16 Şubat 2023 Perşembe

Hayaller zamanın olmadığı alanda yaşar mı?

Hayaller zamanın olmadığı alanda yaşar mı?

 

Yetiştirdiği kızının mürüvvetini görmek geleneksel kültürümüzde vardır. O mürüvvet günü, kızı için yaptıklarını sergilemek, onları sergilerken kızına yeni yaşamında yardım etmenin gururunu duyar analar... Eskiden düğünlerden hemen önce serilir, dosta düşman karşı sergiler serilir, komşular davet edilir ve o sergiye erkek tarafı da bohçası ile katılır ve düğün bu şekilde başlanırdı.

 

Bizim için "doğu" diye tabir ettiğimiz illerde bu geleneksel kültür yaşamaya devam eder. Gelinlik çağına gelene kadar biriktirilenler kimse elini dokunmasın diye "sandıklarda" kızı adına saklanırdı...

 

Sadece canlar yok olmadı, hayaller de...

 

Bir gece yarısı, sessizliğin hakim olduğu anda çeyizler, gün yüzüne çıkmadan beton altında kaldı, toza karıştı, ananın ve kızın hayallerde toz ile birlikte yok oldu gitti...

 

Öğrenilmiş cinayet...

  

Bu hayallerin beton tozuna karışmasına sebep olan şey; insanın doymaz, bitmez kazanma hırsı... Sonradan öğretilen ama öğretildiğini reddeden bir kültüre sahibiz, sanki doğuştan gelmiş gibidir kazanma hırsı, mal ve mülk biriktirme... Çünkü mal ve mülk sahibi olmak demek; rahat bir yaşam için olmazsa olmaz diye öğretilmiştir. Tüm savaşlar, tüm kan davaları bu malın paylaşımı için değil midir?

 

Liberalizm dalgası ile öğretinin yerini eğitim aldı. Eğitim araçlarından sürekli bize; "zengin ol, biat et, rahat et!" diye dikte edildi. Her eğitilen insan zengin olmak için en yakının üzerine basarak çıkmayı doğal olarak gördü. 

 

Kısa yoldan zengin olmak isteyenler, ülkemizde bina yaparak, mülke en ucuz şekilde müşterisini ulaştırılarak zengin olma hayaline kapıldı. 

 

Tüm Avrupa nüfusundan fazla müteahhit ülkemizde olması tesadüfi değildir. Az para ile en büyük kazanç yolu bina yapmaktan geçtiği eğitimi verildi bize, betona yatırım yapan kat be kat kazanıyor... 

 

Maliyeti düşürüp daha yüksek rakama gösterişli binalarını satmak!

 

Her yapılan beton binaya isimler verildi. İsmin arkasına residence takısı eklendi... Sitelere İngilizce bir kelime ekleyince, binaların görünen yerlerine giydirme yapılınca, ucuza üretilen maksimum kar ile satılması anlamına geldi...

 

Paraya para demeyenler, sürekli yeni projeler yapmaya girişti. 

 

Küçükten başlayanlar daha büyük daha büyük siteler yaparken, kazançlarına kazanç kattılar... Büyüdükçe daha ucuza nasıl fazla getirili olacağını buldular. Bir malı ne kadar çok alırsan o kadar ucuza alacağını keşfedenler, toptan büyük siparişler ile vazgeçilmez müşteri ya da alıcı olduklarını keşfettiler. Üretici kendisinden ne kadar çok mal alan olursa, ona o kadar fazla diğerler müşterilerine göre indirim yapıyordu. Bu da normal işlemeyen piyasada rekabetin dengesizliğini büyüttü, küçük üretici daha pahalıya mal ederken, büyükler aynı şeyi daha ucuza mal ediyordu. 

 

Üretilen bina aynı fiyata satıyorlardı, bu da büyüklerin daha da büyümesi anlamına geliyordu... 

 

Sürümden kazandılar. Daha az demir, daha fazla su, daha kalitesiz beton, istenilen ne varsa kağıt üzerinde nasıl yapılmış gibi gösterileceğini, rüşvetin kime verileceğini bildiler. 

 

Daha büyük işler yapanlar bürokrasinin dilini iyi çözdüler. "işini bilen bürokratlar" ile bu suçu tabana yaydılar. 

