5 Kasım 2009 Perşembe

Mercimek reklamını anımsayan var mı?

Mercimek reklamını anımsayan var mı?

Bir TV kanalında, mercimek ile ilgili program yapılmıştı. Program o dönemin beslenme konusunda tek söz sahibi olan bölüm başkanına yaptırılmıştı. Mercimek programı sayesinde kamuoyu, proteinin mercimekte olduğunu duymuş ve o sayede fakir halkımız mercimek proteinin vücuda katkısını, bilimsel bir otorite sayesinde öğrenmişti. O otorite aynı zamanda nasıl yemek yapılacağı ve mercimekten neler yapılacağını da öğretmişti. Halkımızın bu mercimek sevdası sırasında katkısını da unutmamak gereklidir, çünkü o dönemde mercimek döneri bile yapılmıştı!

Mercimek programı sayesinde, işveren Toprak Mahsulleri Ofisi depolarında birikmiş mercimeği bitirmişti, sonuçta yurt dışından alır olmuştuk. Fiyatlar doğal olarak artışta göstermişti, çöpe gidecek olan değerlenmiş ve piyasada ekonomik verimliliğe ulaşmıştı. Bir süre sonra program yayından kandırıldı ve mercimek gündemimizden düştü. O programdan geriye kalan ne oldu? Şimdi kaç kişi mercimek ile yemek yapıyor, tatlı yapmakta?

Grip konusunda panik havası bana nedense o dönemde yapılan üniversite destekli reklamı hatırlattı. Grip aşısı yoktu, devlet elinde olanda değere bindi. Parası olan yurt dışında gitti, olmayan ise aşının ne zaman kendisine geleceğini bekler oldu. Fakat reklamda beklenmeyen bir şey oldu ve ilacın yan etkileri tartışılır oldu. Başbakan bu pazarlama oyununda rolünü oynamayı ret etmişti. İlk defa ülkemizde bir ilacın yan etkileri tartışılır oldu. Halk bu arada kendisine göre çözüm yolları üretmiş ve o çözüm yollarındaki ilaçlar depoların boşalmasına sebep olmuştu!

Virüs, acaba ekonomistlerin beklediği savaş belirtisi olabilir mi? Bu krizden çıkış yolu savaştır açıklaması yapan ekonomistler, adı konulmamış savaşı yaşadığımızı tahmin edebildiler mi? Bu virüs salgını ve sonuçları acaba ekonomiye ne gibi can suyu etkisi gösterdi? Dünya borsalarında iyileşmeye katkısı oldu mu?

Virüs, savaş için üretilmiş, değişikliğe uğratılmış halde, ordu depolarında yerlerini korumaktadır. Elbette savaşa hazırlık için, zaman zaman o depolardan dışarıya çıkarılıp etki alanı ölçülmesi yapılmaktadır. Tatbikat adı verilen bu denemeler, çoğu zaman haber verilmeden düşük yoğunluklu olarak uygulanmaktadır. Amerikan tarihi içinde, bir çok kere uygulandığını, belli süre sonra geçince açıklanan belgeler ile ortaya çıkmıştır. Biyolojik silah olarak kullanılan virüslerde, savaş aletlerinde gelişmeye uygun olarak geliştirilmekte ve daha fazla alanın etkilenmesi için, savaş uzamanlar tarafından projeler yapılmaktadır. Her virüs salgını sonucunda, laboratuar virüslerden bahsedilmesi tesadüfi değildir.

Son günlerde Ukrayna’da adı konmamış virüsün etkilediği salgın hastalıktan bahsedilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü bu konu ile ilgili çalışmaya başlamış ve o virüsün nereden ve nasıl ortaya çıktığını araştırmaktadır. Önleyici yöntemleri geliştirmek için çabalar sarf etmektedir. Henüz bir ülke ile sınırlı olan bu virüs, yaklaşık 70 insanın ölümüne sebep olmuştur. Ukrayna ile gaz geçişi konusunda sorunları olan komşu Rusya’nın bu virüste parmağı olup olmadığı kuşkuları kafamda canlandı. Biyolojik silah, aynı zamanda o ülkenin ekonomisine yapılmış bir saldırıdır. Virüsün etkisinin yayılması ile birlikte o ülke ekonomisinde aksamalar olacaktır, üretim ve tüketimde düşüş yaşanacaktır. Bazı ürünlerin talebi artarken, talebi artan ürünlerin sahiplerine doğru projektör tutmakta yarar vardır. Bir saldırı karşısında kimlerin karlı çıktığı ve kimlerin amacına hizmet ettiğine bakılmalıdır.

