8 Şubat 2024 Perşembe

Tolstoy’dan günümüze değişmeyen insanlık trajedisi…

Tolstoy’dan günümüze değişmeyen insanlık trajedisi…

Üç buçuk saat süren ve iki bölümden oluşan bir eserin eleştiri yazısını olabildiğince kısa tutup yazmaya çalışacağım, çünkü genel kanıya göre okuyucular artık ne klasik eserleri okuyor, ne de uzun yazıları... Yazı işleri sürekli bu konuda eleştiri yapıyor, ben de uymaya çalışıyorum! 

Biletleri gösterip salona girdiğimizde Napolyon savaşını anlatan sahneyi dolduran Napolyon ve ona biat eden, onun için savaşan ve ölen askerlerin sahneyi kapatacak boyutta bir resim ile karşılaştık… Koltuklara oturduktan sonra o kocaman resim içinde ayrıntılara bakıyorum, kafamın içinde bir senaryo yaratıyorum sanırım…  Anons yapılıyor, telefonları kapatın fotoğraf çekmeyin uyarısı…

Bir Roma yatağının üzerinde yaşlı bir adam oturmakta ve “su” diye bağırmaktadır. Su hayat demektir, nefes gibi…

Kafamın içinden Tolstoy’un yazmış olduğu ve yıllar önce okuduğum “Savaş ve Barış” adlı romanı geçiyordu. Resmi tarihin ya da tarih kitaplarının yazmadığı günlük hayat ve insanlara yansımasını romanların içinden yakalamayı seviyorum. Okullarda okutulan tarih kitapları kazananı anlatır, bir de yenilenlerin kayıplarını… Tarih kitaplarında neden ve sonuç ilişkisi o tarihi kimin yazdırdığına bağlı olarak değişir, her rejim kendi tarih kitabını yazdırır… Karşılaştırmalı tarih okumak içinde yabancı dil bilgisi yanında çok iyi kaynaklara da ulaşmak gereklidir ki, sıradan bir okuyucu için çok zordur. Benim gibi tarihe meraklı, resmi tarihi sorgulayanlar için romanlar önemli kaynaklardır, çünkü o romanların kurgusu içinde arka fonda da olsa savaş ve savaşın yaratmış olduğu çatışmalar ve hayaller, insanların savaşanlara karşı tutumu, var olan olayları algılayışları bir kurgu içinde anlatılırsa da aslında gerçeğin bir başka boyutunu içinde taşır.

Savaş ve barış, her ne kadar bir arka fonunda savaş olsa da tutkular, insanların hayata bakışı, beklentileri yaşadıkları çelişkileri içine alan trajedi, dram ve zaman zaman hicvin o sivri dilini de içine alan epik bir eserdir.  

“Su” diye bağıran bir konttur ve hastadır, ölümünü beklemektedir, aslında etrafında birikenler de onun ölümü ve sonrası elde edecekleri mirası beklemektedir. Rusya değişmektedir, geleneksel feodal yapı çatırdamaktadır, varlıklı olanlar borç içinde, çocuklarının evliklileri üzerinden para arayışı içindedir.

Her davranış, her söz bir imgeyi de içinde barındırır. Özlemler, arayışlar arasında ölüm vurgusu ve bir çıkar çatışmasının, ona bağlı olarak gelişecek olan duygusal ya da hesaplara dayalı ilişkiler, çıkar çatışmasının ortaya çıkardığı kargaşanın temelinde var olanlar imgeler ile sahneye aktarılır…

Tolstoy’un bu büyük eserini Eva Mahkovic sahneye uyarlamış. Yönetmen Aleksandar Popovski ise uyarlamayı yeniden ele almış olduğunu düşündüm. Dört ciltlik bir kitabı sahneye uyarlamak çok zordur, çünkü yazarın kurgusunu hem bozmayacak, hem de o kurguya uygun bir tarihi çizgiyi izlemek zorundadır.

Tanıtım broşüründen yönetmen “bana önemli görünen bölümleri seçtim.” diye yazmaktadır.  