 

Hatta yaptıkları sitelerde o izin veren belediyenin başkanına bir daire hediye edildi... Hediyeler rüşvet sayılmadı, bakın bugüne kadar görev yapmış belediye başkanlarına; kaçı emlak zengini? Belediye başkanı, meclis üyesi olmanın ayrıcalığı kısa sürede keşfedildi, en büyük seçimlerde rekabet yerel seçimlerde olmaya başladı. Başkan ya da belediye meclisi üyesi olmak için seçimlere büyük paraların yatırılması anlamına geliyordu. Bir anlamda yatırılan paranın en kısa yolunun belediyeden geçtiğini ve kazanç anlamına geliyordu. 

 

Vatanı için değil, çıkarı için yatırım yapıyordu. Seçimler parası olanların yapacağı bir yarış alanı olmuştu. Parası olmayanın seçimlerde aday olması dahi düşünülemez, o yüzden aday belirleme sürecinde partiler adaylardan seçim için para ister olmuştu. Parasını yatıran aday olabiliyor ve partinin ya da siyasi hareketin adayı olarak görünür oluyordu. Binalar ile belediyelerin ilişkisi o kadar iç içe geçmişti ki, şehir planlaması diye bir kavramın yerini, uygun gördüğün yere bina yap, nasıl olsa izin alınır, alınamazsa eğer imar affı ile yatırılır cezası ve yasal hale getirilme süreci ile şehirler birer beton yığınına dönüştürüldü. Yolu olmayan ama binası olan semtler hızla çoğaldı. Bir ambulansın, itfaiye aracının girmeyeceği sokaklardan oluşan semtler şehirleri kuşattı, şehirde yaşayanlar nefes alamaz hale geldi... 

 

Kızının mürüvvetini görmek isteyen ana ve kızı aynı evde yaşarken bir gece yarısı toprağın sallanması sonucu beton üzerlerine yağdı, sonra kalitesiz kırık demirler çöktü üzerlerine... O an onlar için durdu; toz için zaman devam etti...

 

Bu düzenin, bu katliamın sorumlularını hepimiz biliyoruz, hepimiz liberalizm adı altına gelen küreselleşme açılımının bir sonucunu açıkça yaşadık... Katliam yaşandı, yaşanan katliama da "yüzyılın felaketi" ismini taktılar. Ya siteye residence dediniz ha yaşanan katliama yüzyılın felaketi ismini verin sonuç ortada, ölüler ve hayaller beton altında, üzerlerine beton tozu yağmaya devam ediyor...

 

İsmail Cem Özkan

 

13 Şubat 2023 Pazartesi

Acındırarak iktidar olmak…

Acındırarak iktidar olmak…

 

Ülkemizin tarihinde acındırmak, mazlum rolü oynamak, muhtaç olmak kavramlarını iç içe geçiren bir siyasi geleneğe sahiptir.

 

Osmanlı devletinin yükselme devrinin sonu; bir anlamda dış devletlere yönelik yağmalamanın, işgalin, ganimetin sonu anlamına gelir, fakat uzun süre köle kadın ve köle insan ticareti devam eder. Çöküş sürecinde ganimet ile devlet kasasını dolduramayanlar borç ile devletin kasasını doldurmayı seçti. Yağma kültürü dışa yönelik olmaktan çıktı, içe yönelik yağmaya dönüştü. Osmanlı devleti sona doğru giderken kuruluş politikasının tersini tercih etmek zorunda kalıyordu. Dışarıda mazlum, zavallı, hasta gibi gözükerek, borç almak için ihtiyaç sahibi olmanın yolunu vicdan sömürüsüne dayalı bir dış politika anlayışının inşaat sürecidir... Rekabet halinde ülkeler arasında oluşan boşluktan yararlanmıştır…

 

Çürüyen her yapı dışarıdan acınacak görüntü oluşturur.

 

Arabesk bizim siyasetimizin temelinde var, hiçbir şey yapamazsa kendi vücudunu jilet ile keser, akan kanı emer, oradan oluşan korku ile devletini besler, saltanatını korur… İç ayaklanmalar bahane edilerek, halkı sadece vergi, asker veren konumuna getirdi. Var olan askeri yapıları dağıttı, yeni askeri birlikler oluşturdu, sarayda darbe meşrulaştı, güçlü olan kullanacağı Osmanlı soyundan geleni tahta oturtuyor, devletin malını yağmalıyordu. Baba, oğlunu, oğul babayı yok etmek için çaba harcamasına gerek yoktu, devletin kasasını elinde tutmak isteyenler o işi yapıyorlardı. Entrika, ayak oyunu, rüşvet, elde ettiği gücü çevresi için kullananlar çürümeyi hızlandırıyordu.