Domuz gribine karşı geliştiren aşılar konusunda da, ülkeden ülkeye göre değişen aşılar gündeme gelmiştir. Amerika’dan yapılan yayınlarda aşılar, burunlardan vurulurken, bizde aşılar koldan vurulmaktadır. Doğal olarak aşıların farklılığı ortaya çıkmaktadır. Amerika bu konuda hazırlıklı ve sağlıklı bir alt yapısı olduğu için, ‘uyuşturulmuş canlı virüs’ aşı olarak insanlara vurulurken, bizim gibi ülkelerde klasik aşı yapılmaktadır. Buda gösterilmektedir ki, biyolojik bir saldırı karşısında Amerika daha hazırlıklıdır. Eğer bir ülke hazırlıklıysa, o ülke silah üretiyor anlamına gelmektedir. Ülkeler ürettikleri virüslere karşı panzehirlerini kendi halkı için saklamaktadır.

Bizim gibi ülkeler ise, onların geliştirdiği ve bize uygun olduğu düşünülen aşı ile idare etmemiz gerekmektedir. Savaş uzmanları ise, bizde elde ettikleri verilere uygun olarak yeni virüsleri geliştirmeye başlamışlardır bile.

Ekonomistler, krizden çıkış için savaşı öngörmekteler, acaba savaş çoktan başladı mı?

4 Kasım 2009 Çarşamba

Alınan kararlar ve değişen yaşam…

Alınan kararlar ve değişen yaşam…

Alınan kararlar ile yaşam bizim dışımızda değişmeye devam ediyor. Bizlerin, kısaca bireyler olarak bizlerin almış olduğu bir çok karar, hayat bulamadan yok olup gidiyor ama bizim dışımızda alınan bir çok karar, bizim yaşantımız ve dünyaya bakışımızı değiştirmektedir.

Değişen hayata, çoğu zaman seyirci olarak katılmaktayız ve hatta bu değişimi anlamak için artık emek sarf etmekten de vazgeçtik, çünkü o kadar hızlı bir değişim içindeyiz ki, neyin nasıl değiştiğini fark edemez olduk. Sadece akıntıya kapılmış bir ağaç dalı gibi sağa sola çarpa çarpa yol alıyoruz, belki bir köşede oluşmuş olan birikintiye takılıp orada kalacağız ama zamanın akıntısı bizi durmadan bir yerlerden bir yerlere alıp götürüyor.

Ülkemiz ve ülkemiz dışında alınan kararların sonucunu yaşayarak görmekteyiz, hiç aklımızda olmamasına rağmen, değişen gündemin bir parçası olduğumuzu görüyoruz. Kendi gündemimiz elimizden alınmış durumdadır. Örneğin, çocuklar büyüyünce doktor olacağını söylerler ya, doktor olabilmesi için sağlıklı büyümesi gerekir. Bakmışsınız, çocuğun vücuduna bir virüsün karışması sonucu hayatını kaybetmiştir. Bir çok insan, o çocuğun hayalini bilmeden, haber bültenlerinde domuz gribinden hayatını kaybetmiş biri olarak duyacak ve anında unutacaktır. Çocuğun gündemi artık yoktur! Onun gibi bizimde bir çok hayalimiz yok olmuştur!

Dışarıda gündem farklı akarken, içteki gündem kendisine alan açmaya uğraşıyor! Gündemlerin bu kadar sık değiştiği bir zaman diliminde, hayatımızı yakından etkileyecek kararlar, bizim dışımızda alınmaya devam ediyor.

Hükümet bu kargaşa içinde gündemin bir anına yansıyan kararlar almakta ve alınan kararlar hayata geçene kadar kimsenin haberi olmayacaktır! Hayata geçtikten sonra itiraz etmenin artık önemi ortadan kalmış olacaktır, çünkü her karar, kendisine ait bir kamuoyu oluşturacak ve bu kamuoyu o karardan beslenecektir.

