22 Kasım 2018 Perşembe

Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…


Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…

Geçmişin karanlık yüzünü çağrıştıran bir çok şey günümüzde daha fazla gözüme batıyor. İkinci ve birinci dünya savaşının koşullarına benzer göçmen hareketliliği yaşanmaktadır ama insanlık bu iki büyük savaştan gerekli dersi almıştır diye umut ediyorum ama her umudun boşa düştüğü bir kırılma döneminden de geçtiğimizi göz ardı etmiyorum.

Popülist söylemlerin iktidara taşındığı, bir birinden daha tehlikeli liderlerin egosu altında belirsiz bir gelecek önümüzde durmaktadır. Belirsizdir, çünkü krizden krize doğru geçiş yapan kapitalist sistem, ulus devletinin üzerine yeni bir şey koyamadığı gibi, geçmişin ulus devletli reflekslerine benzeyen ama ulus kavramını da aşan yeni bir faşist liderlerin ve onları destekleyen geniş bir halk tercihi ile karşı karşıyayız. Bugün ki liderler ülkelerinde emperyalizm politikalarını sosyal devletin yerine ikame etmektedir. Savaş ve işgal ile içte yaşadıkları krizi aşacağını düşünen liderler, aynı zamanda özelleştirme adı altında ulus devleti için olmazsa olmaz sermaye biriktirme araçlarının elden çıkarılması ve küresel firmalara peşkeş çekildiği bir zamanın ruhu içindeyiz.

Popülist söylem elbette üçüncü dünya ya da daha kibarcası ile gelişmekte olan ülkeler için geçerli değildir. Emperyalist geçmişi olan geçmişlerinde faşizmi yaşamış toplum liderleri içinde geçerlidir. Faşizm ırk söylemi yerine göçmen karşıtı söylem ile kendisini ortaya koymaktadır. Popüler politikalar aslında gerçek anlamda krizlere / sorunlara çözüm önerilerinin olamadığının bir kanıtıdır. Liderler başarılarını daha ağırlıkta tesadüfi ve gelişmekte olan olgular karşısında anlık tepkileri ile çözüm arayışındalar. Uzun vadeli politikalar artık geçmişin soğuk savaş koşularında kalmıştır.

Ülkelerin küçük bir yansımasıdır başka ülkelerde ki konsolosluk işleri.  Suudi Arabistan'ın İstanbul Konsolluğunda işlenen cinayet ülke içinde doğal olanın küresel anlamda doğal olmadığının kanıtıdır. Orada kral istediğini asıyor, istediğini kılıç ile idam ederken dışarıdan gelen tepkilere pek kulak asmamıştır ama başka ülkenin vatandaşı ama aynı zamanda Suudi vatandaşı olunca ortaya karmaşık hukuki sorun ortaya çıkarmaktadır… Çünkü iki farklı hukuk ve bakış açısının karşılaştırmalı olarak bir olguda çatışmasına şahitlik etmekteyiz…

Onlardan bağımsız ama Ortadoğu ülkelerine silah satışı ile sürekli gündeme gelen ve benim de ikinci vatanım olan Almanya'nın dış temsilciliklerinden biri olan İstanbul konsolosluğunda yaşadıklarımı yazmak istiyorum…

Almanya’dan doğduğum ülkeye taşınma kararı verdim ve yeni Alman kimliğimi konsolosluktan alayım dedim ama sözde söylendiği gibi basit değil, sizi bir sıra zorunluluklar bekliyor… Alman vatandaşlığını alalı yaklaşık yirmi yıl olmuş ve bu arada ben bir çok şeyi artık biriktirmek ya da saklamaktan vazgeçmişim ve atmışım… Normal koşular içinde en fazla resmi bir belge on sene saklanıyor… Artık önemsiz olmuş şeyler yirmi yıl sonra baş ağrıtmasını da düşünemem… Neyse konumuza dönelim;