 

Her şeyi bir sonu vardır, çürümenin de sonu olacaktı.  

 

Kapitülasyonların dayatması sonucunda borç veren güçlü emperyalist devletlerin liderleri tarafından Osmanlı devletine “hasta adam” teşhisi kondu.

 

Hasta adam isimlendirmesi yapıldıktan sonra Osmanlı devletini yönetenlerin önünde çok fazla seçenek kalmamıştı; borcu borç ile kapatmayı seçmek dışında başka alternatifleri yoktu. Devlet, çıkmaz bir sokağa tek yönlü yoldan girmişti. Osmanlı devletinin sonu artık güçlü devletlerin masasında planlar ve haritalar eşliğinde konuşulur olmuştur.

 

Zaman içinde alacaklılar Osmanlı gelirlerine el koyup, bir de onun ile ilgili Düyun-u Umumiye kurumu kurmuşlar. Bu suretle Osmanlı devletinin elinde ne var, ne yok denetleyecekler, denetleme ile kalmayacaklar yöneteceklerdi. Bu sayede bilgi emperyalist devletlerin elinde silaha dönüşecekti. Osmanlı devleti yönetenlerden daha fazla bilgi sahibi olanlar masa başında yaptıkları tasarımları hayata risksiz bir şekilde geçirebiliyorlardı.

 

Son darbe ne zaman ve nasıl vurulacağı soru olarak hep masada durdu.

 

Elbette ekonomik olarak çöken devletin sağlam bir tarafı olması beklenemezdi, çürüme kaçınılmazdı, çürüme devletin gücüne olan güveni de ortadan kaldırıyordu… Çürüme dağılma anlamına geliyordu, dağılma ise devletten alacakların çözmesi gereken büyük bir problem olmuştu. Borç veren bankerler, devletler bu borç batağına dönüşmüş devletten büyük kayıp vermeden, çatışmaya girmeden alacaklarını nasıl tahsil edeceklerdi? Soru basitti, cevabı ise devleti gençleştirmek! Hasta olan yaşlı devleti gençleştirmek, işlevsel hale getirmekti.

 

Osmanlı devleti nasıl gençleşecekti?

 

İnsan olsa nasıl olacağı bellidir, yaşlı ya da hasta olanın varisi bulunur, o varislerden alacaklar alınır, gerek icra yolu ile gerek karanlık yöntemler ile... Bankerler için önemli olan almaktır, yolunun pek önemi yoktur, ama devlet olunca?

 

Devlet olunca devlet yıkılacak ve o devletin mirasını savunan yeni devlet kurmak gerekliydi... Buna da emperyalist devletler yöneticileri tarafından “Avrupa’da Türk sorunu” adı verdiler.

 

Türk sorunu çözülecekti.

 

Yeni devlet elbette devletin içinden çıkacak ve devamı olacaktır, kısaca borçları reddetmeyecek bir devlet! Bu durumda elbette oluşacak devletin “tam bağımsız” olması düşünülemez, çünkü siyasi yaşamda öyle muhtaç olanı bağımsız yapacak yeni başlangıçlar olmaz. Her daim muhtaç olacak ama hasta olmaktan çıkmış borçlarını ödeyecek konumda olacak bir devlet!

 

Borç ödenmesi esastır, diğerleri teferruattır...

 

Birinci emperyalist devletler arasında paylaşım savaşı sonucunda ülkemizin siyasi rejimi değişti, adı değişti, bayrağı kurallara uygun daha biçimli oldu. Ve emperyalist devletlerin baskısı ile başkenti de değiştirildi... Bu kurulan yeni devlet eskisinin devamı, daha gençleşmiş, oluşan yeni dünyada yerini alabilecek, borçlarına sadık ama tam bağımsız olamayacak, ihtiyaç olduğunda kuzeyde var olan devletin karşısında duvar olacak…

 

Tam bağımsızlık ancak ekonomi ile olur, ekonomisi bağımlı olan ülkeler bağımsız siyasi tavır alamazlar, onlar dengeleri gözetmek ile mükelleftir...

 

Borç, yiğidin kamçısıdır ama devletin?

 

Gençleşen devlet biraz kendisini toparlanmaya ve bağımsız davranmak için adımlar attığında, kaçınılmazdır dışarıdan müdahale. Devleti idare edenler her zaman emperyalist devletlerin eline koz verir. Siyasi iktidar, ikinci dünya savaşında Nazi Almanya’sını desteklemesi ile emperyalist devletlerin eline güçlü bir koz geçti, çünkü Almanya macerası İngiliz ve Amerikan çıkarlarının Ortadoğu’da riske girmesi anlamına geliyordu... Çıkarlar her şeyin üstündedir, geleneksel dostluk sözleri sözde kalmaya mahkumdur.

