29 Aralık 2011 Perşembe

Savaş uçaklarına hayır!

Savaş uçaklarına hayır!
Uzaydan dünyamıza doğru bir şeyler her an gelmekte ve gelmeye de devam edecektir. Yerküremizin gök kubbesinden içeriye girerken bazıları gökyüzünde buharlaşıp yok olurken, bazıları da yerküremizin toprağı ve suyu ile bululuyor. Dünya kurulduğu günden beri yaşanan bir doğal olay olmasına rağmen, insan uzaya açıldığı günden sonra bu doğal olayda da değişimler olmaktadır. Çünkü dünyamızın etrafında dünyada üretilen uzaya bırakılan cisimler ile dolu ve büyük bir çöplük söz konusundur. Uzay çalışmaları birkaç ülkenin tekelinden çıktıktan sonra, daha fazla ve hızlı bir şekilde kontrolsüz şekilde kirletilmeye devam ediliyor.
Yeryüzüne, yakın bir zaman diliminde daha fazla insan ürünü olan çöpler uzaydan gelecektir ve bunların şu andaki teknoloji ile kontrol edilemeyeceği söylenmektedir. Bu konuda bazı hukuksal düzenlemeler yapılıyor olmuş olsa da yasa çıkmadan gönderilenler kaderleri ile baş başadır. Her an herhangi bir yere uzaydan gelecek ve çarpacaktır.
Uçak yolculuğu en güvenilir yolculuktur. İnsanların uçak kullanması teşvik edilmekte ve bu sayede zamandan büyük kazanımlar elde edilirken, ekonominin yani paranın hareket alanı da globalleşmekte ve bu sayede kapitalist sistem için yeni olanakların yaratılması anlamına gelmektedir.
Uzaydan kontrolsüz şekilde gelen cisimlerin karaya ulaşmadan herhangi bir uçağa değmesi sonucu, o uçağın havada infilak etmesi her an olasılık içindedir. Uçaklar günümüz teknolojisi içinde her türlü hava koşullarına karşı dayanıklı yapılırken, uzaydan gelecek olan bu insan eseri ürünlerine karşı ne kadar dayanıklıdır? Bu konuda bugüne kadar her hangi bir araştırtma yapılmış mıdır?
Havadan bomba yağdıranlar, bombalar için harcadıkları paralar ile bu uzaydan yeryüzüne gelecek olan ve gelmekte olan tehlike karşısında neden sessiz kalmakta ve yokmuş gibi davranmaktalar? Uçak yolculuğunun en sağlam ulaşım aracı olduğu propagandası yapılırken, neden uçak yolculuğunun ve uçaklarının yaratmış olduğu çevre ve insana yapmış olduğu tahribatlar konuşulmaz?
11 Eylül ikiz kulelerle yapılan saldırı sonrası Amerika üzerinde bütün uçakların uçması yasaklandığı süreç içinde yapılan bilimsel çalışmalarda elde edilen veriler neden genel kamuoyunun bilgisine sunulmaz? Uçakların hava sıcaklığı ile birebir ilişkisi olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış olmasına rağmen, gök kubbenin ısınmasına neden olan bulutların oluşmasına sebep olanlar listesinde neden uçaklar sıralanmaz?
Savaş uçaklarının ve savaş için kullanılan patlayıcı maddelerin uzaya, yerküreye ve gök kubbeye vermiş olduğu zararlar neden gündeme getirilmez? Bombalar ani olarak insanı öldürürken, uzun vadede insanların tümünü etkileyen ve doğayı, dünyayı yok eden gelişmeler gündeme dahi getirilmez… Doğa için mücadele eden dernekler, kurumlar, BM sözleşmesinde neden uçakların ve uzay çalışmalarının sonuçları, yaşadığımız küresel ısınma içinde gündeme getirilmez? Fabrikaların, arabaların bacalarından konuşuruz ama uzay ve uçaklardan konuşmayız! Sanki onlar doğaya zarar vermiyormuş gibi sessiz kalmaya devam ediyoruz.
Bomba atan bir uçak, insanları öldürmeye devam ediyor. O uçak aynı zamanda dünyamızı da kronik hastalık pençesine bırakıyor.
Savaş ve normal uçakların gök kubbe içinde bu kadar sık kullanılması güvenli ve sağlıklı değildir.
Doğaya en zarar veren ve kontrollü bir şekilde kullanılan teknoloji insanlığın ilerleyişi için şanstır, fakat kontrol dışı gelişen teknolojiler aynı zamanda doğa ile birlikte insanları da yok eden birer bomba konumundadır. Bomba atan bir uçak küçük çaplı bir alanda yaşamı yok ederken, global anlamda bir yaşamı da tehdit ediyor. Savaş uçaklarına ve savaşa hayır demek doğanın yaşaması için evet anlamına gelir. Bizler ve bizden sonraki kuşaklar bu doğada yaşayacağız, doğamızı yok eden küçük çıkarlar için yaşanan savaşlar insanlığa sadece zarar vermekte, geçmişi, bugünü ve geleceği yok etmektedir. Savaş uçaklarına hayır!
Savaş için harcanan her para insanlık için işlenmiş bir cinayettir.
Teknolojiyi katiller için bir silah olarak kullanmayın, barış için, doğa için, insanlık için teknolojiye evet!
İsmail Cem Özkan

Ölüm havadan geldi

Ölüm havadan geldi

Havadan bomba atan profesyonel pilot aşağıda kimleri öldürdüğünü göremez! Ona verilen matematiksel koordinatlar ile ekrandan gördüğü rakamlara uygun davranır ve bombayı bırakır. Aşağıda binlerce insan yaşıyormuş, bir insan yaşıyormuş fark etmez, o verilen görevi yerine getiren bir profesyoneldir.
Havadan ilk bomba Libya toraklarında Osmanlı askerlerinin üzerine İtalyan askerleri atmıştı. İtalyan pilotlar, aşağıda kaçan, şaşkınlıkla bombaya bakan insanları görmüştü. Çünkü kaçanlar bir savaşta uçağı ilk defa görüyorlardı. İlk defa orada uçak ortaya çıktı, kaleler artık eskisi gibi güvenli savunma alanı değildir. O günden sonra tüm kaleler önemini kaybettiği için doğanın kucağına bırakılmışlardır. O günden sonra kaleler sadece turistlerin gezdiği bir alan olmuştur.
Göklere hakim olan, savaşa hakim olacağı ilan edilmiş oldu, birinci dünya savaşında Trablusgarp cephesinde. O savaşı Osmanlı kaybetti, o günden sonra Cezayir’de, Libya’da nice kitlesel katliamlar olmuştur. Kitlesel ölümler ve katliamlar 2. dünya savaşı sırasında ve sonrasında olmaya devam etti, bugünde olmaya devam ediyor, çünkü öldüren, öldürdüğü kişileri ancak tv ekranlarında ya da gazete manşetlerinde görür oldu.
Görmeden öldürmek vicdanı da rahatsız etmez, katil olduğunu bile bilmeden normal yaşamına devam eder. Çünkü yukarıdan bırakılan bomba katil olma duygusunu ortadan kaldırır ve yabancılaştırır.
Savaşın çirkin yüzüdür, Sabra Şatilla kampları…
Savaşın çirkin yüzüdür Halepçe…
Savaşın çirkin yüzüdür bugün Uludere.
Bombalar, yeryüzüne birkaç metre patlarsa daha kitlesel olacağını hesaplayan mühendisler, Hiroşima’da atom bombasını ilk defa bir şehir üzerinde patlattıklarında nasıl bir katliama ortak olduklarını bilmiyorlardı.
Hiroşima’da insanlar buhar olurken, belki İstanbul’da bir sivil kanser oluyor ölüyordu. Çünkü Hiroşima üzerinde biriken nükleer dolu bulutlar; yeryüzüne yağmur olarak indiği ve nereleri nükleer artık ile yıkadığını kimse bugüne kadar bilemedi, saklandı. Yok sayıldı.
İnsanlar kanser hastası olmaya başladı ve çağın hastalığı olarak anlatıldı. Neden arttığını kimse sorgulayamadı gerçek anlamda. Kanserin nedeni nükleer olduğunu biliniyordu ve evlerdeki nükleer dalgası yayan araçları suçlu ilan edilmişti. Gerçek suçlu gözler önünde görünmez kılınmıştı, düşman vardı ve düşmana karşı silahlanmak ve nükleer bombalar biriktirmek, senenin planlı günlerinde onları patlatmak olağan şeylerdi.
Yüzyılın kangreni, salgın hastalığı gökten alır olduk. Gökten gelene karşı kimsenin savunma mekanizması yoktur, çünkü o güne kadar öğrenilen savunma biçimi karadan karaya göre düzenlenmişti, uçak çıktı, savaşta mertlik yok oldu. Ölümler daha keskin ve ani olmaya başladı ve düşenin kimyasal, nükleer silah mı, biyolojik mi, virüs dolu bir balon mu olduğunu ölümlere bakarak öğrenir olduk.
Savaş uçakları bir yerleri bombaladığında ölen sadece insan değildir, insanın biriktirdiği tüm değerlerdir. Savaş uçakları geçmişi ve bugünü yok ederken, geleceğe de nükleer, biyolojik, kimyasal artıklar bırakmaktadır.
Savaş uçaklarına koordinat verenler sadece askerler değildir, onların siyasi sonuçlarından sorumlu olanlardır. Bugüne kadar savaş uçaklarına koordinat verenler ne yazık ki yargılanamamış, sorgulanamamıştır.
Askerlik profesyonel anlamda öldürmek üzerine kurulmuştur, hedef neresi gösterilirse sorgulamadan, karşı çıkmadan hedef yönünde hareket etmektir.
Profesyonel insan hangi meslek dalında olursa olsun, parayı verenin emirlerini yerine getirmek ile yükümlüdür. Yaşadığımız çağ, kategorize edilerek yaşam parçalanmıştır. Parçalanan meslek birimleri ise profesyonel insanlardan oluşturularak erk sahibinin amaçları ve beklentileri yönünde hareket etmesini sağlamaktır. Profesyonel insan görevini yaptığı için vicdanı rahattır, emir veren ise sonucu rakam olarak gördüğü için vicdanı rahattır. Ölen ise toprak olurken kimse ölenin kimliği, geçmişi, neden orada olduğu konusunda araştırma yapma gereği bile duymaz, çünkü yaşadığımız çağda insanlar bir rakama indirgenmiş ve kategorize edilmiştir.
İnsan öldü, insan yarattığı yeni düzenin kurbanı oldu. Emir verenler ve emri uygulayanlar erk sahibinin niyetine göre hareket ettikleri için yaptıklarından dolayı sorumlu değillerdir bu yeni dünya düzeni içinde!…
İsmail Cem Özkan

21 Aralık 2011 Çarşamba

Tarih; ilkleri yaşarken tekerrür mü eder?

Tarih; ilkleri yaşarken tekerrür mü eder?

Susurluk davasına konu olan yıllarda yapılan operasyonlar ve sonuçlarını yeniden düşündüm, acaba dedim kendi kendime; tarih tekerrür mü ediyor? Özneler değişik ama uygulama ve yapılanları düşününce karbon kağıdından geçmiş gibi.
Denenmiş operasyonları tekrar deniyorlar ama biryandan da geçmiş ile yüzleşmek adına bir takım soruşturmalarda / davalar da bu arada sürüyor. O dönemde yapılanları demektir ki başarılı görüyorlar ki, yeniden benzer bir senaryo yeniden uygulamaya konuluyor.
Susurluk davasına konu olan yıllarda “ilk kadın” başbakanımız yönetimdeydi. Onun emrini şak diye yerine getiren bir genelkurmay başkanı, emniyetin “ağır topları” o dönemde her şeyi yapacak konumdaydı. Birde bugün varlığı kabul edilmeyen JİTEM ve onun gözü kara yöneticileri de henüz sağ idi.
Mahkemelerde JİTEM henüz kabul görmüş değil ama fiili ve anılar içinde varlığını devam ettiriyor. PKK ile savaşan özel ve seçilmiş birlikler, o dönemde “Dağ Türkçesi” ile konuşan, yetiştirilmiş ve her şartta ayakta kalacak elemanlardan oluşturulmuştu. Dağ Türkçesi konuşan elemanlar; köylere baskınlar düzenleyip, PKK kıyafetleri ile önce propaganda yapıp, ardından kendi kimlikleri ile gelip o propagandaya sıcak bakanlara “bok yedirildiği” günlerdi. Yine o dönemde “bir liste” elden ele dolaştırılıyor ve “Kürt” olduğu söylenen işadamlarına, gazete dağıtıcılarına, muhabirlere yönelik suikastlar, saldırılar oluyordu.
Liste bir kere ele düştün mü artık gereği yerine getirilmesi gereklidir. O listede olduğunu düşünenler; ellerindeki olanaklar ile karar verenlerin kapsını arşınlıyor ve listeden isimlerinin çıkması için tüm mal varlıklarını ortaya koyuyorlardı.
Gerçekten dilden dile dolaşan, bizim görmediğimiz ama duyduğumuz o listede neler ve kimlerin isimleri vardı?
Sonuçta bir liste olduğu yaşanan ölümler ile hayatta karşılığını bulmuştu. Görevlerini yerine getirmek isteyenler için elde liste olması büyük kolaylıktır, çünkü ele verilen liste emir olarak kabul edilir ve gereği yerine getirilmesi zorunludur. Bu işin yasal olup olmadığı, prosedüre uyup uymadığı önemli değildir, emir verenler sonucunu elbette biliyorlardır.
Bugünlerde operasyonlar öncesi bir liste lafı ortaya atıldı. O dönemdeki gibi listede isimler alt alta sıralanmış, öncelik sırasına göre işlemler yapılmasının gereği uygun görülmüş. Sırası ile listedekilerin üstleri çizilmekte, uygun olan işlem, listeyi elinde bulunduran tarafından yerine getirilmiş olmakta olduğu anlaşılmaktadır. Bugünlerde yaşanan tutuklama operasyonları sözü edilen listenin varlığını kanıtlamaktadır.
Devlet içinde devlet olduğu kabul edilen bir yapılanmanın her meslek grubundan, her katmandan insanı içine alacağı beklentisi boşuna değildir. Çünkü devlet içinde devlet olduğu söylenen yapının devlet tarafından tek elden yok edilmesi gerekli olduğuna inanılmaktadır.
Susurluk kazası sonrası yaşananlarda da aynı mantık ile karşılaşırsınız. “Devlet için kurşun atan kahramandır” ve “bir çakıl taşı vermemek için her şey mubahtır”. Devletin bekası için gerekli olan işlemler yerine getirilmiştir.
O gün Türkiye tarihi içinde bir ilk yaşanıyordu, ilk kadın başbakan görevinin başında “Demir Leydi” konumunda sözünün arkasında, kendisinden istenen bütün operasyonlara gözü kapalı “evet” diyen biriydi. Bir çakıl taşı vermemek için binlerce insanın hayatına da mal olsa program yerine getirilecekti. Çakıl taşı vermedik ama Avrupa Birliği ile özel bir anlaşma yaparak gümrük kapılarımızın bir bölümü serbest ticaret için yeniden düzenlenmişti. Gümrük Birliği ile ağır sanayi fabrikalarımız el değiştirileceği günlerin kapısını açılmıştı, bugün o farikaların kapısı dahi yoktur, yıkılmış duvarlar altında geçmişin hayali oralarda hala durmaktadır.
Bugün “demir leydi’ye” danışmanlık yapan, konuşma metnini yazanlar bugünde görevlerinin başındalar ve yine aynı konumda olmasalar da akıl vermeye ve “yandaş medya” içinde konumlarını korumaktalar, var olan hükümete karşı yapılacak eleştirilere karşı akıl vermeye devam ediyorlar.
Bugünde bir ilk yaşanıyor, cumhuriyet tarihinde en uzun süre iktidarda kalan bir başbakan vardır. İlklerin yaşandığı süreçte tarih tekerrür mü ediyor?

19 Aralık 2011 Pazartesi

Beklenen ama beklenmeyen zamanda geldi!

