22 Mart 2008 Cumartesi

Borçlanmak

Borçlanmak

Borçlanmak demek insanın geleceğinin elinden alınması anlamına gelir. İnsan borçlu olduğu sürece kendi iradesi ile her şeyi yapmaz, eli ya da ayağı bağlıdır.

Firmaların borçlanması ise, gelecekteki gelirini bugünden harcaması anlamına geliyor. Günümüzde ise hem bireyler hem de firmalar borç içindeler. Bu borç Türkiye şehirleri dikkate alındığında en fazla borç taşıyan il İstanbul olduğu ortaya çıkıyor. İstanbul’da yaşam pahalı anlamını da içinde taşıyor bu söylem. İstanbul'u kişi başına 9 bin 423 YTL ile ön sıralara oturmuş demektir. Nüfus ile bağlantılı olduğunu düşündüğüm sıralama ülkede ki şehirlerin nüfuslarının da sağlıklı öğrenmeme yol açtığını düşündüm. Nüfus sayımları hep tartışmalı olmuştur, fakat borçlara bakarak o şehrin nüfusunu daha iyi anlamaya yol açtığını görebiliriz, çünkü borçlu yaşadığı yerden başka yere gitmez, gidemez.

Bugünlerde karşılıksız çekler pek gündeme gelmiyor, fakat daha başka bir gerçeklik var ortada, çekler çalıntı ihbarlarında büyük artış olduğu çekler ile iş yapan arkadaşlardan dolayı biliyorum. Örneğin bize yazılan bir çeki bozdurmak için bankaya gittiğimizde bu çek çalıntıdır diye işlem yapılmadığında gördüm. Hemen çeki yazan kişiye telefon ile ulaşıldığında abi ne yapayım, çek karşılıksız çıkıp banka nezdinde kötüye düşeceğime bu şekilde davrandım söylemi ile karşılaşabiliyorsunuz, tabi bu dürüstçe yanıt verenler için geçerli. Genelde haa öyle mi, tüh yanlış ihbar yapılmış, aslında çalınan çek o değil, başkasıydı, kusura bakma söylemi kullanılıyor, hemen gel sana yenisini yazayım demektedir. Gittiğimizde ise yeni çekin tarihinde bir oynama ile karşılaşmak sürpriz olmasa gerek. Bankaya gittiğinize çekinizin çalıntı olduğunu öğrendiğinizde paniğe kapılmayın, genelde çeki yazan hemen yazdıktan sonra çekim çalındı ihbarı yapmaktadır!

Borçlar insana düşünmediğini yaptırır. Normal bir devlet memuru iken, bir bakmışsınız kuyumcu ya da banka soyguncusu olarak kendinizi ekranlarda görebilirsiniz. Borç insana düşünemediğini yaşatır.

İnsanı bir metaya dönüştürmek için borçlandırır. Metalaşan insan ise değersizdir, sadece yaptığı iş ile anılır. Günlük konuşmaları da yaptığı iş ile belirlenir. Sohbetleri, randevuları işe göre belirlenir. İş her şeyin önündedir ve dünyada ya da çevresinde ki gelişmelerden habersizdir. Önce içinde bulunduğu durumdan kurtulma telaşı içindedir, bu telaş zaman içinde yok olur, alışır. Alıştığı anda artık onun o alanı terk etmesi zordur, hatta bir çokları için imkansızdır. Borçları ödemek için çalışmak ve ses çıkarmamak zorundadır. Sessiz çoğunlu borçlanarak elde edilir.

İşyerinde tacize uğrar, hakarete uğrar ses çıkaramaz. Artık o sessiz çalışan bir makine gibidir, aldığı maaş kadar konuşur, o maaş kadar yaşar, eğlenir. İş yeri satıldığında bir masa nasıl el değiştiriyorsa o da yeni patronuna hizmet eder. Yeni gelen patron istemezse işten atabilir, tıpkı masayı değiştirir gibi. Metalaşan insan tepkisizidir, olaylar karşısında tepkisizdir.

Metalaşan insan sadece homurdanır, söylenir. Hükmettiği yerde acımasızdır, saldırgandır. Metalaşan dünyada aile içi şiddetin artması, tacizlerin yükselmesi ve kayıta geçmeyen nice insanlık dışı olaylar olması tesadüfi değildir. Metalaşan insan çevresine karşı sessiz ve tepkisizidir, verilen görevi en iyi şekilde yerine getirir. Korku borç ile katlanır, büyür. Korkan insan içinde büyük savaşlar yaparken, dışarıda sakin durmaya devam eder.

Borçlanmak insanın geleceğinin elinden alınması demektir.