 

Savaş sonrası Avrupa’yı hizaya getiren Amerika, uygulamaya koyduğu Marshall yardımı ülkemiz için de uygun görüldü ve yardım ile siyasilerin bilinçaltında yatan alışkanlıklar canlandırıldı. Borç ile gelen sıcak para, içte oluşan herhangi bir direniş bertaraf edilmesini kolay kıldı. Yatırım ile büyümek yerine ekonominin büyümesi politikanın merkezine kondu. Her köye bir “zengin” yaratma hayali, emek harcamadan zengin olmayı amaç kıldı. Yağma politikası ile yeni zenginler suni olarak yaratılıyordu.

 

İtibar için birçok şeyde tasarruf yapılır!

 

Dışarıdan gelen yardım ile birlikte yardım istediğinde yardım alacak, borç istediğinde borç alacak konuma gelmesinin önünde engellerinde kalkması anlamına geliyordu. Ülkemizin itibarı; alacağı borç ile ölçülür oldu, eğer borç alacak konumdaysak itibarlı ülkeydik!

 

Önemli olan itibar, itibardan taviz verilmemesi gereklidir.

 

Dışarıdan nasıl gelirse gelsin gelen paranın önündeki tüm engeller kalkacaktı, kalktı da... Her yardıma, her bağışa, her zor durumda uzatılan ele sarılmak siyasi bir geleneğin yeniden canlandırılması oldu...

 

Bizim ülkemizde yaşanan felaketlerden ders çıkarmadık, var olan çarpıklık hep devam etti. Çarpıklığı yok etmek için adım atmadık, çünkü muhtaç olmak yardımın gelmesi anlamına geliyordu... Gelen her sıcak para, içeride oluşmuş sorunların ertelenmesi veya üstünün örtülmesi anlamına geliyordu.

 

Gelen para geri çevrilmez, koşulsuz kabul ettiğimiz hep söyleriz ama koşullarını da yerine getirmeye çalışır gibi gözükürüz, ülkemizde nasıl olsa felaket eksik olmuyor, verilen tüm sözler bir felaket ile göz ardı edilir ve sıcak para girişi devam eder... Nasıl olsa dünya bize bakmak zorunda, çünkü biz itibarlı bir ülkeyiz. Stratejik konumumuz bize yardımı sonsuzlaştırıyor!

 

Sonuç olarak biz benzer felaketleri sürekli yaşayan, tarihin sürekli tekerrür ettiği bir ülke konumundan çıkamadık! Çünkü biz kendimize acınılacak şekilde bakıldığı sürece gurur duyan bir siyasi anlayışın içinde olduk. Bakın zenginlerimiz bile fakir gibi giyinir, çünkü fakir gözük ki, yardım eksik olmasın!

 

“Domuzdan bir kıl almayı” kar gören siyasi anlayış; muhtaç, halkın güvenliğini önemsemeyen, son dakikada Allah'ın takdiri ile zorluktan kurtulacağımız düşünür... “Su nasıl olsa yolunu bulacaktır”, o yüzden siyasetin suyuna göre git anlayışı hep var olmuştur...

 

Siyasetçi siyasetçinin kurdu değil, koruyucu meleğidir.

 

Bizim siyasetçilerimizin hepsi kurnaz, zekidir. Halkın iyiliği için halkın cebinden alır ve beka sorunu adı altında offshore hesaplarda çevresinin ve ailesinin geleceği ekonomik olarak garanti altına alınır. Eğer devletin malını yedikleri ortaya çıkarsa, bu durumda hemen “mazlum” rolüne bürünür. Her Türk siyasetçi bilir ki, rüşvetin, devleti hortumlamanın kaydı olmaz, davası da olursa kısa sürede kapatılır…

 

İsmail Cem Özkan

 

12 Şubat 2023 Pazar

Acımız hiç bitmeyecek gibi, katlanıyor zaman içinde

Acımız hiç bitmeyecek gibi, katlanıyor zaman içinde

 

Ankara garı katliamı olmuştu, o katliamda Antepli güzel dostlarım diğer diyarlardan gelenler ile birlikte ölmüştü. O Antepli dostlarım yaşadıkları yerde yapılan her mitinge, her protestoda benim yaptığım afişler ile katılır, sesime ses katarlardı. Onların ölümü beni karanlığa iteklemiş, günlerce yas tutmuştum. Bugün dahi o güzel dostlarımı düşünürüm, çünkü onları görmeden, yan yana gelmeden dostluk kurmuş, aynı güzel geleceği isteyenlerdik...