Beklenen ama beklenmeyen zamanda geldi!

Felaket, beklenmedik zamanda başımıza gelen şey diye tarif etsek yetersiz kalır o yüzden biraz daha açalım bu kelimeyi. Büyük zarar, üzüntülere yol açan olaylar. Kazalar genelde beklenendir, felaketler ise beklenmeyen büyük olaylardır. Fakat son otuz yıldır felaketler beklenir oldu. Çünkü daha önceden fark ediliyor ve uyarılmasına rağmen felaketler olmaya devam ediyor.
Kazalar önceden tedbir alınarak ortadan kaldırılabilinir olmasına rağmen, trafik kazaları konusunda bir adım öteye atılamamıştır. Her bayramda yollar kazalar yüzünden kan gölüne döner ama bunu önlemek için ne bir çaba sarf edilir, ne de araştırma yapılır. Pardon, araştırma yapılır, istatistiki olarak! “Bu seneki bayramda şu kadar kişi hayatını kaybetti, geçen seneye göre bilmem ne kadar artış olmuştur ya da azalmıştır” denir.
Doğada olan olaylara felaket deme alışkanlığımız vardır, belirli zamanlarda kazalar gibi gelmiş olmasına rağmen, doğal olduğu için felaket deriz ve ona göre yardım yapılması düşünülür, fakat bizim ülkemizde felaket ile kaza arasında sıkı bağ olduğu unutulur! Kazalar karşısında ne kadar önlem alıyorsak, felaketler karşısında da o kadar önlem almaktayız. Dış ülkelerin baskısı olmazsa eğer, hiçbir şey yapmayız, unutmaya bırakırız, çünkü o kadar çok gündem değiştiririz ki, artık ne zaman ne olduğunu unuturuz!
İstanbul ve diğer büyük şehirlerimizi her an felaket gelecekmiş gibi beklemeye devam ederiz ama önlem alır gibi gözüküp, dış görünüm ile ilgileniriz. Parklara, bahçelere, yol kenarlarına lale ekimi alt yapı çalışmasından daha önemlidir, onlar için festivaller bile yaparız. Alt yapı dediğiniz gözle gözükmez, elle tutulmaz şeydir ama şehir alt yapı üzerine kurulu olduğunu bir çukura düştüğümüzde aklımıza gelir.
Büyük şehirler yerleşim olarak ısı üretir. Şehirleşme ile birlikte doğanın o bölgedeki dengesi yok olur ve yeni bir dengeye kavuşur. Eğer şehir oturmuş ve alt yapı sorununu çözmüş ise…
Şehirler betonlaştıkça ve alt yapı sorununu çözülmediği sürece doğada dengelerin oluşması her zaman sorun olarak kalır, çünkü doğa gün geçtikçe genişleyen şehirleşmenin karşısında acizdir, toprağın üstü betonlar ile örtülür, gökyüzüne doğu beton binalar yükselir. Bu gökyüzünde havanın hareket alanını değiştirdiği gibi, kuşların ve diğer canlıların yaşam alanını ve göç yollarını yok eder. Bugün şehirler üzerinden geçen göçmen kuşları gün geçtikçe azaltmaktadır. Hatta havalimanı yakınlarında hiç kuş uçmaması uçak güvenliği için şarttır.
Havaların değişimi, toprak için gerekli olan ve binlerce yıldır devam eden düzenin dışında, hızla değişen yeni eko sisteme uyum sağlamaya çalışan dünyamız içinde felaketler sayısında bir artış söz konusu oluyor mu bilmiyorum ama her felaket sonucunda etkilenen insan sayısı arttığı kesindir.
İstanbul şehri bu felaketlerden kendisine düşeni elbette almaktadır. İstanbul şehir olarak gün be gün yatay olarak genişlemektedir. Yarım ada artık İstanbul için küçük bir semt olma özelliğini taşır konuma gelmiştir. İstanbul sınırını bugün itibarı ile takip eden harita mühendisleri ve şehir planlamacıları olmasına rağmen, planların dışında hareket ettiği gerçeği de iki de bir çıkarılan orman arazilerinin yerleşime açan af kanunları ya da kararnameleridir.
İstanbul geçen seneler içinde susuzluk ile karşı karşıya kalmış, barajların altında yer alan tarihi dokunun çıktığına şahitlik etmiştik. Felaket bir akarsuyun yönünün değiştirilmesi ile geçici olarak çözülmüştü. O sene susuzluktan kaynaklanan büyük bir felaket yaşamadık, fakat suların iki de bir kesilmesi ile birlikte yer altındaki boruların ne kadar sağlıklı olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün dahi yer altında borular üst üste olmuş olmasına rağmen, düzenden ve sistemden bahsetmek çok zordur.
İstanbul, modern şehir yapısından çok uzakta olmasına rağmen, görünüm ile modern bir yapıdaymış gibi izlenim vermeye devam ediyor.
2013 yılında İstanbul’u bir felaket beklediğine dair haberler bugünlerde gazetelerde yer almaya başladı. Yani geçici çözümler çözüm olmamış, barajlarda su oranı gün geçtikçe düşmeye devam etmektedir. Normal yağması gereken yağmur artık yağmıyor. Hava kapalı olarak kalıyor ve gerekli yağmur yeryüzü ile kucaklaşmadan gidiyor. Şehir dokusu içine yağan az yağmur ise derelerin taşmasına sebep olabiliyor, çünkü yer altında artık suyu taşıyacak yeterli büyüklükte kanal sistemimiz yok.
İstanbul felaket bekliyor. Beklenen şey bir gün mutlaka olacaktır, bugün o felaket anının ve sonrası için elimizde somut senaryonun olmadığını yer altına bakarak söyleyebiliriz. Şehir üzerine enerji yığmaya devam ediyor, enerji ısı yaratıyor. Yaratılan ısı dünyanın dokusunu bozmaya devam ederken, bizler hiçbir şey olmamış gibi, Aralık ayını günlük güneşlik şeklinde geçirmeye devam ediyoruz.
Felaketlerden ders çıkamayan ve bir daha olmaması için araştırma yapmayan şehir ve devlet yönetimi beklenen felaketler karşısında anlık çözümler ile işi ertelemeye devam ediyor.
İsmail Cem Özkan

18 Aralık 2011 Pazar

Savaşa doğru…

Savaşa doğru…

"Kafirleri öldürmek cinayet değildir, cennete giden yoldur!" tapınak şövalyeleri bu sözü söylemiş, size yabancı gelmiyor değil mi bu söylem, bugünde başkaları diyor...
Binlerce yıldır İbrahim dininden olanlar (Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık) milyonlarca insan öldürdü, öldürmeye de devam ediyorlar...
Üç din aslında din mi yoksa mezhep mi tartışması dahi yapılmadı, sadece bize din dediler ve bizde din olarak algıladık ve öyle kabul ettik. Bugünkü bilgi birikimim içinde ben bu üç dinin aslında İbrahim dinin mezhebi olduğunu düşünüyorum. Birbirlerinden bağımsız değiller, kök ve düşünce olarak aynı zemin üzerinde ve söylemleri büyük fark gözetmeyen benzerlikler taşımaktadır, sadece ritüellerinde değişiklikler bulunmaktadır. O halde bunları ayrı ayrı bir din değil de mezhep olarak görmek bana daha mantıklı geliyor.
İtaat etmek, bütün dinlerin olmazsa olmazıdır. İtaat etmek ve soru sormamak dinlerin en önemeli temel taşlarıdır. Bunları yok sayan biri, her hangi bir dinden olamaz, cemaat dışına düşer. Toplum mühendisliği de itaat etmek ve emirlerin yerine getirilmesi yönünde var olan toplumu düzenlemek ile sorumludur. Bugün toplumu düzenleyenler; dinlerin birikiminden yararlanarak onların söylemlerini “maddi çıkarlar” üzerine yeniden biçimlendirmekteler. Toplumların yeniden düzenlenmesinin temelinde hangi dinden geldiğine göre değil, hangi ürünün ne kadar boyutta tüketileceği üzerine kurgulanmıştır.
Bugün dünyanın her hangi bir ülkesinde, dinler yükselen değer gözüktürtmesine karşın, aslında din sadece cephelerin kurulaması için araçtır. Yeni tüketim alışkanlıkların kazandırılması için bir reklam aracı olarak kullanılmaktadır.
Kriz içinde olan sanayi ülkelerin krizden kurtulması için yeni pazar alanlarının yaratılması ve tüketici alışkanlıklarının değiştirildiği bir global dünya yaratılma sürecini uzun süredir yaşamaktayız. Geri bıraktırılmış ülkeler yeni “tüketici” pazar yerleridir, orada yaşayanların dini duyguları beslenirken, global dünyanın tüketim alışkanlıkları da empoze edilmeye devam ediliyor. Kahire’de, İstanbul’da Starbucks Cafe’de kahvesini yudumlarken, GAP marka bir elbise ile Marlboro paketini masa üzerine dururken ülkenin siyasi gelişmeleri konusunda o ülkenin münevver ya da aydınları arasında ateşli bir tartışmaya şahitlik yapabilirsiniz.
Pazarlama yöntemi olarak dini söylemler; geleneksel olarak var olduğundan ötekileştirilerek (başkalaştırılarak) yeni pazara uygun tüketici tipin yaratılmasıdır. Yeni tüketici tip; global ürünlerin tüketmesi ve bu ürünlerinin kazandırmış olduğu alışkanlıkları sağlıklı görme eğilimindedir. (türban, eşarp üretici global firmaların yeni pazar alanıdır, eskiden beri ürettiklerini yeni tüketici kesme uygun pazarlama araçları ile kendi ürünlerini temsilci yandaş firmalar aracılığı ile pazarlamaya ve sermaye biriktirmeye devam ediyorlar.)
Yeni tüketici toplumun bir bölümünde silah ve türevlerini tüketmek daha önem kazanmıştır, çünkü savaş var olan krizin çıkış kapısı olarak durmaktadır. Son yüzyıl içinde yaşanan iki büyük dünya savaşı temelinde yaşanan krizler ve o krizlerden çıkış yolu olarak global savaşlar çözüm olarak uygulanmıştır. Her iki savaşta; krizin bir anlamda çıkış kapısı olmuş, kapitalist ilişkilerin yeniden biçimlendiği süreçlerin başlangıcı olarak miladi öneme sahiptir. Üçüncü bir dünya savaşı için ise bugün her iki savaşta olduğu gibi güç dengeleri ve cepheleri henüz yoktur. O yüzden üçüncü dünya ülkesinin en zayıf halkası olan Müslüman ülkelerden bir cephe yaratılma sürecini yaşamaktayız. Bu üçüncü cephe savaş alanını ve boyutunu savaş başlamadan sonucunu ortaya çıkarmıştır. Elbette toplum mühendisliliğinin öngörüleri her zaman beklendiği gibi sonuçlanmaz.
Bugün piyasaların belirlenmesi ve cephelerin oluşturulması bu üç mezhebin içinde cereyan etmektedir. Dünyaya hükmetmeye çalışan İbrahim dini mezhepleri kendi içlerinde rekabet varmış gibi bir algı oluşturmuşlardır ve mezhepler birbirine güvensiz ve düşmanca duyguları gün geçtikçe büyütmekteler. Yeni ırkçı örgütlenmeler mezhepler üzerinden düşmanlığı körüklemekte ve hınç beslemekteler. Hınç biriktirenler geçmişi asla unutmazlar ve öç alacakları günü sabır ile beklerler. Hıristiyanlık Yahudilikten hıncını 2. dünya savaşı sırasında aldı. Bugün iki mezhep birbirlerine karşı hınç büyütmekte ve değişik zamanlar içinde birbirlerine karşı açıkça saldırmaktalar.
‎"Kafirleri öldürmek cinayet değildir, cennete giden yoldur!" anlayışı biçim ve zaman değiştirerek varlığını korumaktadır ve bugün kafirleri öldürdüğünü düşünen yeni kahramanların destanları yazılmaktadır. Bütün bu hınç ve birikimler; var olan kapitalist krizin çıkış kapısı olarak görülmektedir.