Oyunun kurgusu, Tolstoy’un kurgusu ile çelişmemesi gereklidir, romanın ruhunu, zamanını, insanını bugüne taşırken karikatürize etmemesi önemlidir.  Sonuçta sağlam bir kurgu ve öykü dokusu olmazsa oyuncular, sahne düzenlemesi müzik ne kadar başarılı olursa olsun oyun çöker. 

Her seyrettiğim tiyatro eserinde zaman zaman gözlerimi kaparım, oyunu ses ile de izlemeye çalışırım, çünkü o ses, oyuncu seçimi, oyunculara verilen rolleri gerçekten yerine getirip getirmediğini algılamamı sağlar. Bu oyunda da beni rahatsız eden bir şey bulamadım, o yüzden gerek oyuncu seçimi, gerek sahne düzenlemesi, gerek 19. Yüzyıl ile bugünü harmanlayan dekor, kostüm seçimi, özellikle kullanılan plastik sandalyeler, silahlar ve rock ve rap müzik karışımı ile yapılan kolaj benim çok hoşuma gitti, çünkü zamanın kıvrılmasını hissettim sahnede. Zaman öyle bir kıvrılıyor ki Napolyon Moskova önlerinden birden savaşan askerler salona girmiş, modern silahlar ile savaşırken, savaş aleti aynı zamanda basgitar oluyor. Kurşun sesi notlardır ve bizlere dokunuyor notlar, her birimizi yaralıyor belki, belki de üzerimizden geçiyor, sahneden oyuncuya doğru gelen bir kurşun bir soylu askerin vurulmasına sebep oluyor…

Oyunda mikrofon kullanılması beni rahatsız etti açıkçası, çünkü ses tek bir yerden geliyor gibi, sağdan ve soldan, oyuncudan çıkan ses dijitale döndükçe sesi izlemek için gözümü kapadım, sahneden gelen sesleri dinledim, kendimi bir anda bir zamanlar radyoda yayınlanan arkası yarın okumalarına gittim. Belki yönetmen özellikle benim yaşımda yaşayanlara o duyguyu vermek istemiş olabilir, sahnede canlı oyun var ama gözünüzü kapattığınız an radyo başında arkası yarını dinler gibi yaşadığımız odaların, salonlara gittik. Genelde arkası yarınlar geç saatlerde konurdu, belki halkın çoğu dinlesin diye o saatlerde konurdu… Arkası yarınlar sayesinde birçok klasik eser ile tanışmış ve o eserleri okuma fırsatını yakalamıştık, dinlemek ile okumak arasındaki farkı o zamanlarda elde etmiştim.  

Belki de mikrofon kullanımı sahnenin derinliğinin olması ve diyalogların bir bölümü orada geçmesi, seyirciye ses ulaşımında bir sorun olabilir kaygısı böyle bir çözüme iteklemiş olabilir.

Oyuncuların her biri özenle seçilmiş ve her oyuncu kendisine verilen görevi başarı ile yerine getirmiş, dekor kalabalık oyunculara alan açmakla kalmamış, bir özellikle kar sahnesinde bizi kuzeyin o dondurucu soğuklarına götürdü, o sahnelerde bazı seyircilerin kazaklarını giydiğini gözlemledim…

Savaş toplumda çürüme artmıştır, köylüler bir köle gibi kullanılmaktadır, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, ihanet… Toplumun her hücresine doğru yayılmaktadır. Kadınlar evlerinde gününü gün edemez hale gelmiştir, savaşın çıplak yüzünü de o aristokrat aileleri de görmekte, çocuklarını savaş meydanlarında kaybetmektedir.

Moskova yanıyor, Rus aristokrasi ve halkı direnmiş ve kazanmış. Savaş isteyenler, savaşmaktan başka işi olmayanlar, aristokrat çocukların güç gösterisi büyük bir yıkım ile sonuçlanmış… Savaşı yöneten ve Moskova’yı kurtaran komutan savaş sonunda kazananın olmadığı açıklarken, aristokratları ona karşı nefret söylemi ve linçi… Her savaşın bir kazananı yoktur, öç alımı da olmayacaktır, meydanlarda verilen savaş sonlanmış, masum insanlar ölmüş, onbinlerce insan birbirini boğazlamış, bir komutanın, bir liderin arkasından gidenlerin sorgusuz ölümü, oyunun sonunda sorgulatıyor…

