22 Kasım 2019 Cuma

Aziz Dostum Çehov


Aziz Dostum Çehov

Üç öykü, üç ayrı zaman kesiti… Ne başlangıç vardır kesit içinde ne de son… Anın atmosferi içinde bize bir şeyler sunulur ve o sunulana bakarak bizler öyküyü ya da kesiti devam ettiririz, her birimiz için farklıdır artık kesitten sonra ki süreç…

Her zaman kesitinde oluşmuş olan öykünün atmosferin içinde buluruz. Birbirinden bağımsızdır, bir biri ile ilişkilidir, çünkü yazarın yaşadığı döneme yöneltilmiş projektörün aydınlattığı anın bize yansıması içindeyiz. Zaman bugün değildir, kesit alındığı andır. Sahneye bakan seyirciler olarak birden önümüze çıkar atmosfer ve hemen içine alır bizi.

Buraya gelmişken hemen salonun konumundan bahsetmek gerek… İstiklal Caddesi üzerinde olan Oda Kule adı verilen caddeye yakışmayan bir binanın yanında yer alan kilisenin hemen yanında yer almaktadır. Tiyatro olmadan önce o binadan haberim dahi yoktu, oyunu izlemek için gittiğimde ilk defa içini görme imkanım oldu. Garibaldi ismi verilen bu yeni sahne gizli kalmış ama keşfedilmeyi bekleyen bir yer olarak yıllarca sessizce kendisini korumuş izlenimi verdi. Devlet Tiyatrosu orayı Küçük Sahne’nin kapatılması sonrası anladığım kadarı ile kiralamış. İki sahneden oluşuyor ve Pazar günleri okuma tiyatrosu olarak kullanılan bir de küçük alan olarak tiyatro severlerin hizmetine sunmuş.

Garibaldi, Türkiye’de yaşamış ama o sıralarda henüz devrimci değilmiş. Bir gemide çalıştığı süreç içinde gittiği ülkelerde gelişmelerden etkilenmiş ve ülkesinin Avusturyalılar tarafından işgaline karşı direniş örgütüne girmiş ve hayatı olduğu gibi değişmiş. Bizi ilgilendiren tarafı ise yaşadığı ve bugün içinde tiyatro izlediğim bina.  1828-1831 yılları arasında bu binada yaşamış ve o binada kurulan Societá Operaia İtaliana (İtalyan İşçi Birliği) derneğinin kurucu başkanı olmuş… Pera bölgesinin çok kültürlü yapısının bizim tarihimizde bilinmeyeni bu binanın görünür kılınması ile yeniden benim açımdan gündemime gelmiş oldu. Bizde yazımızı yazarken bu kesitten söz etmeden geçemedim.

Öyle bir tarihi geçmişi olan binanın içinde Çehov’un oyunu için içinde bulunduğumuz ikinci salondan da bahsedeyim. Bir sahne ve bir de salon içinde balkonu görmekteyiz. Düz bir alanda sandalyeler bir biri ile orantılı olarak sıralanmış, her bir seyircinin oyunun oynanacağı alanı görecek şekilde planlandığını gördüm. Küçük bir salon yüksek tavanlı bir alan… oyunun başlamasından onbeş dakika önce seyirciler salona alındı. Yer numarası olmadığı için ilk giren istediği sandalye de yerini aldı. Her devlet kurumunda olduğu gibi burada da protokol için sandalyelerin olduğunu gördük… Devletin olduğu yerde fırsat eşitliği olmaz, ayrıcalık her zaman birileri için vardır anlamına gelmektedir koltukların ya da sandalyelerin arkasına iğnelenen protokol yazısı ile…

Oyunumuza dönersek her bölüm de farklı atmosfer içinde sunulmuş olsa da aslında bir biri ile bağlantılı üç öykü vardır. Hepsinin ortak yönü, zaman, içinde bulunulan koşullarda yalnızlık ve yalnız kalma korkusu, çevrenin görünmeyen baskısı ve gelenekler… alınan kesitlerde ki öykülerde düğümü, çözümü olmayan ama başlangıç ve son arasında alınmış bir andır. Başlangıcı ve sonucu okuyucu/ seyircisi kafasında tamamlanması istenir, başarılır da…