19 Kasım 2011 Cumartesi



Anita'nın Aşkı ya da Antigone Newyork'ta

Manhatten’in bir zamanlar fakirlerinin oturduğu bir park vardır, bugün artık orada fakirleri orada göremiyorsunuz, çünkü seyrettiğim olay yıllar öncesinde yaşanmış destan olarak günümüze kadar gelmiş bir polisin ağzından anlatılan hikayedir.
Şehirler yeni yerleşim yaratırken, eski yerleşim yerleri şehrin merkezinde kalınca doğal olarak oralar değerlenir, orta düzeyde şehrin vatandaşları orada, görmek istemediklerini gözlerinin önünden uzaklaştırır. Bir sabah polis operasyon ile bu yersiz, yurtsuz demeyeyim ama evsizleri parktan uzaklaştırmadan önce park içinde şehrin renklerinin en fakirleri orada yaşarmış. Polonya, Rusya ve Porto Rico göçmeni bir sonbahar günü her zaman gündüzleri yaptıkları gibi banklarda uyumaktalar, çünkü evsizler gündüz kendilerini daha güvende hissetmekteler, geceleri ise yaşamaktalar.
Göçmen olarak gelmişlerdir, hayalleri ile gelenler buranın gerçekliği içinde yaşamaktalar ama geldikleri ülkeye de dönememekteler. Evsizler günlerini yaşamaktalar, parkta kendilerine ait zamanlarını kendilerini belirlediği zamanı yaşamaktalar, bizlerin saat dilimi onlar için değildir. Bizlerin zamanları içinde, kendilerine özgü yaşamlar içinde ayrı bir dünyaları vardır. Yaşadıkları yere ve ideallere sonuna kadar bağlıdırlar, Amerika aleyhine yapılan bir protestoya ellerinden geldiğince karşı koyabilecek kadar da vatanlarına ve bayraklarına bağlıdırlar.
Amerikan polisi, Amerikan eğitiminden geçmiş vatana ve bağlı olduğu şehre gönül ile bağlı biridir. Şehrin adaletini temsil etmektedir, o evsizleri şahsi olarak anlamaktadır, çünkü onların yani evsizlerin vatanlarına bağlı olmasını takdir ile karşılamaktadır. Onlarda bu şehrin rengidir, bu şehir evsizleri ile bir bütündür, hatta eski komünist Rusya’dan gelenler bu fakirlerin filmini çekerek propaganda aracı dahi kullanmıştır, ne garip bir cilvedir ki onların önemli adamları işsiz ve evsiz kalacaktır bir süre sonra. Sovyetler Birliği yıkılmış olmasına rağmen komünist düşmanlığı devlet memurları arasında devam etmektedir. Amerikalı olmak demek yaşadığı yerden ve bayraktan gurur duymak demektir, nereden ve ne zaman geldiğin önemli değildir.
Amerikalı olan ama park içinde Rus göçmeni bir profesör (Sasha), geçmişin kötü izlerini hala üzerinde taşıyan, Amerika’ya geldiğinde kendisi gibi profesör olan yurttaşının yanında çalışmış, fakat eşini de ona kaptırarak evi ateşe verip sokaklarda yaşamayı seçmiş bir Rus Yahudi’si. Rusya’da babası müzikten nefret etmesine rağmen evde yüksek sesle radyo çalıp, yan taraftan gelen işkence seslerini bastırdığını ve genç sayılacak yaşta hayatını kaybettiğini anımsamaktadır. Amerika onun beklentisini karışılmadığı için Rusya üniversitesine dönmeyi hep düşünen ama bir adım dahi atmayan ve kendi zamanı evsizler arasında diğer evsizler gibi parkta geçiren biridir. Parkta en samimi arkadaşı Polonyalıdır (Pire). İkisi parkta birlikte yaşamaktadır, belki doğudan geldikleri için birlikteler, kendileri dahi anımsamamaktadır. Pire, Sasha’ya göre daha hareketlidir ve sara hastasıdır.
Parkın kadın müdavimi de vardır (Antigone). Süpermarket alışveriş arabası ile bir şeyler toplar ve satar. Birkaç defa tecavüze uğramış, o da Porto Rico’dan gelmiş. Her birinin ayrı ayrı geçmişi vardır ama park içinde evsizlerin ortak hikayesi vardır. Ev sahibine bıraktığı eşyaları ara ara aklına düşer ama parkı terk edip eski evinin ev sahibine gitmek hayali içindedir ama hiçbir şey yapamaz, çünkü elindeki alışveriş arabası ile metroya binemez, onu bırakacağı da yer yoktur. Sessizlik içinde yaşamı ve ölmüş bir arkadaşı vardır (Paullie). Onun cenazesi kimsesizler mezarlığında gömülmek için limana getirtilmiştir. Kimsesizler mezarlığı şehirden uzak bir adadadır ve orada düzenli olarak haftanın belirli günleri motor ile adaya götürülmektedir. Antigone, Sasha ve Rico’dan rica etmektedir, Paullie’nin mezar yeri kimsesizler mezarlığı değildir, çünkü o bir asildir. Yaşadıkları yerde yani parkta olmalıdır. Cenazesini limandan alıp getirmeleri için para verir. Onlarda limana gider ve cenazeyi almak için tabutların içlerine bakarlar ve Rico sara nöbeti geçirir, bütün yük Sahsa üzerine kalır ama gözlükleri artık net göstermemektedir, Paullie benzer bir başkasını alıp getirdiğini parkta yattığı bankta fark eder ama Antigone bunu fark etmez. Sasha parkta uygun yere mezar kazır ve oraya gömer. Aslında bu durum kimsesizler içinde yeni bir durum değildir, çünkü her yıl o limandan birkaç cenaze çalınır ve kentin kimsesizlerin olduğu parklara gömülür. Polis baskınında kayıtlara geçer.
Bizlere yabancı gelen durum aslında evsizler arasında ve onlarla ilgili çalışanlar için yabancı değildir ve gün geçtikçe evsizlere oranı da artmaktadır. İstatistikler bu yönde bilgiler vermektedir ve tiyatroda izleyici olanların bir bölümü de bu istatistiki verilere göre evsiz kalma potansiyeli vardır ve olabilir.
Oyun kısaca böyledir, oyun henüz başlamadan sizi kapıda bir polis memuru karşılar. Amerikan polisi her geleni süzer. Oyun başlayana kadar polis kapıda gelenlere bakar, ara ara merhaba der. Oyun polisin gözlemleri ve duyguları ile oyunun içine seyirciyi davet eder. Trajik komik bir oyundur, acı gülümsemenin olduğu bir oyundur. New York şehri çeliklileri içinde şehrin renkleri ile birlikte yaşatmaktadır. Kimsesizlerin dünyasına bir büyüteç ile bakarken, Rus klasik edebiyatının kara mizahi dilini hissettirir. Sahne her ne kadar demokrasinin vatanında geçsede Gorki’nin bir kahramanı, Çehov’un öyküsünden fırlayan bir karakteri ile karşılaşabilirsiniz.
Müzik ile bir bütün oluşturan sahne düzenlemesi ile oyun seyircinin yüzüne sonbaharın soğuk rüzgarını oyuncuların sahnede gösterdikleri başarılı performansı ile yönetmenin kurgusunu yakalıyoruz.
İstanbul Devlet Tiyatroları sahnesinde sahnelenen oyun, sizi düşünmeye ve evsizlere başka açıdan bakmaya doğru bir yol gösteriyor. Henüz ülkemiz için evsizler içinde profosörler yok, fakat ekonomik kriz ve modern yaşamın bir sonucu olarak evsizler rakamında ve meslek, ulus, kültür çeşitliliğinde batı yakasını yakalayacağız, çünkü küçük Amerika olurken, elbette oranın bütün özelliklerini de alıyoruz. Yalnız büyük binalar ve onların yaşam, yeme kültürü yanında bu yaşam çeşitliliğini de global rüzgarın etkisi ile ülkemizin parklarında, çıkmaz sokaklarında sıcak noktalarda yaşama olasılığımız var. Her ülkede, her devlet yapısı içinde sokakta yaşayan insanlar hep var olmuştur, olmaya da devam edecektir, çünkü çelişkilerin bu kadar keskinleştiği bir dünyada zamanı ve yaşamı kendisi için yaşamak için tercih edenler ve zorunlu o tercih içinde yaşayanlar olacaktır. Mesleğinin doruğundayken bir anda evsiz ve parkta yaşayan, önemli bir işadamı iken bir anda kimsesiz ve parasız kalanların kaçacak yerleri yoktur, onlar zamanlarını parklarda durduracak ve oranın sosyal yaşamı içinde yaşamaya devam edeceklerdir. O parkı yapanlara şükretmeyi unutmayacaklardır. Geri dönüşüm ve para eden çöpleri toplayıp satarak içki alacaklar, sonra sıcak bir yer için kışın dondurucu soğuğunda giriş parası toplayacaklardır. Olar banyo yapmayacaklardır, o yüzden kokacaklardır ama kendileri o kokunun farkında dahi olmadan, üzerine yapılan kan emiciler ile birlikte birbirlerinin kanını emmeye devam edeceklerdir, çünkü olar saldırmak için park dışındakilerine ulaşacak ne güçleri vardır, ne de düşünceleri. Evsizler yaşamımızın bir parçası olacaktır, belki bu yazıyı okuyanlardan birileri gelecekte evsiz kalacaktır, istatistikler onu söylüyor.
İsmail Cem Özkan

Anita'nın Aşkı ya da Antigone Newyork'ta

Yazan: Janusz Glowacki
Çeviren: Tuğrul Çetiner
Yönetmen: Faik Ertener
Yönetmen Yrd.: Özden Çiftçi
Asistanlar: Özlem Çakar-Ethem Tuncay
Dekor Tasarımı: Suar Şeylan
Kostüm Tasarımı: Medine Yavuz
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Oyuncular:
Polis: Ali Düşenkalkar
Sazsa: Mehmet Ali Kaptanlar
Anita: Özden Çiftçi
Pire: Şamil Kafkas
Adam: Ethem Tuncay
Ceset: Adnan Kürkçü

15 Kasım 2011 Salı

“ucuz” bir komedi değil…



“ucuz” bir komedi değil…

Çehov zeki bir yazardır, iyi bir gözlemci ve gözlemlerini kağıda dökmekte üstattır. Zeki bir insanın öykülerinden bir tiyatro eseri ortaya çıkarmak ve öyküleri yeniden kurgulamakta ancak akıllı bir insan yapabilirdi, onu da Neil Simon yapmış. Çehov, Rus edebiyatının önemli yazarı olmasından bahsetmeyeceğim, onun kara mizah üslubu ile yazdığı eserlerinden de bahsetmeyeceğim, aksine öykülerinin Neil Simon kurgusu ve Sevgi Sanlı’nın dilimize kazandırırken yapmış olduğu kurgusundan ve sahneye uyarlanmış olmasından kısaca bahsetmek istiyorum.
Çehov’un sahnede gördüğümüz öyküleri orijinal dilinden bizim dilimize gelirken üçüncü değişime uğramış olmasına rağmen, kara mizah dilinin güçlülüğünden bir şey kaybetmediğine oyun izlerken şahit oluyoruz. (Belki bu gücü kazandıran; Çehov’u seven yazar ve tercümanlardan kaynaklanıyor olabilir. Çehov’u iyi anlamış ve özümsemişler olduğuna sahnede gösterilen başarıdan da anlayabiliyoruz, bizi yormuyor, akıcı ve ince dokunmalar ile biçimlendirilmiş “acıklı bir güldürü”. “Ucuz bir komedi avcığı” yapmıyor, aksine hiç çekinmeden Çehov okuyucusuna tokadı okkalı bir şekilde vuruyor.)
Oyun, günlük hayat içinde karşılaşabileceğimiz ama görmediğimiz ayrıntıları sahneye taşır. Çehov zamanında yaşanmış yaşanmışlıkların öykülerinin bir iz düşümünü de değişerek günümüzde de yaşadığına ve varlığını koruduğuna şahitlik edebiliriz, elbette Çehov gibi zeki ve iyi bir gözlemci olmuş olsaydık.
Yaşayan için gülünç olmayan şey, izleyenler için gülünçtür ve gülmek biz insanların en doğal refleksidir. Yaşadıklarımıza eğer dışarıdan bakan bir olsaydı belki de kahkahalar ile yere düşerdi. Yaşayan için trafik hatta dram olan olaylar, birileri için ve izleyen için komik durum olabilir.
Çehov, sahnede canlandırılan sekiz öyküsünde bunu kanıtlamaktadır. Küçük öyküler bize yaşamın ayrıntısını anlatmaktadır ve oyun bize keyifli dakikaları hediye etmektedir.
İki perdelik oyunun ilk perdesinde beş(Aksırık, Mürebbiye, Cerrah, Oyunculuk, Boğulan Adam), ikinci perdesinde üç( Baştan Çıkarma, Biçare Kadın, Uzlaşma) skeç var. Zamansız ve yersiz aksırıkla başlayan bir olayı, düşüne düşüne daha da karmaşık bir ilişkiye sokan devlet memuru, “bu kadar budala olması mümkün olmayan ” mürebbiye, acemi dişçi, “Moskova’da amatör, Odesa’da profesyonel” oyuncu, “yüzme bilmeden boğulmaya kalkan” adam, kocası yoluyla kadını baştan çıkaran çapkın, hakkını almak için şirretleşen kadın, ilk erkek olmak için baba ile gidilen genelev kapısı önünde sıkıntı… Bir tür insan koleksiyonu ve insanlık resmi geçidi sanki.
Çehov sahnededir, sahnede bölümler arası geçişi yaparken, aynı zamanda izleyici ile iletişim içinde onları öğrencisi olarak görmektedir. Bir öğretmendir, öğretirken yaşadıklarından ders çıkarılmasını istemektedir. Gözlemleridir, gözlemleri yaşamın ayrıntısında gizlidir. Ayrıntılar bugün bize komik gelirken, yaşayanlar için nasıl bir trajediyi içinde saklandığını yüzümüze tokat gibi vurur.
Sahne düzenlemesi kitap sayfaları açılır gibi yapılmıştır, her öykü kitabın bir sayfasından bize sunulur. Her sayfanın açılımı bir başka öyküyü sahnede canlandırılmasını sağlar. Sahne iyi düşünülmüş, gereksiz her ayrıntıdan uzak, pratik ve izleyiciyi yormayan, oyuncuları daha enerjik yapan bir düzenleme mevcuttur. Bölümler arası kopukluk yoktur, sayfa açılır ve yeni bölüm başlar. Çehov’un gözlemleri kelimeler ile sayfalara aktardığı sahnede canlanmıştır. Çehov geçmişten bugüne doğu konuşmaktadır.
Oyun bir bütün olarak bakıldığında başarılı, temposu yüksek, oyuncuların performansı ve özellikle dişçi sahnesinde oynayan oyuncularım vücut dilleri müthişti. Amatör bir dişçi ve bir rahip konuşmanın az olduğu ama vücut dilinin en üst sınıra ulaştığı sahnede sahnedeki izleyicilerinde o sahneye belki bir kere de olsa dişçide yaşadıklarını kabul ederken katıldıklarına şahitlik ettim. Dişçi korkusu, dişçinin amatörce diş kökünün ağzın içinde bırakması sahnesinde oluşan korku bütün salonda yer alan izleyicileri de kucakladığını düşündüm.
Taner Barlas’ın yönettiği ve Çehov’u canlandırdığı oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları sahnesinde gösterimi devam ediyor. Keyif almak ve aynı zamanda Çehov’un kara mizah şaheserini canlandırılmış olarak görmek istiyorsanız kaçırmayın derim.
İsmail Cem Özkan

Sevgili Doktor
Yazan: Anton Çehov
Uyarlayan: Neil Simon
Çeviren: Sevgi Sanlı
Yöneten: Taner Barlas
Dramaturgi: Dilek Tekintaş
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Işık Tasarımı: Özcan Çelik
Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı
Efekt: Yusuf Tuncer
Yönetmen Yardımcısı: Pınar Aygün
Oyuncular: Aziz Sarvan, Funda Postacı Kıpçak, Kubilay Penbeklioğlu, Meriç Benlioğlu, Nagehan Erbaşı, Taner Barlas, Yalçın Avşar

6 Kasım 2011 Pazar

Dini bayramlar gelince…



Dini bayramlar gelince…

Dini bayramlar gelince dinden beslenen vakıflar, dernekler vb. gibi yapılanmalar halkın dini duygularından yararlanmak için kampanyalar düzenlerler.
Vakıflar, dernekler, adına ne ad verirlerse versinler var olan örgütlenmeler; insanlık tarihi kadar eski bir geleneği modern söylemler eşliğinde sürdürmeye devam ediyorlar. Eskiden kapı kapı dolanılırken, şimdilerde meydanlarda çadır kurup, alanlara, yollara tanıtıcı bez afişler asıp, duvarlara, otobüs içlerine kadar her yerde isimlerinin görüleceği, hesap numaralarının alenen ilan edildiği çarpıcı grafik çalışmaları ile halkın o masum duygularından yararlanan çalışmalara rastlarsınız ve gelenek biçim değiştirerek devam eder.
Kurban bayramı içinde aynı anlayış içinde olanlar, birbirleri rekabet halinde; sokakları afişler ile donatmış, ekranlar aracılığı ile yardım toplama yarışı içindeler…
Yaptıkları eylemler ile dikkat çeken vakıflar, halka kendilerini desteklemelerini, büyümeleri için yardım toplamaya devam ediyorlar. Vakıflar birbirinden ayıran küçük ayrıntıları öne çıkararak “aslında yok birbirimizden farkımız ama biz şuyuz” demeye devam ediyorlar.
Son yıllarda birbirine benzer biçimde çalışan vakıf, dernek sayısı artması şaşırtıcı değildir. Bu kurumların merkezlerinin lüks içinde ve profesyonel çalışma koşullarına uygun mekanlarda olması şaşırtıcı değildir. Profesyonel çalışanları ile daha disiplinli ve sürekliliği olan amaçları doğrultusunda faaliyet gösteren bu kurumlar, halkın yapmayı düşündüğü ve düşündürtüldüğü yardımlara göz dikmiştir, yapılan propagandalar da bu bütçenin paylaşımı üzerinedir.
Sokaklarda aynı amacı, aynı hedefi ve aynı kesme seslenen propaganda çalışmaları ile kendilerini öne çıkarmak yarışı içindeler. “Bize yapacağınız yardım; en hayırlısı!” diyerek sokakların kan gölüne döndürülmesi yerine, “sizin adınıza keseceğimiz kurban ile en fakire en doğru şekilde biz ulaştırırız!” demekteler.
Hedef kitleye ulaşmak içinde her türlü masraftan kaçınmazlar. Bağışlar ile “Allah için” bir şey yapmış olursunuz derken, Kilislerde günah çıkarmak için verilen paralar ile bir anlamda eş anlam yüklenmiş olmaktalar. Gerçi uygulanış ve amacı farklı olsa da biçim olarak benzerliği dikkat çekicidir.
Zekat, birileri için geçim kaynağı, propaganda aracı ve örgütlenme için maddi destek anlamına gelmektedir. Toplanan zekat parasının hangi amaçlar ile nerelerde kullanıldığı sorgulanamaz, bu vakıfların, derneklerin mal varlığı ve yaptıkları eylemler kamuoyu önünde tartışılmaya ve denetime açılmaz. (Yurt dışında açılmış davalarında pek önemi yoktur. Orada verilmiş kararlar onların iç işidir. Ülkemizde benzer ismi taşıyan ve benzer işleri yapanların amaçlarını sorgulamak bugünkü anlayış içinde pek önemi yoktur. Onlar hayırlı işleri yapmaya devam ediyorlar ve desteklenmesi gereken ve projelerde ortak çalışılması gereken kamu yararına kurum özelliklerini korumaya devam ederler. Vergi gibi konularda ödüllendirilmeye devam edilir.)
Zekat için her bayramda bir rakam belirlenir, bu rakamı propaganda araçlarında kullananlara yardım edenler elbette biliyordur, paranın önemli bir bölümü bu kurumların yapılanması ve kampanya için kullanıldığını.
Dini bayramlar, din duyguları istismar edenlerin meydanlara çıkıp açıktan yasal olarak (bana göre) halkı kandırdıkları günlerdir… Kandırıyorlar, çünkü toplanan paralar; kampanya ve büro masrafları içinde buharlaşmasını kimse duyamaz, göremez ama hisseder.
Devlet mekanizmasının denetimi ve bilgisi dahilinde yapılan bu açıktan yardım toplama faaliyetleri, verilen sözlerin ne kadarını yerine getirildiği konusunda denetim mekanizmasının olmadığı bir sistem içinde yaşamaktayız. Dini duyguları istismar ederek örgütlenen, yardım adı altındaki bu kuruluşları ulusal ve uluslararası boyutlarda değişik projelerde devlet ya da devletler ile birlikte yer alması ve orada yaptıkları faaliyetlerin gözler önünde olmaması ayrı bir handikap olarak ortada durmaktadır. Değişik ülkelerde faaliyet gösteren vakıfların ajanlık faaliyeti ile suçlanmaları tesadüfi değildir, onların yaptıkları projeler ve içlerinde oldukları ilişkiler ile sorgulanması gereklidir.
Dini bayramlar gelince sokaklar, ekranlar, yaşamın her alanında bu yardım kuruluşların kampanyaları ile karşılaşabilirsiniz. Bağımsız denetim kuruluşu tarafından denetlenmeyen bu kuruluşların varlığı ve yaptıkları tartışma konusu olmaya hep devam edecektir.
İsmail Cem Özkan

Sol, neden buharlaştı?