21 Mart 2008 Cuma

Gün aydınlığa dönerken…

Gün aydınlığa dönerken…

Newroz / Nevruz kutlaması bu sabah başladı, Newroz’un / Nevruz’un sahipleri de meydanlara doldu. Özgürce kutlayanlara ne mutlu! Özgürlük ve barış hep daim olsun, insanların beyinleri içindeki sınırlarında kalktığı, özgür bireylerin, özgür düşüncelerin olduğu yarınlar bu dönüm noktasında muştulu haberlerini bekler olduk. Bir dönüm noktasıdır 21 Mart. Karalık ile aydınlığın eşit olduğu gündür, karanlığın aydınlık karşısında gücünü kaybettiği gündür. Aydın bir gelecek için dönüm noktasında karanlığa inat, ateşlerin üzerinden geçerken lütfen barış dileğini tutun.

Dink, Mumcu, Anter, Kışlalı gibi aydınların bir daha öldürülmediği, Malatya’daki Sivas’ta ki gibi insanlık dışı cinayetlerin olmaması için, bugün güzel dileklerinizi yüreğinizden isteyin. Hiç kimse cinayete kurban gitmesin, kimse kahraman olmasın!

Afganistan’daki bataklığa bizi çekmek isteyenlere karşı duruşumuzu sergileyelim, bir can dahi kaybetmek istemiyoruz, üstelik başkalarının çıkarları nedeniyle asla!

Yurtta sulh, dünyada sulh sözünü gerçek kılalım. Barış içinde bir arada ve özgürce, bağımsız yaşamak için; birbirimizi değiştirmekten vazgeçelim ve olduğumuz gibi kabul edelim. Zorla dönüşüm hep çatışma ve kan getirmiştir. Hiçbir kimse, her hangi birinin kafasında canlandırdığı gibi olmak zorunda değildir.

Newroz sınırların kalktığı, her kültürden, her dilden, her inançtan insanların ortak olarak oynandığı halaylar, horanlara durulsun. Omuz omuza, el ele, yürek yüreğe bir gün geçirmeniz dileği ile…

Newroz’unuz kutlu olsun!
Nevruz’unuz bereketli olsun!

21 Mart 2008 İstanbul, Altunizade

19 Mart 2008 Çarşamba

Özgürlük ellerimde olduğunu yeniden keşfettim!

Özgürlük ellerimde olduğunu yeniden keşfettim!

Bugün hava bir açtı, bir kapadı, sonra güneş çıktı, güneş yerine karanlık hakim olurken, sokak lambaları yandı. Sokak lambalarından önce eski binalar ve devlet dairelerin duvarlarını aydınlatan lambalar yandı. Şehir kendisini karanlığa teslim etmemek için hazırlıklarını yapmış durumdadır. Şehirde hiç yıldızları gören var mı?

Lambaların aydınlattığı sokakları adımlarken, sokakları asıl aydınlatan dükkanların camekanları olduğunu gördüm. Onlar sokaklara hakim olduklarını yaydıkları ışık ile ilan ediyorlardı. Yeni dünya düzeni sokakların aydınlığı ile daha iyi anlaşılıyordu. Sokaklar karanlığa teslim edilemezdi, onun yerine kameralara teslim edilmeliydi, her şey güvelik içindi. Güvenlik demek, insanın sokakta rahatlıkla dolaşması anlamına gelir, karanlık sokakta insanın başına ne geleceğini kimse bilemez. Sokaklar güvenli olmalıdır. Ne ilginçtir ki, hep aydınlık sokaklarda cinayetler işlenir, filmlerde karanlık ve hafif aydınlık yerlerde olur. İstanbul’un en önemli caddesi olan İstiklal caddesinde taciz ve yol kesmeceler olağan görülebilinir. Arka sokaklara kimse korkudan giremez, arka sokaklar korkuyu hep çağrıştırır. Arka sokaklar tiner çeken genç ve çocuklara teslim edilmiştir, arka sokakları tehlike olduğunu halkımıza anlatmak için. Önce ihtiyaç yaratılır, sonra ihtiyaca uygun bir sanayi ürünü orada pazarlanır. Piyasa olur. Piyasa korku üzerine işlemektedir. İnsanlar şişmanlamaktan korkar, kepekli ekmek yer! Kanser olmaktan korkar, doğal ürünler tüketir, üstelik diğer ürünlerin üç katı fiyata. Parası olan sağlığını koruyabilir! Paran kadar sağlık! Peki, köyde yaşayanın parası yok, demek ki onda sonsuz sağlık!