 

Bu dünyanın en güzel çocukları hayalleri ile birlikte öldürüldü, bize onların hayalleri miras kaldı.

 

Gar katliamından yıllar sonra başka bir katliam ile sarsıldık. Bu sefer İslami cihatçıların canlı bombası vurmadı ama cihatçıların desteklediği siyasi iradenin çıkardığı imar aflar ile oluşturulmuş olan çarpık yapılaşma ve şehirleşme ile yine yakınlarımı kaybettim... Adına “afet” diyorlar ama afet olarak bir türlü ne aklım ne de vicdanım kabul ediyor. Bir de ekranlara yansıyan spot başlıklarda “yüzyılın en büyük afeti!” . Ben ise afet görmüyorum, açıkça bir katliam görmekteyim.

 

Ha canlı bomba patlamış ha depremin o korkunç sesi ile çarpık binaların yıkılması…

 

Doğal ve beklen bir depremde her ölüm bir suistimal, göz yummanın, çarpıklığın eseri olduğunu insanlık tarihi bize anlatıyor.  Bu katliam ile o güzel insanlar ile kurmuş olduğum birliktelik ile biraz daha karanlığın içine düştüm... Yasım, sanırım bu sefer biraz daha uzun sürecek, çünkü toprağa düşen, beton altına kalan her canlı benim can yoldaşımdır...

 

Rakamlar!

 

Bültenlerde sürekli rakamlar açıklanıyor, şu kadar bina yıkıldı, şu kadar ölü bedenine ulaştık… Ölenlerin, yaralı olarak kurtulanların hepsi rakam oluyor ne yazık ki, çünkü günümüz rakamlar ile konuşmayı doğal hale getirmiş, her birimiz birer rakama dönüştük...

 

Rakamlar, kader ortaklığı gibi sunuluyor...

 

Deprem zamanında tek suçları o gece, o şehirde, o üretiminden çalınan evlerde yaşıyor olmaları.

 

Ölenlerin hepsi masum ama katili hepimiz biliyoruz…

 

Katil, Ankara Garı katliama göz yumanlardır. O katliama ortam hazırlayanlar, bu katliama da ortam hazırladılar, çünkü bilinen, beklenene karşı önlem almak yerine çarpıklık affedilmiş, aflar çıkarıldığı övünç ile siyasi şova dönüştürülmüştür. Mağdur olan müteahhitlerin çıkarı gözetilmiş, onların işledikleri suç, suç olmaktan alınan bir siyasi karar ile ortadan kaldırılmıştır.

 

Hiç bir katliam önlenemez değildir, kader hiç değildir.

 

Eğer siyasi irade istemiş olsaydı yaşadığımız bu felaket olarak sunulan katliam bu boyutta can almış olmayacaktı, çünkü ölenlerin çoğu betonlarından, demirinden, suyundan, temelinden çalınmış binalarda öldü... O beton binaları yapanlar arkalarında siyasi gücü görmeselerdi, bu kadar fütursuz ve hesapsız üretimden, emekten çalmaz, daha dikkatli olurlardı, ama günümüzde çalanlara gösterilen siyasi itibar, bu pervasızlığı ortaya çıkardı.

 

Küçük çıkar uğruna on binlerce insan öldürüldü...

 

Bankadaki rakamlarına rakam katmak isteyenler, şehirde yaşayanları rakama dönüştürüp öldürdüler, onların nefeslerinden, kanlarından para kazandılar...

 

Ankara Garı katliamı, yüzyılın felaketi adını verdikleri katliam ile devam ediyor...

 

Ölenlerin hepsi benim canım, hepsi benim nefesimdir…

 

Sabaha karşı nefesim durdu, şimdi onların sesine ses olmak, sessizce işlenen katliamı daha gür bağırmak için onların adına nefes alıyorum.

 

Haykırıyorum; bu katliam unutulmayacak, sorumlularından bir gün mutlaka hesap sorulacaktır... Yarına karşı umudumun var olmasının tek sebebi, ileride hesap sorulacak ortamın olmasının olasılığıdır…

 

İsmail Cem Özkan