Sol, neden buharlaştı?
“Sol, 12 Eylül’de neden buharlaştı ve daha sonra neden yağmur olarak yeryüzünü kucaklayamadı?” sorusu yıllardır kafamda duran ama sesli olarak söylenmeyen soru olarak durmaktadır. Zaman zaman kendi kendime cevaplar verdim, verilmiş olduğuna inandığım makaleleri inceledim, o döneme ait gazeteleri, yorumları ve 12 Eylül sonrası yayınlanmış dergileri inceledim, sorunun yanıtı verilmemişti. Kimse bu soruyu kendisine ciddi ve samimi olarak sormadığını düşündüm. Nasıl oldu da 12 Eylül gibi bir darbe ile sol halkın umudu olmaktan çıktı ve bir anda buharlaştı? Hiroşama’da insanlar buharlaştı ama orada buharlaştıran atom bombası “küçük erkek kardeş(Little Boy) ” vardı, peki solun üzerine atom bombası mı düşmüştü?
12 Eylül öncesi solun amiral gemisi Devrimci Yol olduğu hakkında açılmış davalara bakarak söyleyebilirim. Sol, kendisini bir çok tartışama da Devrimci Yol Dergisi yazılarına ve o çevrenin yapmış olduğu eylemlere göre biçimlendiriyor ve konumlandırıyordu. Devrimci Yol dergisi ve çevresini merkeze alarak kafamdaki soruya kendi birikimlerimin ışığı altında yanıt arayayım, çünkü verilmemiş yanıtlar sonuçta gökyüzünde buhar olarak dolaşmakta olan bulutlardan biri yapar. O bulutlara bakarak anlamlar çıkarmak isteyenler ise yeryüzünde hala solun efsanesi altında geçmişe övgüler dizmek ile uğraşmaktalar. Sol yaşadığımız günler için gerekli. Halkaların gerçek çözüm yollarını sol geliştirebilir, geliştirdiğini söyleyen liberal solcular ise iktidarın koltuk değneği olma özelliğini aşamayacak kadar kirliliğin içinde ellerini, vicdanları kirleterek günlerini geçiriyorlar.
Halk siyasi liderlik yoksunu olarak var olan sorunlara karşı kendisince çözüm yolları üretmekte, iktidarın yaratmış olduğu kirliliğe karşı direniş göstermektedir.
HES karşıtı mücadele her görüşten, inançtan insanı, birkaç lira için doğayı yok etmek isteyen açgözlü sermayeye karşı direnişi sürdürüyor. Devlet destekli yapılan bu saldırıları boşa çıkarmak için halk, kendiliğinden firmanın inşaat alanında karşı tepkisini gösterirken, halk ile devletin kolluk güçleri karşı karşıya gelmektedir. Solun geçmişte güçlü olmadığı yerlerde bile halk içgüdüsel olarak yapılan bu doğaya karşı saldırı karşısında direnmektedir. Bu saldırıları hukuk kuralları içinde olması için çaba sarf eden AKP iktidarı, yeni yasal düzenlemeler yaparak, halk ile kolluk güçlerini karşı karşıya bırakarak sermeye yanında tavır almaya devam etmektedir, çünkü bu sorunu yaratanda zaten AKP iktidarı ve onun açgözlü sermeye destekçileridir.
Azınlıklar ve ötekiler konusunda AKP plansız ve programı bilmeden “açılım” adı altında politika geliştirmeye çalışırken, bu açımlıları kendisine zorunlu kılan AB ve ABD uzun ve kısa vadeli politikalarını uygulamaya devam ediyor. Bu yaratılan ortam içinde sol ve solun çözüm önerileri acil olarak kendisini hissettirmektedir. Ne yazık ki yağmur yeryüzünü henüz adaletli şekilde kucaklamadı.
Devrimci Yol dergisi çevresi, 12 Eylül öncesi yaratılan “iç savaş” ortamında direnişi örgütlemiş, beklemediği hızda ülke sathına yayılmıştır. Dergi çevresi daha çok öğrenci çevresi gibi algılansa da işçi ve memur kesimi içinde de önemli bir kesmi de kucaklamış görünmektedir. Bu dergi çevresinin ülke içinde dağılımının hızlı olmasını sağlamıştır. Maraş, Çorum, Sivas olayları dergi ve çevresinin direniş hattının alanını genişlemesine neden olurken, Fatsa gibi kasabalarda ütopya olarak algılanan teorilerin hayat bulmasına olanak sağlamıştır. Fatsa, devlet yönetimi tarafından hemen mercek altına alınmış, devlet içinde devlet olunamayacağını ve farklı bir sistem hayata geçirilemeyeceğini o dönemin başbakanı Süleyman Demirel ağzından ifade edilmiş ve saldırı Nokta Operasyonu ile başlatılmıştır. Ben bu Nokta operasyonun kırılma noktası olduğuna inanıyorum. Darbe yapan generaller anılarında buna vurgu yapmışlardır. Nokta Operasyonunda Devrimci Yol Dergisi çevresi gerektiği gibi direniş gösterememiş, Fatsa; yenilginin ilk işareti olarak kendisini göstermiştir. Devrimci Yol dergisi çevresi bu yenilgiyi henüz tartışamadan olayların girdabı içinde alacakları en büyük darbeye doğru savrulmuşlardır.
Sol içi çatışmadan Devrimci Yol Dergisi çevresi de nasibini almış, sol görüşlü insanlar iç çatışmada hayatlarını kaybetmiş, yaralanmışlardır. Bu çatışmanın yaratmış olduğu güvensizlik ve solun iç kavgaları var olan çatışmaların çoklu cephede ve çoklu ilişkiler içinde daha da karmaşıklaştırmıştır.
12 Eylül darbesinin geleceği önceden biliniyordu, bunu dergilerinde de yazmışlardı. Beklenen darbe ve darbenin etkisi 12 Mart gibi olacağı ve direniş ile bu askeri darbenin geri püskürtüleceği sanırım dergi çevresi içinde tartışılmıştır. Bu konuda elimde bir veri yoktur. 12 Eylül hemen buharlaşma etkisi yapmamıştır, yaklaşık olarak dört yıl değişik yerlerde çatışmalar ve direnişler olarak kendisini göstermiş olsalar da medya gücünü elinde bulunduran darbeci generaller, amaçlarına kısa sürede ulaşmışlardır. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi her şey sessizlik içinde ve hücre karanlığında, zor ile işler darbecilerin niyetleri yönünde “yoluna” konulmuştur. Dergi ve çevresine davalar açılmış, açılan davalar bir birinden bağımsız ve içerikleri farklı şekilde iddianameler ile mahkeme önüne gelmiştir. Darbe yapanlar için hukukun pek önemi yoktur, önceden verilmiş kararlar uygulatılmış ve karanlık dehlizlerde hukuka uygun ya da uygun olmadan uygulanmıştır. Sağ - sol ayrımı yapmadan çatışan taraflar aynı hücre içinde eritilirken, devletin gücü ve devletin gerçek sahibi biziz demişlerdir.
Devrimci Yol Dergisi ana davası ve orada ortaya konulan savunma yenilgiyi kabul etmiş ve teslim bayrağını çekmiştir. Yenilgi, derginin devamlılığını ortadan kaldırmıştır. Dergi çevresi uzun süre sessizlik içinde Mamak önü ezgileri içinde kendisine yaşam alanı bulmuş olması, değişen Türkiye paradigması içinde buharlaşmıştır. Bugün Mamak kömür deposu yoktur.
24 Ocak kararları ile liberal ekonomi ve onun sonucu toplum ilişkileri yeniden biçimlendirilmiş, yeni bir kuşak yaratılmıştır. Bu kuşak eskiden gelen dayanışmacı ruhunu ortadan kaldırmış, daha bencil ve para için en yakın arkadaşını ezmekten çekinmeyen bireyler güruhuna dönüştürmüştür. 12 Eylül öncesi yaratılan ilişkileri kullanarak, yeni dönemde kendilerine yaşam alanı açanlar, değişik belediyelerde ihale peşinde koşmuş, danışmanlık hizmeti vermişlerdir. Para kimdeyse ona doğru yönelim; siyasi inanç ve kişiliği tamamı ile kirleterek gerçekleşmiştir. Devrimci Yol Dergisi çevresinden olduğunu söyleyen, okurları ve dergi çalışanları bu kirlenmeden gerektiği gibi yararlanmış, solun amirali olan Devrimci Yol dergisi ve çevresi batmış geminin tayfaları olarak, liberal yaşam biçiminin denizi içinde kendilerine yaşam alanı açmak için mücadele etmişler ve bir anlamda da başarılı olmuşlarıdır. Geçmişte devrimci yolcu olduğunu söyleyen bir çok danışman ve öğretim üyesi ile karşılaşmamız yadırganacak durum değildir.
Sol, bu kirlenme ile buharlaşmıştır. Zeminini kaybetmiştir, yeni zemin içindeki ilişkilere ise cezaevinden çıkanlar anlam vermeden yaşam kavgası içinde karışmışlardır.
Dergi ve çevresi yenildiğini söyleyerek, devamlılık gösteremediği için eskiden var olan ilişkilerini kaybetmiş, geçmiş ile bağını koparmıştır. Derginin ana davasında yapılan savunma beklenen etkiyi göstermemiş, var olan beklentileri de yok etmiştir.
Derginin buharlaşması ve bir daha anıları dışında başka etki yapamamasının arkasında bana göre en büyük neden bu yenilginin, geçmiş ile olan bağının, ilişkilerinin koparması olarak görüyorum.
Cezaevi süreci ve bu süreç içinde insanların yoldaşlık anlayışı yerine, kim ne ifade verdi, kim kimin üzerine suç attı, kim kendisini kurtarmak için ne gibi çamur attı çevresine diyerek sorgulaması ve poliste verilen ifadelerin ortaya serilmesi, var olan ilişkilerin bir daha onarılamayacak şekilde bozulmasına neden olmuştur. Devrimci Yol Dergisinin yaratmış olduğu düşünce yöntemi ve yeni hayat tarzı, var olan liberal ekonominin acımasız şekilde uygulandığı ortamda kendisini savunamamış, koruyamamıştır.
Sol, amiral gemisini kaybetmiştir. Ülke dışına kaçmak zorunda kalanlar ise ilticacı oldukları ülkelerin koşullarına uyum sağlamışlardır. Bir anlamda; getto içinde eski ilişki içinde oldukları ve ilişkileri henüz (polise verdikleri ifadeler olmadıkları için) bozulmadığından kapalı bir cemaat ilişkisi yaşamışlar ama cemaat ilişkisinde bir yerinde çıkarlar ve beklentiler karşılıklı hayat bulmadıklarında aynı derecede ayrılmanın ve kirlenmenin de nedeni olmuştur. Yurt dışında kalanlar, özellikle Avrupa’da olanlar iltica olayını ekonomik kriz içinde yaşayan ülkede vatandaşlarına çekici hale getirmişler ve ilticacı ama politik olmayan insanlar ile yeni cemaat ilişkileri yaratmışlardır, bu ilişkilerde doğal olarak kirliliğin boyutunu büyütmüştür. Kirlenmenin olduğu, çıkar çatışmasının yaşandığı cemaat ilişkilerinde küçülme ve parçalanma kaçınılmazdır.
Devrimci Yol Dergisi yurtdışına çıkmış eski okurları da değişim karşısında kendisini koruyamamış ve yok olmasalar da minimal konumda eskinin anıları ve dergi koleksiyonları içinde yaşamayı seçmişlerdir.
Kendi zeminden buharlaşan hareketin yurtdışında emin bulması ve zemini uzun süre koruyabilmesi imkanı yoktur. Zaman içinde ülke içinde gelişmelere uygun olarak toparlanıyor gibi yapmış olsalar da, cezaevinden çıkmış ve yurtdışında yaşamayı seçenlerin polis ifadeleri orada da kişilerin gündemine gelmiş ve güvensizlik, ortak amaç, ortak yaşam olanağını ortadan kaldırmıştır. Bireysel olarak her biri ülkedeki dergi çevresinin yaratmış olduğu harekete gönül bağı kurmuş olsalar da, gerçek anlamda dergi çevresi okuru olmak özelliğini aşamamışlardır.
Devrimci Yol Dergisi ana davasından çıkanlar, geçmişten kopuk ama ilişkilerini koruyan arkadaşlarını toplayıp yeni dergi denemeleri yapmışlardır. Dergi çevresini biraz heyecanlandırmış olsa da, dergi çevresinde geçmişte yer almış ama daha sonra ilgisizlikten dolayı kaderi ile baş başa kalmış, cezaevinde tek başına mücadele ederken, dışarıda ailesi her türlü acıyı yaşamış olanların eteklerinde taşlar birikmiştir. O taşlar aşağıya düşmeden eskisi gibi ne güç olunabilecektir ne de çevre.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi ile bir araya gelen çevre, henüz ne söyleyecekleri belli olmayan ama geçmişin ortak anılarını paylaşanların bir birliği olma özelliğini göstermiştir.
Geçmişte dergiyi çıkaran ve dergiye yazı yazanlar kendi içlerinde ayrılığa düşmüş, ortak tavır alamamaktadırlar. Geçmişin ortak arkadaşları farklı tercihlerin peşinde düşmüşlerdir.
Parti kuruluşu, bir birinden ayrı gelenek ve anılara sahip olanların ortak bir anı yaratması süreci; ayrılıklar ile kendisini göstermiş, ÖDP adı ayrılık ile özdeşlemiş konumuna gelmiştir.
Eski arkadaşlar cenazelerde karşılaşır olmuşlar, eskinin sembolü bugünlerde cenazelerde yakaya takılan bir rozet olma özelliğini korur konumundadır. Amiral gemisini batırmıştır, sol yoktur. (Gerçi o sembolü kullanan ve o derginin devamı olduğunu söylen bir kesim vardır ama gerçek anlamda ana davadan bakıldığında onlar devamlılığı sağlayamadıkları gözükür.)
Sol, yeni bir gemi yaratma süreci için mücadele ediyor olmasına rağmen, gerektiği kadar halk tarafından ilgi görmemekte, çıkardığı günlük gazetenin satışı bir dergi satışından bile daha aşağıda durmaktadır.
Sol, bugün var olmak zorundadır, yaşadığımız çağın alternatifini sol yaratacaktır. 30 yıldır iktidarda olan sağ ve ılımlı İslam hükümetleri toplumu atom gibi parçalamış, krizler içinde halk nasıl davranacağını, neye nasıl tepki vereceğini bilemez konumundadır, kendisini yok edene biat etmektedir.
ÖDP son kongre kararları ile yeni çıkış yolu aramakta ve geçmişin yaratmış olduğu kopukluğu ortadan kaldırıp, yenilgi öncesi dönemi ile kucaklaşma ve yeni koşullara uygun politika geliştirmek için çaba sarf etmektedir. Önündeki en büyük handikap, 30 yıl süresi içinde eteğinde taş tutan eski okurlarıdır. Onları geçmişe bağlı kalmaktan kurtarıp, yaşadığımız günlere uygun mücadele içinde yer bulmaları için zemin hazırlayabilirlerse, yeniden sol için amiral gemisini inşaat edebilirler ve sol, yağmur olarak ülkemiz topraklarına yağabilir.