Ödenekli tiyatroların buna benzer oyunları sahneye daha fazla taşıması tiyatro açısından önemli görüyorum. Özellikle belirli yönetmenler ile devam eden sürece, dışarıdan gelen yönetmenlerin oyun koyması ve bizim oyuncular ve teknik çalışanlar ile sahneye yeni yorumları taşımaları önemli görmekteyim… Bu bizim tiyatroya bakışımıza katkı sunarken yeni kapıların açılmasına da sebep olabilir. Işıkların kullanımı bu oyunda sahne zemininden ışık verilmesini takdir ettim, dekor ile ışığın uyumu, her oyuncunun mikrofonu ve onun kumanda masasından yönetimi kolay bir iş değil, seçilen müzik ve iç konuşmaların doğru zamanda ve eksiksiz sahneye taşınması çok dikkat isteyen işlerdir… Karın sahneye yağdırılması bizim tiyatrolarımız için yeni bir şey değil, daha önce birçok oyunda görmüştük ama burada karın yağması ve sahnede o hava basıncı ile verilen bir anlamda büyük bir balonun zemin olarak kullanımı da yerinde ve muhteşem bir görsel şölenin oluşmasına sebep olmuş. Işık, duman, hava öyle bir dengeli ki, oyuncu üzerinde dolaşırken rahatsız bile değil, sanki savaşın olduğu cephede! Spotlar hem sahne içinde, hem sahne önünde ve sahneyi direkt yanlardan gören alandan oyuncular üzerine ya da zemine düşerken seyirciyi nereye bakması gerektiğini de yönlendirendir, aynı zamanda ışığın renkleri konuyu daha öne çekerken, oyuncuları o atmosferin içine davet etmektedir.  Bunları tasarlamak ve her oyunda yeniden komuta etmek kolay değil ve zor olanı başarmışlar…

Tarihi bir de oyunu izleyerek yeniden yorumlayın, belki resmi olan, okulda okutulan ve ezberletilen şeylerin dışında yaşanmışlıkları da görebilirsiniz. Savaş zamanında aşkta yaşanıyor, tutkuda, özlemde, kaybedilen arkasından dökülen gözyaşı da… Savaş sadece kahramanlık hikayesi değildir, ölümdür, acıdır, karda donmaktır… Oyunun atmosferini, tarihi bilgisini oyunun başında anlatıcı zaten anlatıyor, ki ben bunu çok doğru buldum, seyirci salona gelirken o konuda araştırarak gelmiyor, orada öğrenecek. Zamanı, o zamanın davranış biçimini ve öyküsünü… Zamanın kıvrıldığı buna benzer oyunlarda ön bilgi her zaman seyirci için öğreticidir…  

 “Savaşlar olmasın, barış hemen şimdi!” diye sözümü bitireyim… Savaş rüzgarlarının fırtınaya, hortuma dönüştüğü bu zamanda barışı istemek ve bunu dillendirmek gerek…

İsmail Cem Özkan

Savaş ve Barış

Yazan: Lev Tolstoy

Uyarlayan: Eva Mahkovıc

Çeviren: Aslı Önal

Yöneten: Aleksandar Popovski

Müzik: Kiril Djaikovski

Dramaturg: Başak Erzi

Dekor Tasarımı: Sven Jonke, Vanja Magić

Kostüm Tasarımı: Canan Göknil

Işık Tasarımı: Osman Aktan

Efekt Tasarımı: Erhan Aşar

Yardımcı Yönetmen: Juš Andraz Zidar

Yönetmen Yardımcıları: Cem Baza, Çimen Baturalp, Yunus Erman Çağlar, Deran Özgen

Oyuncular: Ayşegül İşsever, Berfin Berber, Can Başak, Defne Gürmen Yüksel, Deran Özgen, Dilara Demirdüzen, Doğan Altınel, Ersin Bağcıoğlu, İlker Sami Kılıç, İpek Uğuz, Levent Üzümcü, Melisa Demirhan, Mesut Çırak, Murat Bavli, Mutlu Güney, Nevzat Sinan Taştan, Ogeday Erkut, Osman Kaba, Salih Şimşek, Sefa Turan, Taha Karakaş, Yağmur Topçu