Hükümetin aldığı son karar gazete sayfalarına bir harf olarak düştü, bende bu harfi biraz büyüteç altında alıp bakayım dedim. Çünkü şu anda gündemimiz başka konular ile meşgul olmaktadır. Hükümet, devlet dairelerine özel sektörden yönetici alma kararı almıştır. Sözleşmeli olarak, özel sektöre devletten eleman verileceği gibi, özel sektörden de devlet dairelerine yönetici ya da teknik eleman alınmasını olanak sağlayan bir karar alındı. Bu sayede daha dinamik bir yönetim ve işleyiş kazanılacağına inanılıyor. İşleyişte bazı konuların hızlanmasını sağlayacaktır. Fakat uygulamada sakıncaları hemen ortaya çıkacaktır. Çünkü özel sektörde yönetici olan birinin, devlet kapısının önünde bekleyen firmalar veya kişiler arasında tarafsız olacağını beklemek saflık olur. Bir devlet ihalesinde, yönetici olarak atanan birinin, kendi firması lehine kararları çalıştığı firma içinde konuşması kadar doğal bir şey olamaz! Bazı firmalar daha ayrıcalıklı olacaktır. Devletin tarafsızlığı daha belirgin olarak ortadan kalkacaktır.

Bir devlet işleyişi ve prosedürü içinde dışarıdan bir müdahil olduğunda elbette o işleyiş içinde bazı dengeler bozulacaktır. Bugüne kadar işleyen bürokratik düzende, bir bozulma olacağını söylemek için kahve falına bakmaya gerek yoktur. Şimdi burada ince bir çizgi üzerinde duruyoruz, çünkü bir yandan hantal yapıyı savunur gibi gözükmek var, öte yandan zaten var olan yağmalama politikasına körük ile gitmek var. İkisinin ortasında bir çözüm yolu olmalıdır, çünkü devletin bugünkü yavaşlığı ve hantallığını savunacak değilim. Ama özel sektöründe devleti yağmalamasını da savunamam. Özelleştirme adı altında, devletin bütün işleyen ve kar eden kurumları elinden alınıp özel sektöre peşkeş çekildi. Denetleme ve yönlendirme özel sektörün denetimine geçerse eğer, bu durumda halkın çıkarı tamamı ile yok sayılacaktır.

Yakın bir zaman diliminde yaşayarak göreceğimiz bu karar, bizim dışımızdaki gündemi ve çevreyi nasıl değiştireceğini göreceğiz.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Fakir insanın sesi olur mu?

Fakir insanın sesi olur mu?

Urfa’da bir zengin fakirlere verilmek için birer kilo pirinç dağıtılacakmış. Evinin önü mahşer gibi olmuş.

Bilmem nerenim kaymakamı sosyal hizmetler ya da bilmem ne vakfı adına fakirler 20 TL yardım yapacakmış, kaymakamlığın önü mahşer gibi olmuş…

Mahşer günü evrenin bütün insanları birikirmiş, kaderleri neyse onun ile yüzleşmek için…

Dağıtım olan yerlerde ise o yörenin fakirleri toplaşırmış, mahşer günün provasını yapar gibi. Alacakları ne ise belki bir gün idare edecek, belki bir hafta ama daha uzun soluklu bir yardım olmayacak olan bu damla yardım için bir birini ezmeyi göze alan yüzlerce insan.

Kalabalık olurda güvenlik görevlileri olmaz mı? Elbette onlarda yerlerini alacaklar. Yardımın verileceği saat ve miktar bellidir. Kalabalığın ama ölçüsü yoktur, çünkü gün geçtikçe ülke fakirleşmeye devam ediyor. Fakirleşme demek, ülkede fakir sayısının artması demektir. Kimse bilemez, kaç kişinin o kapı önünde olacağını.

Dağıtım saati yaklaştıkça kalabalık artara ve doğal olarak huzursuzluklarda kendisini gösterir. Homurdanmalar olur, zaman zaman sesler artar ama o dalga belirli bir disiplin içinde bekler. Bekler, çünkü güvenlik görevliler önceden yerini almıştır. Zaten alacakları bir diş dolgusu kadardır ama beklemek gerek!