İsmail Cem Özkan

Not: Devrimci Yol Dergisi ve çevresi kavramını kullanmama birileri itiraz edebilir, fakat ana davanın savunma mantığına uygun olarak bu yazıyı kaleme aldım, orada kendilerini dergi çevresi olarak görenler, daha sonra karşılıklı sohbet olarak çıkarılan bir kitapta da tekrarlanan dergi vurgusunu bozmak istemedim. Eğer örgüt olsalardı, bugün sürekliliğini devam ettiren bir yapıları olurdu. Onların bir bildiği var olduğunu düşünerek dergi ve çevresi vurgusunu kullandım.

Not2: Neden diğer sol dergileri / partileri konuma almadım diye sorabilirsiniz, ben solun amiral gemisi olarak gördüğüm Devrimci Yol Dergisi açsından ele aldım. Örneğin bugün Hürriyet Gazetesini Türk medyasının amiral gazetesi olarak görürseniz, onu incelersiniz, onun attığı başlıkları tartışırsınız, Sabah gazetesini konu edinmezsiniz. Hürriyet Gazetesi bugün çok satanlar içinde birinci sırada değildir, fakat amiral özelliğini hala korumaktadır.

Kararlar hurafe olur mu?

Kararlar hurafe olur mu?
“Ben hukuka güveniyorum, bağımsız yargıya güvenim sonsuzdur. Hukukun verdiği kararlar sonuçtur, ancak açılmış bir dava hakkında yorumlar verilen karar üzerine yapılabilinir, öncesi verilen kararlar sadece hurafedir, bir şey ifade etmez.”
“Yargılama sürecinde yapılan her yorum sübjektiftir…”
Yukarıda tırnak içine aldığım görüşler genel bir yargıyı ve doğruyu ifade eder… Genel doğru olarak kabul edilenlerin hayat içinde karşılığı doğru olacak anlamına gelmez. Türkiye tarihi içinde alınmış bir çok kararın ve uygulamaların bugün dahi tartışma konusu olması, hatta bir çok kişiye yeniden iade-i itibar verilmesi, mahkemelerin vermiş olduğu kararların bir çoğunun doğru olmadığını göstermektedir. Mahkemeler, gerçek anlamda bağımsız olamamıştır. Adalet sistemi, devlet mekanizması içinde siyasi değişimlerden etkilenen bir konumunda olmuştur. Adalet sistemi; devletin çıkarlarını savunur ve devletin bakış açsının doğu olarak kabul eder. Mahkemeler, devletin ideolojik bakış açısı içinde benzer davalara değişik kararlar verebilmekte ve iç içtihattı çelişkiler ile doludur. Hem ak hem de kara anlamına gelecek kararlar benzer davalar içinde olması şaşırtıcı dahi değildir. Çünkü devlet kendi doğrularını değişen çağa ve dış/ iç ilişkilerin etkisine göre değiştirmektedir. Çağın gereklilikleri devletin ve mahkemelerin bakış açısını da etkilemekte ve mahkemeler bu etkilerin rüzgarına uygun kararlar vererek adaletli olamamaktadır.
Ülkemizin eğitim sistemi, mahkemelerin karaları arasında bir paralellik görmek mümkündür. Eğitim sistemimiz, devletin istediği bireyi yetiştirirken, eğitimin kalıbından çıkma ama kalıba uymayan bireylerin davranışlarını düzeltmek için ayrı bir sibop özelliği gösteren mahkemeleri yani adalet sistemi geliştirilmiştir. Eğitimin ideal kişiliğine uymayan “toplum dışına” düşmüş bireylerin yeniden “toplum içine” kazandırılması veya hepten “toplum dışına” iteklenmesi anlamına gelen kararları verecek bir devlet mekanizması olarak adalet sistemi geliştirilmiştir. Adaletin verdiği kararlar; devletin kararları olarak algılanmış ve halk tabiri ile “adaletin kestiği parmak acımaz” olarak kabul görmüştür.
Devletin ihtiyaca göre örgütlenen kolluk kuvvetleri de zaman içinde uzmanlık alanlarına ayrılmış ve uzmanlık alanları içinde mahkemelere yardımcı konuma gelmişlerdir. Devlet; var olan güçler dengesi içinde aracı konum olmaktan çıkmış, ekonominin seyrinin daha sorunsuz olması için düzenleyici ve yönlendirici konumuna dönüşmüştür. Sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları yönünde biçimlenen devlet, doğal olarak kendi sınırları içinde yaşayan vatandaşları da ihtiyaca uygun biçimlendirilmesine gitmiştir.
Devlet; ulus devleti yapısı içinde, homojen vatandaş yaratmak için kendi sınırları içinde var olan toplumsal çeşitliklere karşı savaş açmış, devlet ideolojisine uygun vatandaş yaratmak için her türlü savunma aracını aynı zamanda saldırı aracı olarak kullanmıştır ve bugün dahi ulus devlet anlayışının bu yönü uygulanmaya devam ediliyor.
Ülkemiz sınırları içinde farklı olanlar “kirli”, “ur” olarak görülmüş ve onların ortadan kaldırılması için her türlü araç kullanılmıştır. Bu araçlar açıktan olabildiği gibi, hurafeler yaratılarak ötekileştirilmiş ve öteki olanlar karşısında önyargıların oluşması için; dilde, eğitimde, askerlikte, mahkeme salonlarında, devletin herhangi bir kapsı önünde öteki konumunda olan vatandaşlar ayrıma uğramışlardır. Devlet kendi vatandaşına karşı savaş açmış, homojen toplum yaratmak için ötekini asimilasyon ile ya da açıktan savaş ilan ederek yok etmeyi seçmiştir. Bugün toplum içinde var olan çatışmaların temelinde devlet bakış açısı ve uygulaması yatmaktadır.
Bugün eğer bir imkan olsaydı; cumhuriyet tarihimiz içinde mahkemelerin (olağan, olağanüstü, istiklal… gibi adlarla anılan özel yetkili mahkemeler dahil) almış olduğu kararlar incelenmiş olsaydı, nasıl bir sonuç ile karşılaşırdık?
Örneğin Yahudi ve Ermeni vatandaşlarımıza karşı uygulanan özel vergiler ve o vergilerin uygulanması için açılan mahkemelerin almış olduğu kararlar ve sürgünler bugün dahi karanlık sayfamızı oluşturmaya devam ediyor. Aleviler, Çingeneler (Romanlar) karıştığı davalar incelenmiş olsa nasıl bir sonuca ulaşırdık? Cinsiyet ayrımcığı konusunda yaslarımızda maddelerin hala varlığını koruyor olması nasıl açıklanır? Bazı suçlarda erkek yönünde ceza indirimi karaların sık sık uygulanmasını nasıl açıklanır?
Devlet ile iyi ilişiler içinde olan sermaye sahiplerinin çevreye, doğaya ve topluma karşı verdikleri zararlar hakkında açılmış olan davalar incelenmiş olsaydı, bilirkişilerin ve mahkeme heyetinin bakış açısı sorgulanmış olsaydı, nasıl bir sonuca ulaşabilirdik? HES konusunda yaslarda yapılan düzenlemeler ve yere halka karşı yürütülen kampanya ve açılan davalar evrensel hukuk bakış açısı ile incelenmiş olsaydı acaba nasıl bir sonuca varırdık?
Devlet eğer isterse suçlu yaratabilmekte ve gerek gördüğünde yarattığı suçluyu ortadan kaldırabilmektedir. Geçmişte kolluk güçlerinin yaratmış olduğu suçlular ve onların hakkında verilmiş mahkeme kararları bugün gerçek anlamda incelenebilseydi, acaba kim suçlu, kim masum sorusu sorulmuş olsaydı ve cevap uluslararası hukuk kuralları içinde aranmış olsaydı, mahkeme heyetlerinin kaçı gerçek anlamda vicdana ve hukuka uygun karar aldığı ortaya çıkardı?
Devlet kendi güvenliği içinde her zaman olağanüstü koşullar içinde yaşıyormuş gibi savunma araçlarını aktif halde tutmakta ve olağanüstü koşullara uygun mahkemeler varlığını yakın tarihimi içinde istikrarlı şekilde sürdürmüştür. Adları değişmiş olsa da, devletin her zaman ideolojiye uygun karar verebileceği yapılanması ve hukuk kuralları var olmuştur. Bu bakış açısı içinde mahkemelerin vermiş olduğu kararlar genelde adaleti temsil etmemekte, tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Bugün dahi mahkeme kararı ile idam edilmiş, cezaevindeyken kendisinden haber alınamayan insanların cenazeleri nerede olduğu bilinmemektedir. Mezarlıklar, kimsesizler mezarlığı ve mezarlık olmayan derelerde, çukurlarda haksız verilmiş mahkeme kararların sonuçları ile somut olarak karşılaşabiliriz. Hukukun verdiği bazı kararlar, mezarlıklarda sonuç olarak bulunurken, sonuçları bugün ve gelecekte de tartışma konusu olmaya devam edecektir.
Devlet için objektif olan kararlar, yaşam içinde karşılığını sübjektif olarak bulmaktadır. Mahkemeler bugün dahi aldığı kararlar ile tartışma konusu olmaya devam ediyor.
İsmail Cem Özkan

29 Ekim 2011 Cumartesi

Aşkın sıradanlığı



Aşkın sıradanlığı

1930’lu yıllar, o döneme ait ne kadar çok söylendi, ne kadar çok şeyler yazıldı ve yazılmaya da devam ediyor, çünkü o yıllar dünyanın en barbar ve yamyamı olarak kabul ettiğim Hitler’in iktidara geliş süreci ve o süreçte insanların ona nasıl hizmet ederek iktidara taşıdığı dönemdir. Suça ve suçluya ortak olmak istiyorsanız, onu iktidara taşıyın, mutlaka üzerinize kan sıçrayacaktır.
Yahudiler öteki ilan edilmiştir, iktidara gelecek olan partilerinde aynı zamanda hedefi konumundadır. Yahudiler aslında Avrupa’da insan olarak kabul edilmeleri henüz yenidir, yerli halkın yanında yaşamış ama onların hep kölesi,işçisi ya da hayvanı olarak görülmüşlerdir. Avrupa kıtasında köklü bir Yahudi düşmanlığı geleneği vardır, her türlü ayaklanmada, toplumsal sorunda Yahudiler hedefe konur ve hesapsızca öldürürlerdi. Çünkü hiçbir şekilde onların ölümleri sorgulanmamış ve hesap dahi sorulmamıştır. Tarih Avrupa kıtasında Yahudi cinayetleri ile doludur. Hatta Protestan dinin doğumunda bile Yahudi düşmanlığını görebilirsiniz, çünkü filler kavga ederken hep en alta kanlalar ezilmişlerdir, Yahudilerde Avrupa’nın hep en altında olanları temsil etmiştir.
Ah bir zengin olsam diye bir şarkı vardır, bir zamanlar bizim dilimizden düşmezdi, şimdilerde onun filmleri değişik kanallardan yayınlar ama hiç merak edipte onların yaşadığı dramı incelediniz mi? Olay Rusya’da geçmiş olması genel olarak en alttakilerin yaşadığı gerçeğini saklamıyor. Avrupa’nın ya da dünyanın neresinde olursa olsun en altta gözüken ve savunulamayan hakların kaderi ne yazık ki ortaktır, her türlü acıya, eziyete, sürgüne, soykırıma uğrayanların sesleri tarih sayfaları için kaybettirilmiştir. Kazananlar tarihi hep kendileri yazmıştır, o yüzden tarihi yazanlar yok ettiklerini adam yerine koymadıkları için bahsetme gereği bile duymamışlardır. Hitler rejimi eğer bugün yaşıyor olsaydı, Aşkın Sıradanlığı adlı eser yazılabilinir miydi? Elbette yazılamazdı ama aynı senaryoya uygun aşklar yaşanmaya devam ederdi, bugünde dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmaya devam ediyor.
Oyunumuzu Savayon Liebrecht kaleme almış, Tarık Günersel dilimize kazandırmış, Özgür Yalım ise sahneye koymuş. Oyunu bir bütün olarak incelemek gereklidir elbette, ses, ışık, sahne düzeni ve oyuncular ile birlikte seyircileri. Seyirciler oyuna her zaman pasifte olsa bir şeyler katar, aksi halde ekrana yansıyan görüntüler gibi değildir. Ekrana yansıyan görüntüde zaman durdurulmuştur, zamanı olmayan görüntüden yaşam belirtisi almaya çalışmaktadır her izleyici her seyrettiğinde. O yüzden tekrar tekrar yayınlanan dizler ilk yayınlandığı kadar izleyici çekemezler, çünkü zaman yok olmuştur, o zamana uygun duygu algılayışı da. Tiyatro her sahnelendiğinde yeniden yaratılır. Her seyirci ayrı algılar ve yorumlar, fakat salonu terk ederken ortak bir kanıda olur... beğendik ya da beğenmedik konusunda. Kapı önünde oluşturulur bu ortak kanı ya da bir tiyatro dergisinde ya da her hangi bir yerde oyun hakkında yazılmış yazıyı okurken. Toplum psikolojisinde ortak kanı oluşturmanın ne kadar kolay ama oluşanında parçalanmasının ne kadar zor olduğunu deneyler ile kanıtlamışlar. Bugün bu yazıyı yazarken bu konuda yazılmış hiçbir yazıyı okumadan, geçmiş deneyimlerimin ve eğitim denilen o garip biçimlendirmeden geçmiş olan beynimin bana izin verdiği kadarını yazabiliyorum.
Bir alman şehri, Marburg. O bölge genelde Katolik’tir. O bölgelerde yaşamış ve gezmiş biri olarak söyleyebilir ki, o dönemden kalmış sessiz çığlıkların izleri hala sokaklarda taşlar arasında durmaktadır. Kapıların önünde çakılan metal bir isimlikte orada yaşamış olanların sadece isimlerini görebilirsiniz ama hayatlarını duygularını göremezsiniz. Hayatlarını ve duygularını işte bu gibi sanat eserleri içinde yakalama şansına sahipsiniz. Oyun, bir okul ve okulda ders veren ve alanlar arasında küçük bir çerçeve içinde geçiyor. İç içe geçmiş zaman dilimleri içinde yazının yazıldığı ikinci dünya savaşı sonu ve Hitler rejiminin kısa süre öncesi ve rejimin tarihi içinde geçmektedir.
Almanya’da üniversitede her ders verene profesör denir. Bizdeki adı ile hocaya da öğrenmen, son dönemde öğretim üyesi denmektedir. Profesör evlidir, (Heidegger) öğrencileri ile kaçamak yapmaktadır. Okulunda dikkat çeken bir öğrencisi ile şehrin dışında parklar içinde bulunan küçük bir kulübede buluşmak ister. Bugün dahi o evleri görme şansına sahipsiniz, küçük olarak tahtadan inşaat edilen bağ evleri diyelim. O evde bir Yahudi öğrenci yaşamaktadır (Michael), onun evinde kız (Hannah) ara sıra ziyaret etmekte ve bugünkü söylem ile kankasıdır. Candan dostudur yani. Dersi bahane ederek burada buluşan profesörün unvanı, tecrübesi ve dili iyi kullanması sayesinde kızı kendisine aşık edip, birlikte ara sıra kaçamak yapacak bir ilişkiye girmesini zaman sağlayacaktır. Evlidir, karısı Hitler hayranıdır, varlıklıdır ve saf alman ırkının kötü talihini Hitler yeneceğine inancı sonsuzdur. Kocasını da etkilemektedir, kocasının kaçamağıma sessizce göz yumduğunu bile söyleyebiliriz, çünkü kaçamak yaptığı kadın bir Yahudi, Yahudi insan olmadığına göre sorun oluşturmaz. Bir Alman bir Yahudi için eşini terk etmeyecektir!
Her evli kadın bir anlamda eşinin kaçamak yaptığını bilir, gerektiğinde gündeme getirir!
Aşk gözü kör eder, görülmesi gerekeni gizler, fakat genç kızın tecrübesizliği, öğretmenine olan büyük bağlılık, onun düşüncesi ile yaşamını, duruşunu belirten tercihleri sanki ona endekslenmiştir. Öğretmenin bir Nazi olduğu gerçeği ortada olmasına rağmen, okulda bir Nazi Alman öğretim üyesinin yapması gerektiği gibi davranmasına rağmen, o küçük kulübede yaşamdan kopuk bir aşk yaşanmaktadır. Her ne kadar dışarıda başlayan dalgaların gürültüsü o kulübeye gelse de duymamazlığa gelinmektedir. Bir gün artık diploma çalışması için başka üniversite gönderilmesi gereklidir, çünkü ilişkileri göze batmıştır. Heidegger’in tavsiyesi ise başka bir üniversitede tezini verir. Hannah orada bir hayat arkadaşı bulmuştur, onun ile evlenme kararını Heidegger ile konuştuktan sonra verecektir. Hitler iktidarı artık kesin bir döneme gelen süreçte yol ayrımı kaçınılmazdır. Hannah hem eğitimini hem de can güvenliği için Amerika’ya gidecek orada önemli bir insanı olacaktır. Heidegger ise iyi bir Nazi propagandisti, hatta akıl hocası olacak, üniversiteye de rektör olacaktır. Savaşın galipleri ve yenilgileri belli olduğunda Heidegger kendisinin Nazi olmadığını kanıtlanması istenmektedir ve eski öğrencisi ve sevgilisi Hannah ile buluşup, ondan destek istemiştir.
Yahudi dünyasında savaş sonrası yazdığı bir kitap ile fırtına koparan Hanah Arendt, İsrail devleti ve üniversiteleri ile barışmak istemektedir. Ona bu fırsat bir röportaj ile gelecektir. Hemen o röportajı kabul etmiş, geçirmiş olduğu bir kalp spazmı sonrasında evinde o röportajı verecektir. Sigara düşkündür, onu da ilk sevgilisi profesöründen almıştır. Kötülüğün Sıradanlığı adlı çalışması onu Yahudi toplumun dışına iteklenmesine sebep olmuştur, en azından bu röportaj ile kendi derdini daha doğru anlatmak istemektedir. Adolf Eichmann’ın davası üzerine görüşlerini yazmıştır. Eichmann Nazi ideologudur ve yaptıklarını yasalar içinde yaptığını söylemektedir. “ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi itaatkar olan Yahudileri” ele almış, Siyonist ideolojiyi eleştirmiştir. Sınıf sevgisi ve bağımlılığı yerine bireylere inandığını ve sevdiğini dillendirir. “sıradan olan şey, suçlunun otoriteye boyun eğiş tarzlarıydı. Üzücü olan gerçek şu ki, gaddarlıkların çoğunu yapanlar, hayatlarında hiçbir zaman bilinçli olarak iyi ya da kötü olmayı seçememiş insanlardı. Nazilerin çoğu çocuklarına düşkün babalar, müzikseverler kişilerdi. Ürkütücü olan onların normalliğidir. Kötülüğün sıradanlığı budur işte.”
İsmail Cem Özkan
Aşkın Sıradanlığı
Yazar: Savyon Lienrecht
Yönetmen : Özgür Yalım
Çeviren : Tarık Günersel
Dekor Tasarım : Behlüldane Tor
Kostüm Tasarım : Nalan Alaylı Türkoğlu
Işık Tasarım : Yüksel Aymaz
Yönetmen Asistanı : Gamze Yalım, Saydam Yeniay
Oyuncular
Nisa Yıldırım, Saydam Yeniay, Deniz Elmas, Efe Tunçer