6 Şubat 2024 Salı

Yolda depremin sesini duyduk…

Yolda depremin sesini duyduk…

Geçen bu zamanda yoldaydık. Üç kişi arkada, iki kişi önde olduğu bir aracın içindeydik. Yoldaydık, İstanbul dışına doğru gidiyorduk. Arada molalar veriyor, sonra yine aracın içine binip gidiyorduk. Karanlığın içinde, önümüzü aydınlatan farların yol göstericiliği ile bize sunulmuş yolun üzerindeydik. Tek yönlü bir yoldaydık sanki arkamızdan gelen araçlarının farları aydınlatıyordu arabanın içini, önden gelen araçları uzaktan görüyorduk, çünkü otoban dedikleri yoldaydık, sadece yolu görüyorduk...

Sadece yolu sabahın ayazı içinde görürken mola vermiştik, bir telaş vardı, deprem olmuş diyordu birileri. O kadar çok deprem görmüştük ki, artık kanıksamıştık. Depremler neden gece yarısını geçince olur, sabaha karşı? Sabahın ayazı yeryüzünü teslim aldığında yer oynamış, üzerine emanete bırakılmış beton binalar yerle bir olmuştu. Eski depremlerde ölümler kerpiç evlerde ve taş evlerde olurdu. Taşın altında kalan canlar, insan ölürse şehit hayvan ölürse telef denirdi... Erzincan depremi benliğimize kazılmıştı ama bitmez bilmeyen depremler benliğimize kazımakla kalmamış, işlemişti..

Doğuda olursa deprem ölümcüldür, katliam denir ama batıda olursa daha az kayıplar ile geçer diye bir algı oluşmuş ama İzmir bu algıyı tersine döndürmekte... Katliam olmakta her deprem sonrası, çünkü toprak üzerine bırakılan betonlar yer hareketi ile yerle bir oluyor, zemin sulanıyor! Katliamdır aslında her deprem sonrası ölüm, bir kişi de ölse, binlerce de olsa ölüm ölümdür ve ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor ama bu işin sorumlularını nedense hiç yakmıyor...

Sabaha doğru bir yerdeydik, moladaydık. Deprem olmuş dediler, haberler canlı yayına geçmişti. Karanlıktı her yer, ısınmak için çay içelim haberlere bakalım dedik... Çayın sıcaklığı da ısıtmadı bizi, çünkü deprem bir şehri değil, tam tamına on bir şehri yok etmiş gibiydi... Yıkıp geçmiş bir büyük dalga, üzerine kondurulmuş binalar çökmüş, kayıplar henüz net değildi. Korkunç haberi sunuyordu muhabirler, izliyorduk... Cep telefonuna düşen görüntüler, haberler, yakınını arayanlar.. Moladaydık ve biz de sallanıyorduk... Sıcak bir şey aradık, yoktu, o şehirde üşüyenler ile üşüyor, beton altında kalanlar gibi nefessiz kalmıştık. İzliyorduk bilinç dışında, yabancılaşmışlık. Anılar geçiyordu kafamızın içinden, kaç defa yakalanmıştık depreme?

Daha öncede yaşamıştım depremi, üstelik babam, annem ve kardeşimle, o zamanlar çok küçüktü yeğenim çekirdek ailem kutu bir evde, sallanmıştık, savrulmuştuk ses ile... Savrulmuştuk bilinçsizce, sarılmıştık birbirimize... Bir kibrit kutusunu birisi sallıyor ve bizler kibrit tanesi olarak içinde birbirimize kenetlenmiştik... Yaşamıştık korkuyu... Yaşamıştık depremi, o dalga bizi içinde olduğumuz bine ile savurmamıştı ama o haberleri izlerken savrulan insanların sessizliğini duydum! Sessizliği binlerce kilometre uzakta duyuyordum!