Paran kadar konuş, parası olmayan ne yapacak hep mi susacak, yoksa hiç durmadan mı konuşacak? O zaman parası olmayan daha şanslı, onun çenesini engelleyecek parası yok! Parasız kalmak en büyük korkudur, borçlanır insan ama parasız yola çıkmaz. Para ile sınırlıdır yaşamı, parasız kalmak korkusu vardır, parasız kalınca ne yapacağını bilemez. Önce insanlar paraya bağlandırılır, sonra bağlanan insan alınır satılan bir cep telefonundan farksız olur. Verimli olduğu sürece kullanılır, sonra bir yenisi ile değiştirilir. Bugünlerde acaba yeni işlevli cep telefonları kaç parayadır? Cep telefonsuz gezmek korkudur! Ya birisi saldırırsa o an telefon edemezsem ne yapacağım, panik halinde dolaşan ellerinde telefon ile gezenleri görünce hep aklıma cep telefonun fiyatları mı daha pahalı, elinde cep telefonu gezdirenin ücreti mi?

Bir arkadaşım yeni iş yeri kurdu, iş yerini kurarken çalışanların odalarına kamera takmış, acaba neden dersiniz? Bu konuda her türlü fikir yürütebilirsiniz, duruş noktasına göre değişir. Neyse bu konu da nereden çıktı, acaba onda bir korku mu gizli, yoksa hükmetme dürtüsü mü? Neden bir insanı çalışırken izlersin ki? Bütün çalışanlar tembel ve biri tarafından gözetilmeden bırakırsan kaytarır. O zaman yapılması gereken iş zamanında olmaz, birisi tarafından gözetilmek verimi artırır, çünkü çalışanın parasını veriyorum ve o zaman içinde o benim için çalışmak zorundadır. O çalışma saati içinde benim bir malımdır ve bir bilgisayar ya da robot ne yapması gerekiyorsa o da yapmalıdır, her geçen saniye para demektir. Zaman para olduğuna göre kazanmak gerek! Artı değer, yani sermaye birikimi için benim için, sorgusuz ve duygusuz çalışan gereklidir. Robotlar yapacağı varsa robotları tercih etmelidir, çünkü robot hastalanmaz ve uzun süreli verimlidir. Oyalanmaz, internet üzerinde sohbet etmez. O yüzden tüm çalışanlar gözetilmeli ve denetlenmelidir. Denetim çağın gerekliğidir. Denetimsiz bir ortam anarşiyi içinde yaşatır ve büyütür, o yüzden her yerde denetim şarttır. Denetimin iyi işleyebilmesi için korku kullanılmadır. Denetlenen kişi korkmak zorundadır. Korku zamanın gerekliğidir ve korku denetlenmenin en önemli aracıdır. İşten atılma korkusu günümüzde daha büyüktür, çünkü çalışan borçlanmıştır. İşveren borçludur. Borç yüzünden güvensizlik vardır. Güvensiz insan ise denetler. İşçi işten atılmamak için patronunu denetler, işverende daha çok para kazandırsın diyerek işçisini denetler. Denetim karşılıklıdır. Korku karşılıklıdır, çünkü işverende piyasa içinde her an yok olmaya adaydır.

Yıllar önce Orwell 1984 adlı romanında kameralar ile mücadele ediyordu, yıllar sonra ben kamera olan bir odada çalışmaya zorlanıyorum! Büyük biradere karşı kavga eden bir kahramanı kendime idol olarak seçmiştim, bugünde kameralara karşı duruyorum. Sokaklarda kamera olması sokaklarda ki cinayetleri ve soygunlar engelledi mi? İstatistik olarak bakalım, kamera takılmadan önceki olaylar ile kameralı haldeyken olaylara, eksilme ve artma var mı?

Bir Mayıs’ta kameralar önünde cafe’de oturan eski bir solcuya tokat atılması gazete sayfalarında durmaktadır ama suçlu bulunamamıştır. Kameralar suçluları açığa çıkarmıyor, sadece suçun varlığını kanıtlıyor.

Eski bir işverenim, bir gün yolda kalmış, tamirciyi aramış. Vakit paradır ve hemen gelin arabayı çekin diye emir vermiş. Telefonun karşısında duran ise umursamaz halde, tamam kardeşimde arabanız nerede bozuldu? Patronum nerede arabasının bozulduğunu bilmediğinden çevresinde neyi görürse tarif etmeye çalışmış. Yaşam içinde para ile her şeyi ölçerseniz, sizde bir gün nakit olmuşsunuzdur!

Borçlu (vicdanen ve maddi anlamda) olmadığımdan özgürce işimi bırakabiliyorum, çünkü hiçbir kişiye veya bankaya borçlu değilim. İlkelerime ters geldiğinde bir iş yerinden ayrılmak için günlerce düşünmeme gerek yoktur, bugüne kadar beni var eden, biçimlendiren kültürel ve siyasal tercihlerim yönünde özgürce davrandığımı görünce; özgürlük ellerimde olduğunu yeniden keşfettim!