Bugün (22 Kasım 2018) ikinci vatanım olan Almanya konsolosluğuna gittim, birden kendimi zaman tüneline girmiş ve 1942 yılını yaşayanların ruh halinde hissettim. Elbette ben bir Yahudi duygusu hakimiyeti içindeydim... Düşünün ‘gestapo subayları’ kapıdan size bakıyor... Yahudi diyecek biri ve bizi hemen sarmalayıp sabun üretim merkezine götürüp suyumuzdan sabun, derimizden abajur yapacaklar... Almanya İstanbul konsolosluğunda çalışanlar kapıdakiler Türk, özel güvenlik elemanı, diğerleri Alman! Almanlar cam arkasında mikrofon ile iletişim kuruluyor... Aranda koskoca bir cam, camdan cama sohbetler Amerikan filmlerinde mahkumların birbiri ile konuşması gibi... Demokrasi, özgürlük sözlerini ağızlarından eksik etmeyenler, geçmişlerinde faşizm olan bir halkın devletinin konsolosluklarında geçmişi çağrıştıracak hiç bir şeyin olmaması gereklidir, oraya giden, ki sadece Alman vatandaşı gidebilir, vize almak isteyenlerin yeri özel firmalardır, Alman konsolosluğu muhatap bile değil, kendi vatandaşına SS subayı gibi yaklaşımın doğu olmadığını düşünüyorum... Ben bir Yahudi gibi hissettim orada ve Yahudi soykırımına uğrayan tüm Yahudilerin neler hissettiklerini yeniden anladığımı itiraf etmek isterim... Tüm konsolosluklar büyük olasılıkla böyle olmuştur, çünkü Almanlar standartlarına çok önem verirler...

İnsanın olmadığı yerde devlet var olmuş ne anlamı var?

Protokol: önceden internetten randevu almak... 

İnternette belirtilen evrakları toplamak... Almanya’da yaşayanlardan istenmeyen belgeleri istemek... Türk doğumluların Türkiye’deki nüfus kağıdı, doğum belgesi gibi... 

İnternetten aldığın randevu kağıdını istemek... Onsuz gelirseniz konsolosluğa sokulmayabilirsiniz... 

Yanınızda bozuk para, istenilen parayı kuruş kuruşuna bozuk almak için, para bozmuyorlar...

Cam arkasında mahkum ziyareti gibi, insandan uzak, resmi konuşma ve resmi formlar... 

Randevuda belirtilen işlemlerin yapılabildiği başka soruların alınmadığı bir konuşma düzeni...

Her geliş için, her randevuda aynı belgelerin istenmesi, kendi arşivine bakmak yerine belge toplanmasını istiyorlar... Günümüzde artık her türlü bilgiye her yerden ulaşılmasına rağmen hayır biz ulaşmayız siz getirin biz kontrol edeceğiz demeleri...
Fotokopi biz çekemeyiz, gidin dışarıdan çektirin! (Neden çekemezler, toner ücreti mi pahalı, çalışanın ayağa kalması mı paralı?)

Dışarıdan içeriye girerken cep telefonunuza ve yanınızda varsa eğer çantanıza el koyuyorlar, onlar bir dolapta... Telefonun kapalı olmasını istiyorlar, cemakanın arkasında olan görevliye kapalı vermek zorundayız… Çantanızı bir köpek koklayarak arıyor... Çantada hadi uyuşturucu olsa ne yapacaklar, yani Almanya’da uyuşturucu kullananlar yokmuş gibi, hangi alman kurumuna girerken uyuşturucu aramasından geçtiniz? Hollanda konsolosluğunda köpek araması var mı?

Konsolosluk içinde cep telefonunuz yok, iletişim hakkınız kapıdan girerken ortadan kalmış demektir… İnsan hakları mı dedi biri, yok canım o sadece kağıt üzerinde ki bir leke…

Bu arada kimlik değiştirme ücreti 59 Euro’dur, yanınızda bozuk para ile gidin... Bozuk paramız yok diyerek sizin paranıza devlet yardımı alabilirler.

Peki, neden bu kadar kontrol?

Sadece kendi vatandaşlarının girdiği bir yerde güven sorunu var. Kendi vatandaşına güvenmiyor ve korkuyor… aklıma başka bir şey gelmiyor… Eskiden bankalar cam arkasından hizmet verirdi, sonra camlar ortadan kalktı, yüksek masaların yerini rahat oturacak masa ve koltuklara bıraktı, işi olan elinde numara ile sırasını beklerken oranın havasından rahatsızlık duymadan orada zamanını sinirlenmeden geçirmektedir. Bankalar sistemin camekanıdır ve kapitalist sistem müşteri odaklı bir tercih yapmışken, devlet hala vatandaş merkezli değil… Vatandaşın ve bireyin hakları daha öne çıkarılması gereken yerlerdir devleti temsil eden yerler, çünkü orada küçük bir Almanya’nın profili olmalıdır. Misafirperver, dostça, insana yakışan ve geçmişini çağrıştırmayan ve geleceğe bakan bir çalışma alanı…

Peki bu çok mu zor?