Her anın içinde birbirinden farklı kaoslar her an söz konusu olabilir. Öyle bir noktadan olayın kesitini alırsınız ki, o olayı klasik anlatım ile seyirciyi / okuyucuyu hazırlamak, kahramanların ruh halini ve karakterini tasvir etmeye gerek kalmadan okuyucu / izleyici o alınan can alıcı kesitten her bir ayrıntıyı kafasında yaratır ve o yarattığı döngüden öyküye/ oyuna dahil olur.

"Hayat seni güldürmüyorsa espriyi anlamadın demektir."

“Sistemlerin ve yönetimlerin değiştiği coğrafyalarda insanın aynı kalması beklenemez ancak bu süreç son derece sancılı ilerler. İnsanlar değişir, dönüşür ama kısa vadede eski-yeni kültürel şokunu benliklerinden silemezler. “ diye cümle ile tanımlanır öykünün geçtiği atmosfer.

Evlenme teklifi

İki komşu toprak sahibi ailenin 35 yaşlarına gelmiş ve korkuları ile yaşamaya alışmış, ama bundan da kurtulmak isteyen bir erkeğin diğer çiftlik sahibinin evini ziyaret etmesi ve evlenme dileğini hayata geçirmek istemektedir. Evin kızı ve babası yıllardır kendilerine gelecek bir görücü beklemektedir. Görücü gelmiştir ama öyle olaylar gelişir ki, kaos kaçınılmaz ve çatışma bu krizi iyi yönetememeyi ortaya çıkarır ama nihai amaç evlilik olunca her türlü çatışma üstü bastırılır ve bir süreliğine kapatılır. Üstü kapatılan tarih, gerçekler ve krizin yönetimi… evin kızı evlenmek istemektedir ve ayağına gelen kısmeti kaçırmak istemez, inatçı kişiliği ve her şeyde kendisini haklı gören yapısı karşısında direnen ve ilkeleri olan aynı zamanda korkuları ile yüzleşmemiş bir aday…

Bu bölümde oynayan her üç oyuncu birbirini tamamlayan ve birbirinin oyun gücünü yukarıya taşımaktadır. Dekor oyuncuların hareket alanını kolaylaştırmakta ve salonda oyun için alanı genişletecek şekilde yerleşmiştir. Perdeye yansıyan görüntü, ışık bu bölüm için istenilen atmosferi sunmuştur. Seyirciler oyuna katılmış ve anı yaşamaktadır. Bu bölümde Emre Yıldız, Erdinç Gülener ve Emre Başer bu bölüm için istenilen atmosferi oyunculuk gücü ile yaratmış ve seyirciye başarıyla sunmaktadır.

Tütünün zararları

Bir eş tarafından 33 yıl istemediği bir hayat yaşayan adamı konu eder. Evliliğinden hep kız çocukları olmuş, kız çocukları olması imgesi kadının hakim olduğu vurgusu üzerinedir ve ne tesadüfidir ki her çocuk ayın 13’ünde doğmuştur. 13 rakamı evliliğin kilit imgesidir. Öncelikle sorunun kaynağı ve kadının baskısı altında acı çeken bir erkek gibi algılanması için bir atmosfer yaratılır ama konuşmanın ilerleyen zamanında asıl sorun, “insanın bir türlü içinde yüzmekten kurtulamadığı bunalım deryasıdır, bu deryada cankurtarana ulaşma çabasıdır.”

Emre Başar bu bölümde muhteşem bir performans ortaya çıkarır, salondan gelen zaman zaman kahkaha, zaman zaman sessizlik içinde oluşan atmosferden bağımsızdır, oyunun içinde oyunun trajedisini izleyiciyi mimikleri ve vücut dili ile anlatmaktadır.