Sesler yoktur beklerken. Birbiri ile konuşmaz bu fakir kalabalıktaki insanlar. Sabahın erken saatinde gelmişlerdir, sona kalıp hiçbir şey almamaktansa biraz üşümek önemli değildir. Boğazdan geçecek sıcak bir çoradır sonuçta. Kalabalık artar, kalabalığa bakan gözlerde artar. Sırada beklenilir, sabahın ayazının henüz kırılmadığı saatlerdir. Ayaz bir yanda, açlık öteki yandan sesi yok eder. Fakirlerin sesleri yoktur!

Saat gelir, fakirin hımsıda çoktur, hamsıda. Hısımlar birbirine destek olur, kuyruğun ön tarafında bir şişkinlik oluşur. Kuyruğa kaynamalar olur, kaynama olurda güvenlik görevlisinin sopası eksik olur mu? Gözünü kapatır güvenlik görevlisi elinde ne varsa sallar, kime geliyor mu, neresine vuruyormuş hiç önemsemez. Önemli olan sıraya girmeleri ve o şişkinliğin ortadan kaldırılması! Boşuna değildir, verilmiş görev yerine en iyi şekilde getirilmesi gerek! O, onlardan değildir, çünkü onu diğerlerinden ayıran üzerindeki kıyafeti, elindeki copudur! Fark, yaşanarak öğrenilir. Yoksulun sesi yoktur, karşı koyacak ne sesi, ne de gücü vardır. Zaten yaşam onu yeteri kadar ezmiştir. Bir iki sopanın hesabımı olacaktır. Siz hiç duydunuz mu, yoksul bir dayak yediği için şikayette bulunsun! Eğer bir şikayet varsa eğer, o şikayeti o değil, oradan geçen biri yapmıştır!

Yoksul, dağıtımın başladığı anda bir birini ezer, üst üste binilir, tek kişilik kapıdan on kişi geçmeye çalışır. Kapıya sıkışırlar, içeriye giren büyük bir zafer kazanmış gibi mutlu olur. Fakir en ufak şeyden mutlu olandır! Yüzündeki gülümseme ile elini uzatır, eline bırakılana sıkı sıkıya sarılarak dışarıya çıkar. Kuyruktakilere ve kapıdan girmek isteyenlere zafer kazanmış bir ordunun askeri gibi bakar! Yoksul elindekinin büyüklüğü ile değil, emeğinin karşılığını aldığı için sarhoştur. Uzun sürmez, çünkü kuyruktan biraz uzaklaştığında hemen kendi dünyasına döner! Fakirin zaferi kısa sürer!

Siz hiç yoksul oldunuz mu, hiç kuyruğa girdiniz mi? Siz karnınız doyurmayacağını bildiğiniz bir şey için saatlerce kuyrukta oldunuz mu?

Belki olmuşsunuzdur, bir süper marketin açılışında ucuz bir elektronik alet almak için. Orada elinize aldığınız bir küçük alet ile nasıl mutlu olduğunuzu ve eve gittiğinizde, aldığınızın aslında sizin işinize çok yaramadığını gördüğünüzde ne hissediyorsunuz? Fakirlik ve yoksulluk! İkisi de sizden o kadar uzak değildir. Bir düşünün, birisinin verdiği şeye el açmanın nasıl bir duygu olduğunu!

İftar çadırları önünde sıraya giren yoksul insanlar gördüm, fakirler ise o sıraya dahi girmediğini kaç insan bilir? Çünkü çadırlar fakirlerin mahallesinde açılmıyor! Nerede merkez ve her kesin göreceği yer var, orada iftar çadırı görürsünüz, evi olmayan, işi olmayanların yaşadığı yerlerde neden çadırlar kurulmaz? İftar çadırları da sponsor eşliğinde olmaya başladı, o mahallere sponsorlar ne için reklamlarını versin, değil mi?

Fakir insan bu duruma dahi sesini çıkaramaz, çıkarmış olsa da kim duyacak? Hadi çıkardı diyelim, gelir bir güvenlik görevlisi döver gider! Ankara’da zabıtalar çöplerden kağıt toplayanları, çevre kirliliği yapıyor diye dövmedi mi? Kim sahip çıktı onlara?

Fakir insanın hayali kısa sürer!