Yanık
Wajidi Mauawad, iç savaşın başka yönden incelemesini yapan eserini yaratırken ve sahnede canlandırırken doğaçlama yolu ile oyunculara serbest hareket ve duygularını yaşama şansını vermiştir. Metin, şiirsel bir dil ile kelimelerin gücünün sahnede canlandırmasıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Oyun, Devlet Tiyatrolarının sahnesinde deneyimli oyuncu ve yönetmenin emeği ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Yöneten ve çeviren Cem Emüler duygularını eserin içinde bütünleştirmiş, bir anlamda yazarın baştan beri yaptığı doğaçlamaya katkı sunduğunu düşünüyorum. Sahne, ışık, kostüm ve müzik bütünlüğü içinde sahne eseri ile karşı karşıya kaldığımızı oyun bittiğinde bir kere daha anlıyoruz.
Kısaca oyunun konusundan bahsedelim; bir iç savaş. Herhangi bir ülkede olabilir, ülke ismi söylenmiyor, çünkü her iç savaşın içinde yaşanması olası bir durum konudur. Savaşlar bir birine benzer. Ölen ve öldürenler, sürgün gidenler, yurdunu, doğduğu yerleri bir daha göremeyecekler… Hemen hemen her savaşta tecavüze uğrayan, işkence gören, medeniyetin ortadan kalktığı ve ölümün sessizliğinin hakim olduğu bir ortak yön vardır. Savaş hangi topraklarda olursa olsun, yaşanan şey insanlık tarihi içinde trajedi, travmadır. Travma kişisel olduğu kadar toplumsaldır da. Savaş yeni insanı yaratır, acımasız, duygusuz, komşunun komşuya olan güvenin ortadan kalktığı ve hayatta kalmak için öldürmek zorunda olduğu bir ortamdır. O ortamı yönlendirenler, dışarıda savaştan kazananlar olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Savaştan kazanç elde edenler savaşın olduğu yerde yaşamazlar, onlar uzaktan ölümlerden para kazanmanın rahatlığı ve lüksü içinde savaşı ekranlarından, gazete sayfalarından, evlerinden izlerler.
Savaş farklı dinlere mensup insanların birlikte ortak yaşam alanın ve ortamının yok olması ve saldırılar ile başlar. Göçmenler, sürgünler ve yerleşik olanlar. Toplu sürgün alanları ve o alanlara yapılan saldırılar, kitlesel ölümler. Toplama kampları… bir çok toplu ölüme şahitlik yapmıştır.
O toplama kamplarından birinin yakınında aşk yaşayan iki genç ve o gençlerin bir araya hiçbir zaman gelemeyecek öyküsü ile başlar ve bir çocuk; ana karnında oluşmaktadır. Gelenekler, savaşın koşulları o çocuğu sahiplenmesini izin vermez. Savaş, bir çocuğu doğduğu gün anasız, babasız ve vatanız bırakır. Toplama kamplarının öksüz çocuklarındandır.
Bir ana, iki çocuğu ile başka bir ülkede yaşamıştır/ yaşamak zorunda kalmıştır. O ülkede son on yılını hiç konuşmadan geçiren Nevval bir gün sessizce ölmüştür. Geride bir vasiyetname bırakmıştır. Dostu ve dert ortağı olan Notere bırakmıştır ve çocuklarına öldüğü zaman verecektir. Henüz cenazesi kalkmamıştır, Noter ikiz olan Nevval’ın çocuklarına randevu vermiştir. Yüksek binaların arasında yeni taşındığı bürosunda onlar ile buluşur. Nevval’in bir kızı ve erkek olan iki çocuğu vardır. Erkek olan boksördür, kız olan ise doktorasını yapmaktadır. Erkek olan anasının arkasından hiç iyi niyetli konuşmaz, onu hep suçlamaktadır, bir gün bile olsa Nevval çocuklarına sıcak bir şekilde kucaklamamıştır. Noter iki zarf ve bir günlük ve geçmişten kalan bir numaralı ceket verir. Bunları alabilmeleri için kuralları vardır, çünkü Nevval vasiyetnamesinde bir takım şartları sıralamıştır. Noter bunlara harfiyen uygulamakla sorumludur. Kızına babasını aramasını vasiyet yapmıştır, oğluna ise babasını. Onlara verilmek için iki de mektup. Eğer onları bulurlarsa onların açabileceği iki mektup.
Bir de on yıl önce ikizlerin doğum gününde birden susmasını ve o gün radyodan duyduğu bir haber ile sarsıldığını ilerleyen dakikalar içinde anlarız. On yıl bir kadın sessizliğin içindedir. Ve on yıl sonra ölmüştür, bütün sırları ile birlikte.
Çocukları işte bu sırları çözmek ile yükümlüdür. O güne kadar haberleri olmadığı bir ağabeyleri vardır, uzakta analarının yaşadığı topraklarda, bir de yaşayan babaları olduğunu öğrenmişlerdir ikizler. Doğal değildir bütün bu gerçeklik ile karşılaşmak.
Bir mezar açılacak ve kefensiz olarak toprağa karışmayı istemektedir Nevval, çünkü verdiği sözü yerine getiremediği için mezar taşını hak etmediğini söylemektedir. O sözü çocukları yerine getirdiğinde taş yerine konacaktır. Çocuklarından kendi geçmişi ile yüzleşmesini istemektedir. Çocuklar ile yaşadığı süre içinde geçmişi hakkında hiç konuşmamış, onları sadece büyütmüş olduğunu anlıyoruz.
Savaş, sürgündür, yaşadığı topraktan, kültürden kopuş anlamına gelir. Savaş parçalanmayı yaşatır. Parçalanmış yaşamın bir izdüşümüdür.
Janine annesinden izinden yolculuğa çıkar, babasını aramaya… Yollar aşar, çölleri geçer ve annesinin hikayesinin başladığı topraklarda bir destan ile karşılaşır. Destanlar gerçekleri sözlü olarak yaşatır, tarih kitapları yazmaz. Onlardan öğrenir annesinin geçmişini. Annesi, Sevda diye bir arkadaşı ile doğduğu köyden ayrılır ve savaşın acımasızlığı içinde oğlunu aramaya çıkmıştır. Köyünde ilk defa okuma yazma öğrenmiş ve gelmiş ninesinin mezarının taşına ismini yazmıştır. O bir olmayacağı başarmış, cesaretli bir kadındır. Doğumunda elinden alınan çocuğunu aramaktadır; kurşunların ve bombaların hakim olduğu o ülkede. Okuma yazma öğrettiği ve can yoldaşı Sevda ile köyünde karşılaşmış ve birlikte arayış içindedir. Sevda, sevdiği gencin kültüründendir, onun dilinden ve onun cemaatindendir. Onu ancak Sevda aracılığı ile bulabileceğini Sevda ikna etmiştir. Toplama kampının nerede olduğunu Sevda bilmektedir. Ve oraya birlikte çocuğunu bulmaya gider ama artık ne toplama kampı vardır ne de geride kalmış bir iz. Sevda ve Nevval ikisi de bir çocuğun peşindedir. Sevda türkü söyler, sesi çok güzeldir. İkisi gittikleri yerlerde ilgi ile karşılanır ve bulundukları yerlerdeki kadınları uyarırlar. “Kelimelerinize sesinize sahip çıkın” derler ve “birlikte olunca her şey mümkündür” sözünü tekrarlarlar. Düşmanları da artar… Savaş dostlukların yanında düşmanları da çoğaltır. Ölüm peşlerindedir. Öldürenlerde her yerdedir. Bir kere öldürmeye gör, alışır insan, savaş öldürmeyi sıradanlaştırır. Bir gün Nevval bir ölüm makinesinin evine (liderinin) öğretmen olarak girip, uygun bir fırsatta lideri öldüreceğini söyler. Sevda ile yolları ayrılmaktadır. O güne kadar paylaştıkları isimleri değiştirirler sanki, çünkü Sevda artık şarkı okumayacaktır, şarkı okumayan Nevval ise “şarkı söyleyen kadın” olarak işlediği cinayet sonunda bulunduğu hapishanede ünlenecektir. İşkence sırasında, her fırsatta türkü söyler Nevval. İşkenceci onun ırzına geçer ve bir gün çocuğu olur. İşkencede kaç kadının çocuğu olmuştur, kim bilir? İşkencenin doğal olduğu yerde kimse onların kayıdını tutamaz. O çocukların büyük bir bölümü öldürülür, ölüme bırakılır. Nevval’ın ise çocukları ise bir gardiyanın gönül sızı eşliğinde bir köylüye bırakılması ile kurtulur. Çocuklar yaşamaktadır, savaş’ın çirkin yüzü işkenceci zaman döner ve mahkeme karşısına çıkarılır. Ebu Talip adını almıştır, doğduğunda isimini taşımamaktadır. Ebu Talip toplama kamplarına bırakılmış, orada büyümüş bir çocuktur. Savaş onu keskin nişancı yapar. Onun keskin nişancılığı, kaderin bir oyunu diyelim, düşmanın eline düşürmüştür. İşgalci güçler onu öldürmek yerine iş vermiş, ona isim vermiştir. Ona, o ülkenin en büyük işkenceci ve acımasız olarak adını verecek bir hapishaneye müdür olarak atar. Orada kadınların ırzına geçer, insanlık tarihinin görmüş olduğu en büyük acıları mahkumlarına yaşatır.
Janine o acıların yaşadığı yere kadar ulaşmıştır. Orada öğrenir annesinin o şarkı söyleyen kadın olduğunu. O kadının çocuğu olduğunu öğrenir öğrenmez, o gardiyanın verdiği köylüyü arar ve bulur. Aslında tek çocuk değildir, ikizdir. O ikizlerin adları aslında farklıdır. Janine hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmıştır, o çocuklardan biri kendisidir.
Nevva’nın en büyük sırı bu şekilde aydınlığa kavuşmak üzeredir.
Babasını aramak zorundadır ve babası o işkencecedir. Savaşın acımasız bir yüzü ile karşılaşmıştır. Annesinin verdiği vasiyetin neden bu kadar anlam barındırdığını anlamıştır ve kardeşini telefon ile arar, abisini bulmasını söyler, üstelik Noter ile birlikte gelmesini, hiç vakit kaybetmeden.
O güne kadar yaşadıkları gerçeklerin temelinde başka şeyler yattığı ile yüzleşmek sarsıcıdır.
Noter ile birlikte annesinin geçmişine geldiğinde Simon, farklı bir dünya ile yüzleşmiştir. Çöller insanları saklamaktadır. O çöllerin arasında Simon kardeşini aramaktadır. Söylenceler, anlatılan her hikaye onları bu topraklarda bir adrese yöneltmiştir. Bir gerilla grubunun liderinin kampında kardeşinin geçmişi ile karşılaşır. Orada annesinin sessizliği ile karşılaşır. Çölün sessizliği geçmişi anlatır.
Kardeşi keskin bir nişancıdır ve annesini aramak için oradan ayrılmıştır. Annesinin peşinden giden bir çocuk, hep annesini aramıştır, kundağına bırakılmış bir palyaço burnu ile birlikte.
Söylence ve hikaye yaşananların izlerini taşır ve üç kardeş ve bir baba bir ortamda buluşur.
Bir artı bir eşittir ne eder? Gerçekten iki eder mi? Matematikte verilen yanıt hayatta uyuşuyor mu?
Noter orada gözlemci olarak bulunur. Annesinin verdiği mektuplar babaya verilir, baba okur ve yırtar atar, çünkü işkence yaptığı kadınlardan birinden gelmiştir, nefretin izi vardır o kağıtta. Kızı karşısındadır ama duyarsızdır. Simon abisini bulmuştur, mektubu ona uzatır. Kendi kanından abisi, aşk çocuğu olan abisi. Annesi sessizce onları izler, onları yönlendirir. Sessiz çölde, sözlerde sessizce söylenir.
Mektubu alır, elinde palyaço burnu ile. Mektubu okur. Mahkeme salonunda yaptığı savunma ile ele vermiştir kendi kimliğini. Nevval orada anlamıştır, oğlu aynı zamanda çocuklarının babası olduğunu. Ölene kadar bu gerçeklik ile yaşamış, son on yılını sessizlik içinde geçirmiştir.
Annesini arayan oğul, oğlunu arayan anne mahkemede karşılaşmış, anne orada geçmişi ile yüzleşmiştir.
Sevginin olduğu yerde nefret olmaz diyerek ele vermemiştir, Nevval ve son sözleri onlara gerçekleri anlatır. Ve aşk çocuğu olan oğlunun bundan sonraki yaşamına doğru yönlendirme yapar ve sessizlik artık oğlu aynı zamanda çocuklarının babasındadır.
İsmail cem Özkan
Yanık
Yazar: Wadji Mouwad
Yönetmen : Cem Emüler
Çeviren : Cem Emüler
Dramaturg : Egemen Arslan
Dekor Tasarım : Ali Cem Köroğlu
Kostüm Tasarım : Ali Cem Köroğlu
Işık Tasarım : Akın Yılmaz
Müzik : Koray Kahraman
Yönetmen Asistanı : Tansel Öngel
Oyuncular
Fatma Öney, Tansel Öngel, Murat Karasu, Emel Göksu Keleş, Iraz Yöntem, Gökçe Erinç, Veda Yurtsever İpek, Engin Şahin, Atilla Can Çelebi, Fatih Sarı