Terör tehlikesi gibi kavramların ne kadar altı boşaltıldığı ve bugün ki teknoloji ile çok önceden tahmin edildiği bir yerde, güvenli alanda bir hapishane atmosferi ile gardiyan mahkum konuşmasının olmasını anlam veremiyorum…

Almanya insanı geçmişin karanlık yüzünü ortadan kaldırmış, sosyal devletin hala güzelliklerini üzerinde taşıyan ve ülkesine her türlü zenginliği davet eden ve zenginlikler ile kendisini güçlendiren bir ülke olduğunu hayal etmek çok mu ütopik?

Almanya içinde gelişen ırkçı, sağın yansımasını hiçbir zaman ülke dışında görmek istemiyorum…

İsmail Cem Özkan


21 Kasım 2018 Çarşamba

Uzlaşma


Uzlaşma

İki insan bir arada yaşamaya karar verir ve evlenir. Artık onlar eştir. Eşlerin en önemli dönemeci çocuk konusudur. Çocuk dünyaya geldikten sonra artık ebeveyn olarak anılacaklardır. Ebeveynler her ne kadar ortak karar verdik deseler de hayata gelen onların canı ister istemez bazı sorunları su yüzüne çıkmasına sebep olur ya da var olan sorunların bastırılmasına neden olabilir. Çocuklu yaşamın başlangıcı çoğu çiftler için henüz bir birini özümsediği bir süreç değildir. Özümseme ya da uyum zaman isteyen bir süreçtir ve çocuk bu sürecin bir yerinde hayatlarına katılır. Aşk öyle garip bir şeydir ki, kimse hiçbir şeyi önceden hesaplayamaz, bir an sevgili olanlar bir an sonra düşman olabiliyor, onları birbirine bağlayan varsa ortak çocuklarıdır.

Boşanmaya doğru giden adım içinde en çok duyulan söz “özgürlük”tür. “Kendi özgürlüğümü kazanabilmek için seni özgür bıraktım! Kısaca senden ayrıldım!”, üstelik herhangi bir neden öne sürmeden. Çocuk olacağını haber aldıklarında sevinçlerini yaşamaya henüz fırsat bulmadan iş dünyasının ve projelerin arasında yok olan Pierre (Gökçer Genç) boşanma için fırsat kollamıştır. Çocuğun bakımından kendisine dahi zaman ayıramayan Anna (Zeliha Bahar Çebi)kararını vermiştir. Ayrılık. Bu kararının sonucunu evliliklerinin bir buçuk sene geçtikten sonra mahkemeden almıştır. Boşanmışlardır. Onlar artık eş değildir. Ebeveyn! Anna eşinin ilgisizliğinden dolayı hayal kırıklığı yanında öfke doludur. Mahkemeden boşanma kararı almış olmalarına rağmen, çocukları için ortak bir karar alamamışlardır, çünkü babanın çocuğu görme hakkı vardır ama Anna için bu görme hakkının zamanı problem yaratmaktadır. Anna  ebeveyn olarak eski eşi ve kendisini yüzüstü bırakan kocası ile sorunlarını çözememiştir. Mahkeme bunun üzerine ülkemizde de uygulanan arabuluculuk sistemi içinde iki uzmandan yardım almaları konusunda tavsiyede bulunmuştur. Elbette burada zorlayıcılık yoktur, arabulucu olanlar işi olur tarafını ortaya koymak ile yükümlü, taraflar arasında diyalog başlamasına aracı olmak ile sorumludurlar. Sorunun çözüm yeri uzlaşama masası değildir, nihai kararı mahkemede hakim verecektir ama buradan alınacak her hangi bir tavsiye kararı hakim üzerinde etkili olacaktır.