Ayı

Eşini kaybetmiş ve üzerinden 7 ay geçmiş olmasına rağmen hala yas içinde olan bir toprak sahibinin eşi her gün olduğu gibi (sanırım) günlük bakımını yaptırmaktadır. Aniden gelişen olaylar zinciri henüz başlamamıştır. Sakin bir gün sahnededir. Aniden kapı çalar ve bir alacaklı salona hışım ile girer ve sakin giden bir gün içinde bir kaosu yaratır. Kriz ortamı vardır ve bu kriz anın yönetimi sorunludur. Bir birine iki kapalı insanın bir biri ile çatışması ve çevresinin bu çatışmadan etkilenmesi… nefret duygusunun aşka dönüşmesi için günler gerekmediğini görüyoruz, anlık bir duygusal geçiş davranışları da etkiliyor…

Yılmaz Gruda’nın çevirisi ile sahnede karşımızdadır Çehov. Tiyatrocu ve tiyatroyu tanıyan bir çevirmenin akıcılığı ve Türkçeye uyarlaması ya da yeniden yaratımı bizi bu oyunun içine hemen karışmamızı, sahneden salona doğru yayılan atmosferin içinde bulunmamızı sağlıyor. Zafer Alagöz bu çeviriyi ele almış ve yeniden yorumlamış günümüz tekniğini kullanarak. Video görseli oyunun geçişleri ve oyunda yaşanacakları yine Çehov dili ile seyirciye ulaştırıyor.

Oyunun seyirci ile kucaklamasında elbette kostümün, dekorun, ışığın, ses bütünlüğünün etkisi tartışmaya gerek bile yoktur. Oyunda emek veren her emekçinin eseridir, bunu Zafer Alagöz çok iyi bir şekilde organize etmiş ve bir bütün olarak oyunu karşımıza sunmuştur. Bize düşen şey, emeği geçen her emekçinin emeğine sağlık…

İsmail Cem Özkan



Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Yılmaz Gruda
Yöneten: Zafer Algöz

Oyuncular: Erdinç Gülener, Eylem Yıldız, Emre Başer, Deniz Denker
Dekor & Kostüm Tasarım: Medina Yavuz Almaç
Işık Tasarım: Birol Gezici
Yönetmen Yardımcısı: Eylem Yıldız
Asistan: Deniz Denker
Sahne Amiri: Cengiz Aydoğan
Kondüvit: Ali Yavşan
Işık Kumanda: Ferhat Daşdemir, Burak Gülçebi
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir, Barış Akbaş, Erdinç Aksoy
Kadın Terzi: Raziye Öztürk
Erkek Terzi: Hasan Basri Aktaş
Perukacı: Ramazan Akbaş 



19 Kasım 2019 Salı

Kayıp kentten manevi vatana


Kayıp kentten manevi vatana

Ermeniler hakkında ne biliyoruz diye sorma gereği bile duymazlar, haklarında oluşmuş önyargılar ile kalıplaşmış resmi tarih söylemleri hakimdir ülkemizde… Ermeniler bu toprakların kadim halklarından olduğu vurgulanır ama tarihleri hakkında tek bilgi ‘Ermeni soykırımı’ ya da ‘tehciri’ adı verilen tartışmalar çevresinde gelişen cümleler ve onların yaratmış olduğu korku, acı, hüzün, dram ve trajedidir.

Ermeniler kendilerini mukaddes kitapta sözü geçen bir olay ile bağdaştırmayı seviyor. “Sular çekildiğinde yeryüzüne ilk ayak basan kadim halktır Ermeniler”. “Yani Ağrı (Ararat) Dağı ve eteklerinde yaşayan ve istilaların, istilacıların geçtiği bir boğaz içinde yaşamak zorunda olan bir halk…” Dışarıdan bakılınca ilk akla gelen cümle budur ama tarihi konusunda o kadar bilgi barındırmaz içinde. Her ulusun doğuşu gibi belirsizlikler mevcuttur başlangıç noktası için ama “Starbon’un da belirttiği gibi (XI, XIV, XV) Ardeşes’in hükümdarlığı döneminde Ermenice tüm ülkenin ortak dili olur.

