlar yüzünden ortak bir bakış açısı oluşturamıyoruz.

 

Bu yazının amacı faşizm kavramını feodal döneme uyarlayıp, tarihi kendisine göre yazmaya çalışanlara bir not olarak sunmaktı, fakat faşizm diye başlayan süreç en yazık ki devam ediyor ve bugüne de uzanmak zorunda kaldım. Uzun yazıdan dolayı kusura bakmayın, umarım sabır ile okunur yazı… 

 

İsmail Cem Özkan