Uzun bir giriş cümlesi kurdum, çünkü olayın anlaşılması için önemlidir. Şehir içinde yaşayan modern yaşamın en küçük birimi olan ailenin de parçalanmış halini ve çocukları üzerinden sorunlarına yaklaşımını anlatan bir oyun izleme şansını yakaladım. Toplumun en küçük bölümünü temsil eden ailenin boşanmış fertlerinin ebeveyn rolleri oturmuş trajik komik bana göre ise kara mizah unsurlarının bol bol serpiştirildiği Anna ve Pierre’in uzlaşama arayışlarına şehir tiyatroları sahnesinde izledim.

Oyunu izlerken oyunun akışı ve konuyu işleyişi açısından beni rahatsız eden her hangi bir şey hissetmedim, çünkü oyunun konusu, işleyişi ve akıcı hale getiren sorun içinde sorun ve sorunların çözüm yollarının bir yerde kesişmesi. Sosyal hizmet uzmanı İsabelle (Işıl Zeynep) ve stajı yeni bitirmiş ve işin henüz ilk deneyimini yaşamakta olan kızı Jeanne (Yeliz Şatıroğlu) arasında ki sorunun gün yüzüne çıkması ve birbiri ile yüzleşmesine de şahitlik etmekteyiz. Görüşme sırasında oluşan duygusal yakınlaşmalar ve yanlış kurulan empatilerin yanlış anlaşılması da oyunun komik ama aynı zamanda trajik yönünü vurgulamaktadır. Kuşaklar arasında bakış açısı, aile olarak kabul edilen ilişkilerin çözümlemesini de hissetmekteyiz.

Yaşadığımız çağ yalnız bireylerin geçmiş ile olan yüzleşmemesinin yaratmış olduğu sorun yumağı içinde boğuşması gibidir. Sorunlar baştan öngörülmemiştir ama öngörülmeyen yaşamın sorunları içinde çatışma halinde hesaplaşılmamış bir geçmiş bir gün zorunlu karşılaşmaları da ortaya çıkarmaktadır. Ebeveynlerde çocuk ve onun ile ilgilenme süresi olarak karşımıza çıkmaktadır, nafaka gibi maddi sorunlardan daha önemli olan duygusal boyutudur. Çocuk babasız ve ama annesinin aşırı ilgisi altında kişilik mücadelesi yapmaktadır.

İsabelle ve Jeanne arasında ki diyalogda ise babasız büyüyen bir genç kızın geçmişi ile annesi ile profesyonel ilişki dışında karşılaşmasıdır. İlk defa babasının fotoğrafını görecektir, aslında yakışıklı olmayan ama gülmeyi ve yaşamı seven bir babanın varlığı ile karşılaşır.  Aralarında ki çatışmada babasız büyümenin sonucunda oluşmuş olan bir tepkisel davranışlarını açıklar. Anna ve Pierre arasında ki gel-gitler ve uzlaşma adına atılan üçüncü buluşmada ki kırılmanın modern yaşam ve ailenin de sorgulamasını görebiliriz. Birbirine güvenmeyen ama kaybedeceğini hissettiğinde elinde tutma hesabı adına atılan düşünülmeden atılan adımlar ve sözler yeni hayal kırıklıklarının ve parçalanmış ailenin varlık sebebi de gözler önüne serilmektedir.

Oyuncular açısından oyunu değerlendirmek gerekirse, her biri kendisine verilmiş rolü içselleştirmişler ve duygusal geçişleri ve tepkileri hem vücut dili ile hem de mimikleri ile yerinde, abartmadan oyunun içinde seyirciyi kucaklamaktadır… Arka fonda kullanılan ses kirliliği şehir yaşamın homurdanması olarak algıladım ve duygu yoğunluğuna uygun olarak ses yükselmekte ve inmektedir. Oyuncuların vurgusuna pozitif katkısı göz ardı edilemez. Işık genel de orta masayı aydınlatırken bazı anlarda oyuncuların üzerine daha da yoğunlaşırken salonu karartmaktadır, bu ışık süzmesi elbette oyunun amacına uygun ve anlatılmak istenenin seyirciye ulaştıran uyarıcı olarak kullanılmaktadır, ben başarılı buldum… Sahne düzenlemesi de çok başarılı, üç tahtanın arkasında oyuncuların kulisidir. Orada dinlenmekte ve orada üstlerini değiştirmekteler. Kırımızı ışık ile aydınlatılması bir anlamda burası sahne değil, burası kulis ama sahnede olan bir kulistir demekte. Oyuncuların orada dinlenmesi ve rolün gereği sahneye çıkacağı anı beklemesi seyirciye arkadan fısıldamaktadır. Çok iyi düşünülmüş olduğunu düşündüm. Üç tahta üç ayrı bölüm, üç hesaplaşma...