Ermenilerin iki vatanı vardır, Büyük Ermenistan ve Küçük Ermenistan adı altında. Büyük Ermenistan Fırat’ın doğusunu kapsar, ikincisi ise Sivas, Erzincan ve Malatya şehirleri arasındaki topraklardır.  Büyük Ermenistan daha homojendir Küçük Ermenistan’a göre, çünkü komşuları ile etkileşimi daha azdır.

II. Dikran (İ.Ö. 95-55) Ardeşes hanedanın en ünlü temsilcisi olmuş, “Kralların Kralı” diyerek sikkeler bastırmış. Güçlenince Diyarbakır şehri yakınlarında Dikrangerd (Tigranokerta) adında yeni bir şehir inşaat ettirmiş. Yıllar geçer, savaşlar olur, yeni güçler tarih içinde yerini alır ve doğuda Sasanilerin tarih sahnesine çıkmasıyla (224) doğu Roma imparatorluğu ve Sasaniler arasında kalırlar. Ülke kaçınılmaz olarak ikiye bölünür, doğuda kalan Ermeniler Mesrob Maşdots 405 yılında icat ettiği Ermeni alfabesi etkisi ile etnik-kültürel kimliğini korumayı başarır. 485 yılına kadar Ermeniler her türlü baskıya karşı direniş gösterirler ve direnişlerinin sonucunda 485 yılında Pers Kralı Valaş; Ermenilerin ibadet, inanç ve kültürel özgürlüğünü tanımak zorunda kalır. Valaş, Ermeni ordusu komutanını Vahan Mamigonyan’ı Ermenileri yönetmesi için vali olarak atar. Bu sayede Ermeniler sorunsuz tam kırk yıl süren barış ve refah sürecini yaşarlar. 629 yılında Herakleios Perslere karşı kazandığı zafer sonucunda Khalkedon Konsili Ermeni ve doğu kiliselerine baskı uygular kendilerine katılması yönünde ama bu ters tepecektir. Kendi alfabeleri ve dilleri kilise ile özdeşleşmiş, yaşam biçimleri ve günlük hayatlarını belirleyecek konuma kadar gelmiştir. Ermenilerin direnişi Arap istilası olana kadar devam eder. Bu süreç içinde bir çok ayaklanma olmuş, katliamlar birbirini izlemiştir… Ermeniler bu ayaklanmalar sırasında kendilerine güvenleri artmış Ermenistan’ı hem bir denge unsuru, hem de kendi çıkarları yönünde bir teminat olarak görmüşler. Bu sürecin içinde tam bir yüzyıl sürecek (920-1020) olan bir süreç yaşanır ve bu sürecin en parlak dönemi III. Aşod kurduğu “binbir kiliseli” Ani şaheseridir. 1045 yılında Bizans, Ani’yi ele geçirince Pakardoni Krallığı süreci de biter. Ama aynı zamanda Bizans çöküş sürercindedir. 1071 yılında Malazgirt’te Selçuklular bu süreci hızlandırmıştır.

Tarih en karanlık noktasında başka bir coğrafyada bir umudun var olduğunu yazar tarihçiler. Ermeniler içinde geçeridir. Savaşların yol açmış olduğu kitlesel göçler, sürgünler Kilikya’da “Küçük Krallık” kurulur. Son Ani kralı II. Gagik’in muhtemel akrabası olan Rupen, kendi adını taşıyan Rupenyan Prensliği adında bir devlet kurar. 1375 yılına kadar bir çok olay yaşanır, hatta dönemin büyük liderleri arasında bile sayılır ama zaman içinde iktidarın varisleri ve onlar ile akraba olanların ittifakları çevrede gelişen diğer olayların etkisi ile 1375 yılında başkent Sis, Mısırlı Memlukların eline geçince prenslik sona erer. Ermenistan topraklarında yeni bir bağımsız Ermeni devleti kurulması fikriyatı 1918 yılında hayat bulacaktır.