Ve en bildiğim konuyu anlattım

Ve en bildiğim konuyu anlattım
Sahnede tek bir kişi görüyorsunuz ama oyunun içinde tüm seyirciler yer alıyor, işte bunu başaran bir tiyatro oyuncusu Merve Engin bu sırlarda çok yoğun, sahneler arasında gidip gelirken yeni oyunları da sahneye koymaya devam ediyor.
Seyircisi ile sıcak ilişkisi ona yeni deneylerinde kapısını aralıyor. Kumbaracı 50’de seyirci karşısına çıkan yeni bir oyunu var, biraz ondan, biraz projelerinden kısaca sohbet etmek istedim, o da beni kırmadı ve sorularıma yanıt verdi.
• Selam, yeni oyunun hayırlı uğurlu ve seyircisi bol olsun
Merve: Çok teşekkür ederim, pek duyurmadım çıkartırken…
• Senin sosyal medyadaki duvarına küçük bir hediye bırakmıştım umarım hoşuna gitmiştir.
Merve: Süper tatlı olmuş!!!
• Sevindim beğendiğine
Merve: Çoook beğendim hem de, ben bu oyunda oyuna gelen tüm kaplumbağalı hediyeleri sahneye koyuyorum bunu da çıkartır asarım artık…
• :))) Oyunun hakkında bir şeyler yazarsan eğer bana gönder ki yayınlayayım ya da sanal röportaj yapayım hemen şimdi...
Merve: ahehae önce izlemek lazım!
• Genelde biliyorsun sorular olayı açar, izlemeyi sonrada yapabiliyorum...
Merve: :))
• Çünkü soru soranın bilmesi değil, yanıtlayanın işi iyi bilmesi önemlidir diye düşünüyorum, elbette önbilgide gerekli ama ben senin daha önce oyununu izlemiştim, uzaktan da izlediğime göre soruları rahatlıkla sorabileceğimi düşünüyorum.
Merve: Aslında bir oyun açıklamam yok... Şöyle kısa yazı var, "az sonra dinleyeceğiniz hikaye gerçek bir hikayedir ve 'bir arkadaşın' başına gelmiştir. Gerçekler acıdır, gülmemeniz rica olunur kızımı o gün muhtemelen sevgilisinden ayrılmış ve gelen misafirlerine dert yanmaktadır...
• Bu açıklamayı tanıtım yazılarında okudum...
Merve: bu kadar yarı doğaç yarı stand up, bir kadınların ince meseleleri
• Aslında ilkinde bir teknik ile yaptığın tek kişilik oyun vardı, neden şimdi doğaçlama ağılıklı bir oyunu sahneye koymayı düşündün?
Merve: aslında ağırlıklı değil, ama seyircinin varlığını hiçe saymayınca işin içinde mutlaka doğaçlama oluyor... Sadece yine commedia dell'arte yapmak istemedim... Ve en bildiğim konuyu anlattım.
• Senin oyununa gelen her defasında aslında başka bir şey ile karşılaşıyor sahnede... Çünkü kadınları ince meselesi her seferinde farklı kelimeler ile ortaya serilir diye düşünürüm, acaba öyle mi?
Merve: Evet öyle ve öyle olacak seyirci de şekillendirecek metnimi… Oyunda biri beni anlatmışsın bari ismimi değiştirseydin dedi, diğeri telif hakkı istedi, anlatırken konuyu derinleştirmem gerekip gerekmediğini seyirciden öğreniyorum. o günün seyircisi detay istiyorsa detay anlatıyorum, yani karşılıklı ya batıyoruz ya çıkıyoruz. Ayrıca bu oyunun sonunda bir arkadaşım giriyor ve oyun boyunca anlattığım sevgilimi oynuyor
• Bu sefer tek kişilik oyun diyemeyiz, seyirci artı erkek arkadaş...
Merve: Oyunun sonunda da az önce dinlediğiniz hikayede kızımızın kendi kıymetini nasıl da bilemediğin gördünüz diyorum. Siz bunu kendinize yapmıyorsunuzdur! E, KOB ta da öyle seyirci yoksa olmayan bir oyun ama evet her oyunda değişecek bir erkek arkadaş var geliyor oyunda oynuyor.
• KOB ne demek?
Merve: Kıyıya Oturmanın Böylesi, he bir de 10 Kasım’da da yeni oyunum çıkıyor. İyice azıttım ben :))
• Aaaa desene bu sezon üç oyun ile sahnedesin...
Merve: Şey aslında 4 üncü de yolda tiyatro hal ile beyaz mı yaka tam bir ekip işi olacak, ekip özledim ben kuliste...
• Bu kadar oyun sanırım senin tüm zamanını çalacak gibi, bir oyundan ötekine giderken acaba bugün sahnede hangi karakteri canlandıracaktım diye düşünme payın olacak mı?
Merve: Tabii ki... Hepsi birbirinden çok farklı... Ayrıca prova süreçlerinde onarın hepsinin yeri düşünüldü ayrıldı… Bir sefer karakterin sınırlarını çizince onu bir başkası ile karıştırmanız mümkün olmuyor. Hepsi yerini haddini biliyor.
KOB'da 12 karakter oynadım düşünülürse, ,son zamanlarda izlemediniz bir saat 10 dakikadan aşağı pek düşmüyor oyun çok gelişti…
• Aman tanrım, o kadar uzun süre tek başına sahnede kalmak...
Merve: Öyle bir oyunda tek başına sahnede almak çok zor.. ama her seferinde ortalama verdiğim kilo beni mutlu ediyor
• Nasıl buluyorsun o kadar kelimeleri ve seyircileri ilgisini elinde tutmak, çok zor olmuyor senin için sanırım... Zayıflamak isteyen tek başına sahneye çıksın, bir saat sahnede kalsın kilo sorunu ortadan kalkar diyorsun yani... İkinci oyun oradan ortaya çıktı gibi algıladım bir anda...
Merve: Olmaz mı? Partnerim seyircim olunca ortalık iyice karışıyor... İşten yorun gelen seyirci var mesela. Ritmine düşmeden onunda enerjisini yükseltmem gerek, haddini bilmen gerek, seyircini üzmemen gerek… KOB gibi bir oyunda evet acayip zayıflıyorum. Ama Kaplumbağalarda durum farklı kızımız depresyona girmek üzere ve sahnede sürekli yiyiyor…
• Hahahahaha birinde aldığını ötekinde veriyorsun bir denge var…Gördün mü oyunu izlemden de röportaj oluyormuş..
Merve: Evet :))
• Bunları düzenleyeyim da yazı haline getireyim…
Merve: Sinekler sevişirken de ise bir kabus oynuyorum… Ayaküstü biri ağzımdan laf mı aldı…
• Aaa kim yapar öyle şeyi, kısaca röportaj yaptık, uzaktan ve birbirimizi görmeden… Sinekler Sevişirken, bu yeni oyun sanırım, kısaca anlatır mısın, konusu ne, ne zaman sahnede olacak, orada da tek misin, başka oyuncular var mı?
Merve: Sinekler sevişirken'de yalnızım yine, ama bu sefer interaktif değil, yarım saatlik bir kabus. Ensest bir ilişkinin bir kızı nasıl delirttiğini anlatıyor. Mine söğüt’ün yeni çıkan kitabi deli kadın hikayeleri içinden Mine ile beraber sevdiğimiz bir öykü bu. O tasarladı - uyarladı ve yönetti. 10 Kasım’da da prömiyer yapacağız.
• Teşekkür ederim…
İsmail Cem Özkan

28 Ekim 2011 Cuma

İkna olmadım

İkna olmadım

Reklamlarda doktorların kullanılmasına bir türü ikna olamadım, çünkü “doktor kullanılarak ürünün içeriğinde üzeri örtülen acaba ne gibi sağlığa zararlı bir madde var?” diye düşünmeden kendimi alamıyorum.

Reklamların işi sadece pazarlama üzerinedir, pazarlama mantığı içinde her şey sağlıklı gibi gösterilebilmekte, soluk renkler canlı sunulabilmektedir. Hatta bir kasabayı içine alacak olan binada, yaşamın ne kadar sağlıklı olduğunu bile düşünebilirsiniz. Bir kasaba bir binada olursa, o bina içinde hastane, okul, avm olması gerekmez mi? Alt yapı sorunu nasıl çözümlenir? Kanalizasyon, yol, park, yeşil alan bir kasabayı içine alan binalarda nasıl çözümlenmiş? Neyse ki o bina reklamlarında sosyal hizmet uzmanları, şehir mühendisleri kullanılmıyor, ama deprem ile ilgili ahkam kesenler dolaylı olarak o binalara insanları yönlendirmeye devam ediyorlar! Danışmanlık reklam değildir!

Reklamlarda doktorların kullanılması yeni değildir, çünkü reklamlar aracılığı ile satılığa çıkan ürünün çok satması önemlidir… Sağlıklı olup olamadığını reklamlar belirtemez, onu belirtecek kurumlar ülkemizde ne yazık ki yok. Denetimin olmadığı yerde bir doktor ya da diyetisyen çıkıp şu ürün sağlıklıdır, şu vakıf tarafından desteklemektedir gibi reklamda ibare kullanılması şu anlamına gelmektedir; ben tüketicimi kandırıyorum. En azından ben böyle algılıyorum, eğer bir ürün doktora, diyetisyeni ya da vakıf (sponsor alarak hizmet veren vakıfları, reklam için kurulmuş bir vakıf olarak görme eğilimi içindeyim) kullanılıyorsa açıkça ben o ürünü almıyorum, hatta o ürünü merdiven altı ürün olarak görme eğilimim yüksektir. Sağlık ile ilgili vakıf, bir ürünün tüketimi konusunda bir markaya destekleyici olamaz. (aynı alanda üretim yapan değişik markaların olduğu kabul edilirse eğer) tüketiciyi yönlendiremez. Reklam olunan her ürün tüketim piyasasındadır ve rekabet koşulları içindedir.

Reklamlarda bir doktor gördüğümde, insan sağlığının nasıl bir mekanizmaya bağlı olduğunu düşünürüm. Tüketim çılgınlığı içinde daha çok dikkat çekmek isteyenler, damardan tüketicinin kanına ve beynine ulaşmak için sağlık personelinin kullanılması reklam sektörü için anlaşılır bir durumdur. Anlaşılmayan durum ise, sağlık personelinin bu işi para karşılığında reklam ışıkları altında yaratılan sağlık suçuna ortak olmasıdır. Doktorların tavsiye ettiği ürünün gerçek anlamda; ne kadar sağlıklı olup olmadığına bağımsız denetim kurumu tarafından denetlenmediği sürece her yapılan şey aslında etik değildir. Etik kavramını bir yana bırakalım, açıkça söylüyorum, tüketiciyi yönlendirmek ve kandırmaktır.

Doktorların veya sağlık kurumlarının yapmış olduğu hiçbir reklama ikna olamam, çünkü onları denetleyecek ve kontrol edecek bağımsız özerk bir kontrol mekanizması olmadığı sürece doktor arkadaşlarının söylediğini doğru kabul ederek sunulan sunumların hiç birinin doğru olmadığını peşinen kabul ediyorum.

Doktorların birlikleri bir çok şey için mücadele ediyor, bu konuda neden seslerini yükseltmezler, neden reklamlarda doktorların kullanılmasına karşı bir şey yapmazlar?

İsmail Cem Özkan

Liberal paradigma

Liberal paradigma

Türkiye’de liberal olmak demek; çok yüzlü olmak demektir, çünkü desteklediğin hükümetin icraatları karşısında suskun, sola karşı düşmanca tavır içinde olmak anlamına gelmektedir. Sol demek; Kemalist ideolojiden etkilenmiş, hatta Kemalist olan demektir. Solu Kemalizm kıskacı içine hapsetmek ve oradaymış gibi algı oluşturmak liberallerin sol düşmanlığının temelini oluşturur. Sol halk düşmanı olarak gösterilerek, üzerindeki panzer izlerinin kalıcı olması sağlanması anlamındadır. Onların davranışları panzer izini bırakan 12 Eylül rejimine ve Reagan doktrine uygundur. Onlar hala efendilerine hizmet etmeyi sürdürmekteler.

Ülkemizde liberal anlayış, çıkarın nereden esiyorsa, oraya doğru eğil ve güçlünün hatalarını görmeden kabul et anlayışı hakimdir. Ara sırada onlar gibi olmadığını göstermek içinde itirazlar etmeyi unutma, bu sayede yandaşları ile liberal olan arasının bir çizgi hep var olsun! Hataların karşısında sessizce tavır al, nasıl olsa zamanı geldiğinde o hataları konuşulacaktır. Önemli olan kendi çıkarına uygun olduğu sürece koşulsuz, tartışmasız desteklemeye devam et.

12 Eylül’de beş generale alkış tutanlar, yaptıkları işkenceleri, idamları haklı adamlar diyerek destek verenler, bugün Erdoğan hükümetinin Hopa’da öldürülen öğretmen karşısında aldıkları tavırda bir paralellik göreceksiniz. Bu paralellik tesadüfi değildir.

12 Eylül rejimine yazdıkları kitaplar ile dolaylı destek verenler, beş generalin yargılanması için referandumda “evet ama” diyerek hükümete destek vermeyi ihmal etmemişlerdir. Liberalizmde bir süreklilik vardır, o süreklilikte çıkarlardır… Gerektiğinde hükümetlere direkt ya da dolaylı olarak gönüllü danışmanlık görevi görmeleri, onların liberal olan düşünceleri içinde olağan bir davranış biçimidir. Aynı şekilde bu hükümet devrildiğinde yerine geleceklere de bu hükümetin aleyhine danışmanlık hizmeti vermeye devam edeceklerdir, çünkü liberal yaşam sürekliliği olan bir kirlenme biçimdir.

Bugün ülkemizde liberal politikayı savunan ama yaptıkları ile solcu gibi gözükenleri iyi tanıyın, çünkü devran döndüğünde onlarında nasıl bir rahatlıkla döndüklerine şahitlik edeceksiniz. İsimleri bellidir, her biri liberal ve cemaat gazetelerinde gönüllü/ profesyonel (köşe ya da okuyucu / görüş) yazarlık yapmaktadır. Yazarlık yapmayanlar ise AB projeleri ile yayın yapan radyolarda, yayınevlerinde “evet ama” diyerek politika üreten partiler içinde görmeniz mümkündür. Her şey bir projedir, proje üzerine para alıp, proje sonlanana kadar para verenin amaçları doğrultusunda her türlü hizmet vermeyi etik gören, eleştirilmesi gereken yerde susmayı liberal gören anlayış, bugün ülkemiz içinde aydınları ve toplumun gelişmekte olan muhalefet çizgisini kirletmeye devam ediyor.