Seyirci için düşünülmüş her anın hesaplandığı ve nerede sesin yukarıya çıktığı, nerede duygusal bakışın hakim olacağı ve de nerede aklın hakimiyetini ve aklın mantık diziminin sorgulanması iyi hesaplanmış bir oyun olarak gördüm.

Elbette ülkemiz sorunların hakim olduğu bir süreçten geçiyor, bu oyun sahnenin dolması için sahneye taşımış olarak düşünebilirsiniz, çünkü yaşananlara dokunmayan ve içinde bulunduğumuz sorundan çıkıp başka bireysel sorunların içinde kaybolacağımız bir oyun. Bir an içinde yaşadığımız coğrafyadan çıkıp Fransız sorunlu modern aile yaşamına bakmaktayız. Her toplumsal olayın bir sonucu vardır, tiyatrolarda ülkede ki baskı oranına göre toplumsal olaylara özgürce dil uzatabildiği gibi, baskın artması ile daha sanatsal ve daha dolaylı söylemleri seçerek yine topluma ve seyircisine belirli mesajları fısıldar. Özgürlük ile orantılıdır sahnede sesin tonu ve seçilen kelimeler. Yönetmenlerin, oyuncuların daha özgür olduğu ve korkmadan her cümleyi kurabilecekleri özgür sahnelerin özlemini duymaktayım… Ödenekli tiyatroların, parasını devletin kültür bakanlığından alanların elbette parayı verenin arzularına göre cümlelerini kısaltmakta ya da yuvarlama hakları vardır, çünkü tiyatro öyle bir şeydir ki, seyircisini bulamadığın an yapılmış tüm yatırımların zarar hanesine yazılmasıdır, oyuncunun aç kalması ya da emeklilik hakkının olmamasıdır… Oyuncu sonuçta işini para için yapmaktadır, yönetmenlerde oyuncuların beklentisine karşılık verecek oyunlar bulmak ile yükümlüdür, parasını alamayan idealist oyunculuk yoktur. Günümüzde tüm oyuncular profesyonellerdir ve onlardan bekleneni vermek ile yükümlüdürler… tiyatrolar kafalarda oluşturulan algılar ile örtüşmeyebilir, çünkü liberal ekonominin hakim olduğu düzlemde her tiyatro kendisini popüler söylem ve oyuncular ile ayakta tutma telaşı içindedir. Özel tiyatrolar seyircisini kendisi belirlemektedir ama ödenekli ve devlet tiyatrolarında seyirciyi belirleyen siyasi erktir ve onların öncelikleri sahnelerden hangi cümlelerin ve hangi oyunların konulacağını belirler…

Toplumsal mesaj yerini bireye seslenen mesajların aldığı oyunların bu dönemde sahnede olması tesadüfi değildir. Her geçiş sürecinin kendisine özgü dili vardır, bu dönemde kullanılan dil izlediğimiz oyunda ki dildir, özgürce bireysel çatışmaların birey boyutunda derinlemesine işlenen kara mizah, dram, komedi, trajedi boyutu ile bir çok oyunu bulacağız. Yabancı yazarlardan tercüme dilmiş oyunları genelde daha başarılı buluyorum, çünkü yazarı bizi düşünmeden kendi toplumu için yazmıştır ve bizi yönetenleri rahatsız edecek her hangi bir cümle içinde barındırmaz… Barındırırsa da zaten bize değil, yazıldığı ülkeyi iğneliyordur…


İsmail Cem Özkan


Uzlaşma
Yazan: Chloe Lambert
Çeviren: Zeynep Su Kasapoğlu
Yöneten: Aslı İçözü
Dramaturg: Arzu Işıtman
Sahne-Kostüm Tasarımı: Zuhal Soy
Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Müzik-Ses Tasarımı: Ilgın İçözü
Oyuncular: Gökçer Genç, Işıl Zeynep, Yeliz Şatıroğlu, Z. Bahar Çebi
Yönetmen Yardımcıları: Tarık Köksal, Ercan Demirhan Ceysu Aygen, Derya Yıldırım