Sabahın ayazı üzerimize düşmüştü, yola çıkmıştık ve geri dönmek olmazdı, devam ettik deprem bölgesine doğru, gidiyorduk! Sessizdik... Çaresizdik. Gidiyorduk kader ortaklarım ile birlikte... Kader birliği oluşmuştu, sessizlerin sessizliği birleştirmişti bizi... Haberlerde rakamlar geçiyordu, rakamlar bize bir şeyler anlatıyordu belki, farkında bile değildim. Korkunçtu, korkunç boyutu ilerleyen saatlerde artıyordu. Artçı dalga bizi de sallıyordu, bir an önce çıkmak gerek, çıkmak! Ayaz kucakladı bizi...

Rakamlar ile konuşuyorlardı ama kurtulanlar rakamları ile değil, canları ile konuşuyorlardı. Çaresizliğin, şaşkınlığın, ayazın teslim aldığı gözler ile anlatmaya çalışıyorlar, yaşadıklarını kavramaya çalışıyorlardı. Akşam yemeğini yerken gördükleri sokakları, evlerini bir daha asla görmeyeceklerini bilmiyorlardı. Komşularının öldüğünden haberi yoktu, ya çocuğu, eşi, onlar neredeydi?

Sessizdik, ayaz etkisini artırmıştı, gün doğacaktı... Yola çıkarken amacımız vardı, şimdi geri dönmeyi düşünür olduk, çünkü deprem yolları da savurmuş, yıkılmıştı binalar gibi... Dönmek, korkunçtu, acıları yanımıza alarak...

Sessizdi yollar, biz de üzerimize düşmüş çığlıkların ağırlığı, eziliyorduk. Haberlere bakıyorduk cep telefonumuzdan, gelen maillere, yakını arayanların haberleri.. Şarjımız bitti, haberleri duyamayacağımızı düşünmedik bile, hemen girdik başka bir mola yerine haberlere baktık, sorduk neler oluyor diye... Bir yandan da doldurduk... Bir yandan da boşaltamadık gözyaşlarımızı... İçime aktı, içimiz üşüdü, sessizce döndük, döner dönmez evde ne var ne yoksa kullanılacak eşyayı oraya göndermek için giden tırlara/ kamyonlara bıraktık... Satın aldık gözü dönmüş, fahiş fiyat yapanlardan battaniyeyi, battaniye fiyatları birden yüz katına çıkmış, olsun dedik aldık, temiz olsun, yeni olsun diyerek aldık ve paketi ile gönderdik...

Bir yıl olmuş, hiç acı biter mi bir yılda?

Ne kadar çok acı ile yoğrulduk... Acıyı yaşarken acılar üst üste bindi..

Biz öyle bir zamana denk geldik ki, zaman çatladı, tarih kırıldı, biz savrulduk... Zamanın ruhunu arıyorlar, biz insanların ruhuna Fatiha okuyoruz durmadan... Durmadan okumak...

Zaman kırıldı, insanlık kırılıyor, bitmedi, devam ediyor...

İsmail Cem Özkan

5 Şubat 2024 Pazartesi

Oy yoksa hizmette yok!

Oy yoksa hizmette yok!

"Benim partime oy vermezseniz size hizmet yok" demek aslında bir devlet politikasının direkt ifadesinden başka şey değil. Özellikle ulus devleti anlayışı homojen toplum yaratmak için öteki olanları kendi belirlediği kurallar içinde kendi toplumu içinde erimesini ister, kendisi gibi gözükmeyen, itiraz edenlere hizmet götürmemiş, sadece sürgün yerleri ve devlet derelerinin oluştuğu alanlar olmuş...

Devlete sahip olduğunu ve devletin partisini kendi kurduğu partisi olduğunu düşünen ve devlet adına konuşan biri, elbette bu söyleme gelmesi olağandır, çünkü o artık devletin kendisi olduğunu düşünmektedir. Öyle kadirdir ki, hukuk maddelerinde olanı değil, kendi arzusuna göre o maddelerin yorumlandığına şahitlik eder... Her şeyi bilen, her şeye yol veren ya da engelleyen biridir.  İstediğine yardım, istediğine ise engel koyabilen bir gücü temsil etmektedir. Bu ülkede “ona rağmen” bir şey olamaz, çünkü o tek bilendir, tartışmasız meşru liderdir!..

Seçim senin, ya ceza ya da ödül al!

O, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlediğine göre elbette kendisi gibi düşünmeyenleri ve davranmayanları cezalandıracaktır. O "benim partime oy verdiğiniz sürece kısaca adaylarım kazandığı sürece siz hizmetten yararlanacaksınız!" demektedir...

Vermeyenlerin başına ne gelir?

İstanbullular bunu yaşayarak görüyorlar. Örneğin ulaşımın taksi boyutu kamunun önünde olmaktadır. Belediye yönetimi yeni taksi plakalarının verilmesini istemektedir, çünkü nüfus artmıştır, şehir yatay ve dikey olarak büyümüştür. Ulaşımın çözümü için yeni taksilerin şehir karayolunda olması gerekmektedir. Aksi halde korsan taksi uygulaması şehrin her alanında olacak ve bu da belediye bütçesine girmesi gereken vergiler vb. paradan yoksun olması anlamına gelir.  Taksi sahipleri ise arz ve talep konusunda söz sahibi olduklarını düşünmekte ve yeni taksi plakaların oluşması demek taksi plakasının talebi azaltacağını ve fiyatlarının düşmesi olarak algılamadalar… Plakaya karşı talep ne kadar artarsa onların kasasının dolması ve yeni yatırım alanlarının oluşması anlamındadır, belediyenin ve devletin ne kadar zarar ettiğinin önemi yoktur, onlar öncelikle liberal ekonomin gereği önce bireysel bütçe, sonra kamu yararı! Bu çatışmaların olduğu zamanlarda ise taksiler istediklerini müşteri olarak görüyor, istemediklerini yolda bırakıp gidiyor, çünkü onların rekabet edecek başka araç plakaları oluşturulmasına izin verilmiyor...

İstanbulluların yaşamı yukarıda siyasi çatışmanın yüzünden her geçen gün daha da kötüleşmektedir… hastası ile yolda taksi bekleyenler, acil bir yere ulaşmak isteyenler korsan taksilere yönelmekte, bu da dolaylı bir karaborsanın oluşumunu tetiklerken kara paranın toplum içinde belirleyici olacak şekilde sahte bir yaşam kalitesinin yükselmesine sebep olmaktadır. Arabası olan ve korsan taksi işleten biri emekli maaşının kaç lira olduğunu ne düşünmesi için bir neden yoktur, korsan taksiden daha fazla para kazandığı sürece maaşı bankada hesabında kalabilir!

Tröstleşmiş bir anlayışta arz ve talebi belirleyen paraya hükmeden olur...

Taksi sahipleri çıkarlarına geldiği gibi zam istemeye, yeni taksilerin şehrin karayolunda olmasına izin vermiyorlar, çünkü o gücü hizmet götürmeyeceğim diyen birinden alıyorlar...

Bir şehir düşünün, iki ayrı metro işletmesi var, biri devleti temsilen bakanlığa ait, diğeri belediyenin.

Bir şehir düşünün, karayolunun bir bölümü belediye denetiminde, bir bölümü bakanlığın. İkisi yan yana gelip sorun çözmek yerine sorunu çıkılmaz yapıyorlar, çünkü muhalefet başarılı olamaz, tek başarılı olacak vardır o da iktidar, yani tek bilen ve belirleyenin iktidarı için muhalefet her zaman başarısız olmaya mahkum olmalıdır...

Demokrasi ötekinin haklarına saygı duymak ve azınlık haklarının pozitif ayrımcılık yapılmasıdır... Bizde azınlık hakları yok, herhangi bir sorun olursa mutlaka o sorunu yaratan ve büyüten o azınlık üyesi “güvenilmez” insanlar olarak gösterilir ve peşinen linç kampanyaları başlar ve nefret söylemleri geliştirilir...

Demokrasiden liderlerin en anladığına gelirsek eğer, var olan ülkemizdeki tüm siyasi partilerin liderleri ve eş başkanları aynı pencereden bakar, her şeyi bilenler onlardır, onların tercihleri ve kapalı kapılar arkasında yaptıkları pazarlıklar üyelerine rağmen olur. Tarihi yazanlar her zaman kazananlar olmuştur,  kaybedenlerin tarihi kimsesizler mezarlığıdır…

İsmail Cem Özkan