Liberal insanlar sol için bir virüstür. Sol o virüsten kurtulamadığı sürece üzerindeki panzer izini silemeyecektir… Sol, liberaller ile arasına kalın çizgi çizerek hiçbir şekilde ve hiçbir koşulda ittifak yapmayacak şekilde yapılanmalıdır. Almanya Hitler rejiminden sonra sosyal demokratlar bile liberal parti ile bugüne kadar koalisyon hükümet kurmamıştır, nedenini Hitler dönemine bakarak bulabilirsiniz. Liberalizm, Hitleri iktidara taşıyan bir anlayıştır, bugünde aynı işlevini görmeye devam ediyor. 12 Eylül’de bizde iktidarın en önemli desteği liberallerden gelmiştir, tesadüfi değildir. İşkenceler, kayıplardan bir anlamda verdikleri destek yüzünden liberaller sorumludur. 12 Eylül rejimini güçlendiren ve onlara alkış tutanlar; “yargılanmalıdır” diye bugünlerde göstermelik nara atmaya devam ediyor olmaları, onların gerçek anlamda o dönemle yüzleşmek istedikleri için değil, kendi suçlarının tarih sayfalarının içine gömülmesini istemelerindendir, çünkü hedefi en minimal tutarak, halkı kandırmaya devam ediyorlar. Suçlarını beş generalin üzerine yıkarak aklanmak istiyorlar.

Liberal ideoloji adı verilen şey aslında paranın akışına göre şekil değiştirmektir, paradigma para üzerinedir. Her şeyi para üzerinden bakan liberal kişilik, paranın sahibine her zaman itaat etmeyi kendi geleceği için zorunlu görür.

İsmail Cem Özkan

23 Ekim 2011 Pazar

Yardım derken…

Yardım derken…

Yardım kuruluşları gün geçmiyor ki, caddelerde, sokaklarda, evlerin kapısında yardım için sizin önünü çevirmesin… Eskiden devlet sosyal olduğu dönemde bir kurumu vardı, kurum milli bir özellik gösterirdi ve orasını kutsal kapı olarak görülürdü, kapıya gelmez vergilerden yardım ücreti kanun ile kesilirdi, hala uygulamaya da devam ediliyor.

Yardım kuruluşlarının merkez binalarının lüks görünüm içinde ve çok katlı olması tesadüfi değildir, elbette yardım kuruluşları fakir olamazlar, zengin ve varlıklı olanlar ancak yardım yapabilirler. (yaşamın trajedisi burada gündeme gelir, çünkü bu yardım kurumlarına en fazla yardımı yardıma muhtaçlar yapmaktadır, onların verdiği küçük meblağlar yan yana getirildiğinde en zenginin verdiği yardım bütçesinden daha büyük olur.) Yardım öyle hafife alınacak bir şey de değildir, iyi bir organizasyon, hedef kitleye ulaşabilecek olan araçları ve süreklilik açısından profesyonel çalışanları da olması gereklidir. Gönüllülük usulü olanlar ancak yerel çalışma alanında olabilir. Okul yardımlaşma derneği gibi. Onların alanı ve çalışması sınırlıdır ve bellidir.

Büyük felaketlere ve evrensel çapta yardımın hareket etmesi büyük olanakları berberinde getirmektedir ve devletler ve uluslararası kurumlar ile ilişki içinde olmak anlamına gelmektedir. Liberal ekonomin globaizasyonu sonucunda yardım kuruluşlarında devletin tekelinden çıkmış ve gönüllü olarak küçük adımlar ile başlayan hareketler şimdi büyük ve uluslararası boyutlara ulaşmıştır. Daha karmaşık ilişkilerin içinde olan bu kuruluşlar, yerel olarak aldıkları yardım malzemesini hedefe en kısa zamanda ve sağlıklı bir şekilde ulaştırmak ile yükümlü olmalarına rağmen, aynı zamanda uluslararası politik sorunlarında merkezinde yer alabilmektedir. Soğuk savaşı dönemi ve sonrası dönemlerde yardım kuruluşları ile istihbarat gibi kavramların içi içe geçen soruşturmalara tabi olması tesadüfi değildir.

Yardım kuruluşlarının bugünkü bütçeleri; holdinglerin bütçeleri ile boy ölçülecek boyuta ulaşmıştır. Yardım kuruluşlarının bir çok şehirde / ülkede şubelerinin olması, oralardan topladıkları paraları merkezi olarak planlayarak kullanmaları kadar doğal bir şey yoktur. Toplanan yardımların aslında hedef kitleden önce kendi personeline, binalarına, araçlarına ve kiralanan depolarına gitmektedir.

Yardım kuruluşları, çalışanına istihdam sağlayarak, bir çevrede yer alan insanların geçim kaynağı olmaktadır. Devletin yapması gereken ve bizim verdiğimiz vergiler ile desteklediğimiz kurumların görevlerinin bir bölümünü bu dernekler ve vakıfların alması elbette vicdani olarak bizi rahatlatabilir, fakat liberal ekonominin belirlediği ortamda bu derneklerin, vakıfların ülkenin politik arenasında oynadıkları rollerinde gözden geçirilmesi gereklidir.

Yardım kuruluşlarının sahip olduğu gemiler, araçlar, binalar ve uluslar arası bağlantıları ve sınır ötesi devlet ile işbirliği içindeki projeleri saydam bir şekilde incelenebilirse eğer, yardım kuruşlarının gerçek amaçları hakkında ipuçlarına sahip olabiliriz. Ülkemiz içinde faaliyet gösteren yabancı kökenli yardım kuruluşu olan vakıfların amaçları iki de bir gündeme gelirken, aynı şekilde bize ait olduğunu sandığımız yardım kuruluşlarının amaçları ve yaptıkları kahramanlık söylemleri ve kutsallık olarak sunulan görevleri neden açıkça kamuoyu önünde tartışılmaz?

Yardım kuruluşları bizim vicdanımızın rahatlamasını sağlarken, aynı zaman içinde başka görevleri ve amaçları da yerine getirmekteler… yardım kuruluşlarına yapılan yardımlar ile vergiden muaftır… bizim vergilerimizden kesilen bir çok yardım vergisi, liberal ekonomi mantığı içinde gereksizdir ama ne yazık ki bu vergiler bile tartışma konusu yapılmamaktadır.
İsmail Cem Özkan

Emekli olduktan sonra…

Emekli olduktan sonra…

Ülkenin sınırlarının korunması ve geleceğinin bekassı için ordu elamanlarının eğitimi normal eğitimden farklı ve ayrıntılıdır, çünkü ordu ileri teknoloji kullanan, geliştiren bir alan olması açısından da önemlidir. Ordu için yapılan bütçe diğer tüm harcamaların üzerinedir ve ordu için bütçenin kontrolü genelde yoktur.

Ordu, kendi elemanın yetiştirilmesi için akademiler kurmuştur. Ülkenin en zeki öğrencilerinin orada eğitim görmesi için çekici kılınmıştır. Ordu bir anlamda elemanına gelecek garantisi vaat eden bir kurumdur. Ordu bünyesine giren her hangi bir birey diğer vatandaşlara göre avantajlıdır ve ayrıcalıklıdır.

Ordu bireylerden oluşur, bireylerin yetenekleri ise ordunun ihtiyacına göre kategorize edilmiştir. Birey, ordu içinde önemsiz gibi durmasına karşın, işin gerçeği öyle değildir. İstatistiksel rakam olarak kabul edilenler daha çok çoğunluğu temsil eden tabanı yanı erleri ve erbaşları temsil ederken, akademi mezunları bireydir ve bireylerin refahı ve yaşam kalitesinin yüksek olması ordunun geleceği ve birliği için önem arz etmektedir.

Sanayileşmiş ya da sanayileşme yolunda ülkelerin ordu elemanlarını emekli olduktan sonra danışman olarak şirketlerin içinde yer alması şaşırtıcı bir durum değildir. Ordu kendi bünyesi içinde kurduğu özel teşebbüs firmalarda ne kadar başarılı olduğunu bizim gibi ülkelerde saklamadan göstermiştir. Ordu Yardımlaşma Kurumu fabrika kurmuş, bankasını serbest piyasa içinde diğer firmalar gibi çalıştırmış, ağır sanayiden, silah üretime kadar her alanda faaliyet gösteren başarılı örnek çalışmaları vardır.

Ordu ile devlet yönetimi arasında da üçüncü dünya ülkelerinde sıkı bir ilişki vardır, ordu kendisini devlet olarak görmekte ve kendisine ya da ülkeye karşı gelecek her türlü saldırı karşısında savunma durumundadır ve ülke yönetimine el koymada yasal düzenlemeler yapma hakkını kendisinde görmektedir. Kutsal olan bir kurumun elbette yaptıkları sorgulanamaz, sadece onaylanır konumdadır. İç ve dış düşman tanımına göre ordu düşmanlar ile savaşmak için kurgulanmış ve yaşatılmaktadır.

Ordu ulus devletin oluşması aşamasında önemli bir rol oynamıştır. Ordu sayesinde ulusal sermaye kurulması için olanaklar yaratılmış ve ulusal sermaye ile ordu arasında bir biri içine geçmiş bir ilişki söz konusudur. Ordu devletin bütün organları ile iç içedir ve kuvvet ayrımını sadece kağıt üzerinde kalmaktadır. Devlet yapısı içinde ordu üst yönetimi hiyareşi içinde ilk on içinde yer alır.

Bizim gibi darbeler ile tarih çizgisini belirlemeye çalışan ülkelerde ordu içinde çalışmış ve emekli olmuş olanların ticari yaşam içinde oynadıkları roller pek araştırılmamış, o konuda tartışmalar yürütülmemiştir. 12 Eylül darbecilerinden birinin bir seramik firmasının hissedarı olması gerektiği gibi konuşulmamıştır. Bir askeri yetkilinin görevi suiistimal ettiği ve haklı kazanç sağladığı konusunda bir mahkeme kararı olmuş olmasına rağmen, bu davanın sadece istisnai bir dava olduğu düşüncesi bende hakimdir. Çünkü genel olarak ordunun bütçesi ve ihalelerini kontrol edebilecek, haksız rekabet koşulları uygulanan liberal ekonominin karanlık noktasını oluşturmaktadır. (http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=6830550)

Emekli olduktan sonra, firmalara danışmanlık görevi yapanların ordu için açılan ihalelerde ne gibi rolleri olmuştur, bu konuda bir bilgi mevcut mudur?

Darbeler birilerine karşı yapılır. Yakın zaman içinde 12 Eylül darbesi ve onu takip eden yıllarda darbe girişimlerin olduğu kamuoyu önünde bildiriler şeklinde yansıdı. Bugünde onun ile ilgili bir dava ya da davalar hala sürmektedir. Bu darbelerin ve darbe girişiminde rol almış ya da o dönemlerde üst görevde yer alan askeri bireylerin bugün hangi firmalarda danışmanlık, ortaklık gibi ilişkileri var, bu konuda bir bilgi mevcut mudur?

Çıkarlar ilişkileri belirlemeye devam ediyor, geçmişte muhtara veren, muhatabını güçlendirmiş miydi, yoksa neler olmuştu anımsayan var mı? Çıkarlar zaman içinde değiştiğine göre, eski düşmanlar yeni durumda iş ilişkisi içinde olabiliyorlar.

İsmail Cem Özkan


Ulaşabildiğim bilgi: Emekli General Çevik Bir Kazdağları’nda dev bir termal sağlık tesisinin danışmanı oldu. Astyra Termal Restort&Devre Tatil kompleksi şirketinde istişare kurulunda bulunmaktadır. Orakları arasında Elmas işi ile ilgilenen bir firmada bulunmaktadır…

Eski Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Semih Sancar (Akbank YK), Org. Muhittin Fisünoğlu (Sümerbank), Org. Teoman Koman (İnterbank), Oramiral Vural Beyazıt (Etibank), 12 Eylül'ün Orgenerallerinden Turgut Sunalp (Netaş ve Garanti Bankası Yön. Kur. Üyesi); Org. Adnan Ersöz (İşbankası Yönetim Kurulu Üyesi); 12 Mart'ın ünlü darbecilerinden Org. Faik Türün (Umumi Mağazalar Yönetim Kur. Üyesi); Org. Süreyya Yüksel (Yaşar Holding Danışmanı); Org. İbrahim Şenocak (Etibank Yönetim Kurulu Başkanı); Org. İsmail Hakkı Akansel (PETKİM Danışma Kurulu Üyesi); Org. Vecihi Akın (AKSİGORTA Yönetim Kurulu Üyesi); Org. Doğan Özgöçmen (Yapı Kredi Bankası Yönetim Kur. Üyesi); Org. Suat Aktulga (LASSA); Org. Şeref Akıncı (Doğuş Holding Yönetim Kurulu Üyesi); Org. Kemalettin Eken (Şekerbank Turizm Yönetim Kur. Üyesi); Org. Sabri Deliç (Profilo Holding Başkan Yardımcısı); Oramiral Bülent Ulusu (AKSA Yönetim Kurulu Üyesi); Org. Nazif Oka (Hema Holding Yönetim Kur. Üyesi); Org. Halil Sözer (Borusan Yönetim Kur. Üyesi); Korg. Fevzi Aysun (Derborsa Yönetim Kur. Üyesi); Korg. Hikmet Kesim (Türk/ABD Havacılık San. (TAİ) Yön.K.Ü.); Korg. Tevfik Alpaslan (Altay şirketler Grubu); Tümg. Cemil Mete (Minex Savunma Sanayi Yön. Kur. Üyesi); Tümg. Hayri Sözen (Borusan Danışmanı); Tümg. Servet Bilgi (Bekoteknik Yönetim Kur. Üyesi); Tuğg. Tanju Erdem (Yaşar Holding Danışmanı); Tuğg. Fikri Topsever (AKSA Personel Müdürü); Tuğg. Sezer Bilgili (Pamukbank Denetçisi); Tuğg. Şahap Ar (Alarko Holding Yönetim Kur. Üyesi); Tuğg. Sıtkı Sunday (Otomarsan Başkan Vekili); Tuğg. Orhan Köker (Profilo Holding Müşaviri); Tuğg. Yılmaz Oral (Hema Holding Yönetim Kur. Üyesi); Tuğg. Kamuran Gümüşsoy (GİMA Yönetim Kur. Üyesi…
Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Oramiral Orhan Karabulut ve Orgeneral Teoman Koman’ın medya gruplarına danışmanlık yaptığı biliniyor. İhlas Ankara Medya Grup başkanı olarak da yine bir emekli asker Nuri Elibol görev yapıyor. Koramiral Atilla Kıyat, Fenerbahçe Kulübü Yönetim Kurulu’nda, Tümgeneral Çetin Uğural, Oramiral Halis Burhan ve Korgeneral Hasan Kundakçı isimleri de Türkiye Sanayici ve İşadamları Vakfı (TÜSİAV) Yüksek İstişare Konseyi’nde yer alıyor. En fazla asker yönetici yoğunluğu üniversitelerde gözleniyor. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Haliç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği görevini sürdürüyor. Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Bahçeşehir Üniversitesi Global Hukuk Programları Direktörlüğü genel sekreterliğinde bulunuyor. Tuğamiral Mehmet Celayir Koç Üniversitesi genel sekreteri, Orgeneral Edip Başer Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü müdürü, TOBB Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi, Tümgeneral Mehmet Tiryaki Anadolu Bil Meslek Yüksek Okulu Yönetim Kurulu üyesi olarak görevini sürdürüyor.
25.04.07 http://www.nuveforum.net/18-tartisma-platformu/12105-batik-is-adami-generallerin-tam-listesi/