16 Mart 2008 Pazar

Deprem anısı…

Deprem anısı…

İstanbul’da geçen gün bir sarsıntı oldu, daha doğrusu bir yerde başlayan depremin dalgasını İstanbul’da hissettik. Ben o sallantı sırasında bir konserdeydim, doğal olarak depremi deprem olarak değil de yüksek sese bağladım. İstanbul her an bir yerde sallanmaktadır aslında. Bodrum katlarda yapılan yüksek volümlü müzik deprem gibi sallamaktadır. Kamyonlar ve tramvayın yaratmış olduğu sallantıyı hiç görmüyoruz. Aslında İstanbul sürekli sallanmaktadır.

Ben o sallantı anında oturduğum koltuğun sallandığını hissettim, arkadakiler sanırım heyecana geldi koltuğu salladı diye düşündüm, hatta arkama dönüp şöyle bir kaşımı çattığımı da anımsıyorum. Kaşlarımın çatmam işe yaradı ki, konser sonuna kadar bir daha koltuk sallanmadı. Ben kaşlarıma bağlıyordum, meğer bir daha deprem olmamış. Nerden bileyim, hikmet kaşlarda diye düşünmüştüm, çok safım ne diyeyim!

Ertesi gün çalıştığım yere gittim. Radyoda arkadaşlar ile deprem konusunu konuştuk. Bizim olduğumuz bina aslında yok, ama biz olmayan binada kiracıyız ve her ay kira ödemekteyiz. Ev sahibimiz valiye bağlı bir vakıfmış. İmar planında olmayan binada oturuyoruz, fakat o bölgenin en çürük binası olduğu biliniyor. Doğal olarak ertesi günkü konu bunun üzerine yoğunlaştı, acaba o sallantıda dökülen bir yer var mı diye sordum. Ben bir koltuk sallantısı olarak duyduğum şey, bu binada bayağı hissedilmiş. Bir de sekizinci katta daha çok hissedilir. Korkmuş doğal olarak arkadaş. Bizim bir de dördüncü katımız var ki, orada bir günlük gazete hazırlanır. O kata indim, oradakiler ne yaşamışlar diyerek sohbete daldım. Orada duyduğum ilginç bir anıyı paylaşmadan geçemeyeceğim.

Gazi mahallesinden gelen bir arkadaş akşam babası ile kavga etmiş ve onların evi iki katlı olduğunu anlatımından çıkardım. Kavga sonucunda o kızgınlıkla üst kata çıkmış ve bilgisayarın başına oturmuş. Kızgın insan ne yapar, sinirlini yatıştırmak için ya ‘chat’ yapar, ya da internette sörf yapar. Bilgisayarın açılma sırasında olmuş bu sallantı. Arkadaş hemen şöyle düşünmüş; ‘vay be babam bu sefer bayağı kızmış, bak duvarlar bile sallanıyor!’ depremi babasının kızgınlığına bağlamış, ertesi gün bu durumu gülerek anlatmaktaydı, onun neşesine katılmamak olur mu?

Bu deprem bize bir şeyleri çağrıştırdı, fakat bu işe en çok sevinenlerde sanırım deprem bilimcilerimiz oldu, yeniden ekranlara çıkıp, bu kırılma büyük depremi çağırıyor ya da uzaklaştırıyor tartışması yaptılar. Korku topluma bir kez daha aşılandı. Depreme karşı bugüne kadar ne yapıldı? Örneğin İstanbul’da bulunan deprem ile ilgili komisyon kaç defa toplanmış, ne gibi önlemler alınmış diye düşünülürse ve araştırılırsa ne gibi bir gerçek ile karşı karşıya kalabiliriz. Çünkü o kadar lafa rağmen hiçbir önlem alınmadığı ile karşı karşıya kalırız? Bu korku yüzünden oluşturulmuş birimlerde çalışanlar maaş almaya devam ediyor. İlginç bir gerçek ile karşılaştım, İstanbul’un en riskli bölgesi olan yerlerde binaların fiyatları sürekli artmaktaymış, o bölgelerde gökdelenler şeklinde oluşturulan mahallelerde binlerce insan yaşamaya davet ediliyormuş. Güzel görünümlü siteler içinde yaşarken, bir anda rüyanın sonlanacağını hiç düşünmüyoruz. Deprem rüyadan uyandırma görevi görmesini istemem.

Türkiye ekonomisinde de deprem bekleniyormuş, global olarak gerçekleşen depremler ve artçı sarsıntılar ülkemize tusunami olarak mı yansıyacak yoksa başka bir şekilde mi bilmiyoruz. Biz günlük koşturmaca içinde yaşamaya devam ediyoruz. Umarım bu sallantı bizi başka bir rüyadan uyandırmaz. AKP kapatılsın mı, türban olsun mu tartışması içinde bizim gözümüzün önünden başka gerçekler saklanıyor olabilir mi?

Sarsıntılar içinde yaşamaya alıştık diye düşünüyorum. Ben konserde depremi nasıl hissediyorsam, sonucunu nasıl düşünüyorsam olaylara da öyle mi bakıyoruz?