1800 yılların başlarında “Yeniden Doğuş” (Veradznunt); kültürel üretimin geleneksel yapıların aracılığı ile bir hareket yaratma işlevini üstlenirken “uyanış” (zartonk) terimi ile Ermeni tarih yazımı ve yeni muhatapların yaratıldığı dönemi belirtir. Kolonilerde ve genel olarak Ermenilerin yaşadığı yerlerde dergi basımıyla birlikte modern Ermenice edebiyat, bilimsel araştırma ve tartışmalarda da kullanımı yaygınlaşır. Laik anlayışa uygun olarak Ermeniler kilisenin hakimiyeti arasında bir mesafe koyarlar, bu da Osmanlı sarayı ve batı başkentlerinde Ermenilere daha fazla hareket alanı sağlar. Berlin Kongresi (1878) ile Ermeni meselesi, resmi olarak ilk defa uluslararası diplomasinin gündemine girer. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu içinde Ermeniler üzerinde baskıların da artması anlamına gelmektedir. 

Berlin kongresi sonrası 1885 ve 1890 yılları arasında üç Ermeni partisi kurulur. Armenagan 1885 (Ermeni yanlısı), Hınçakyan 1887 (Çan), Taşnaktsagan 1890 (Devrimci Federasyon). Üç partinin ortak yönü; Ermeni özerkliği ve bağımsızlığıdır. Daha sonra Ramgavar 1908 (Halk) Kafkasyalı genç aydınlar arasında yayılır. Daha sonra komünist parti kurulur. 

İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin örgütlenmesi ve Balkan Savaşlarının bırakmış olduğu travmaya uygun olarak daha önce aldığı önlem kararlarını 24 Nisan 1915 yılında İstanbul’da ki Ermeni aydınları tutuklatarak başlatır ve aydınları sürgüne gönderir. Kısa süre sonra ise İzmir ve İstanbul haricinde yaşayan tüm Ermenileri zorunlu göçe zorlar ve o bildiğimiz ve her sene tekrarlanan Amerika senatosunda konu olan süreç böyle başlar.

28 Mayıs 1918 yılında başkenti Erivan olan bir Ermeni Cumhuriyeti kurulur. 29 Kasım günü Ermeni Komünist partisi iktidara gelince 29 Kasım 1920 yılında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. SSCB’nin dağılması ile 21 Eylül 1991 günü yapılan halk oylaması ile Ermeni Cumhuriyeti kurulur.

Koloni ya da diaspora…

En son kurulan Ermeni krallığı olan Kilikya krallıklarının çöküşünden sonra Ermeniler değişik ülkelere gitmişler. Gittikleri yerlerde birlikte, bir arada yaşadıkları için “koloni” adı verilmiş, ama 1915 sonrasında Anadolu’da Ermeni nüfusunun kazınması ve çöle sürülmesi sonrası yurtdışına gidenlere ise daha önce gidenlerden farklı olarak “diaspora” adı verilmiş.

Koloni olarak gidenler gittikleri topraklarda, katıldıkları toplumlarda en üst göreve geldikleri zaman bile, içinde oldukları devletlerin temel kültür, dil ve siyasi değerlerini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemişlerdir. Ermeniler, Bizans, Rus, Pers, Osmanlı imparatorluklarında önemli mevkilere gelmiş ve devletleri için çalışmışlardır. Bunların dışında Polonya, Transsilvanya, İtalya, Fransa, Hollanda, Hindistan, Kırım gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardır.

Diaspora ise ABD, Fransa’yı merkez olarak görmüş ve o ülkelere doğru hayatta kalanlar sürgün edildikleri çölden başlayarak göç etmişler. Suriye ve Lübnan’da kalan çoğunluğu oluşturan Ermeni nüfusu ise Ermeni dili ve kültürü korunması için diasporanın bel kemiği özelliğini göstermiş.

Kitap tanıtımı yaparken genel kültüre katkısı olsun diye özetleyerek Ermeni tarihi yazmamı biraz abartılı bulmuş olabilirsiniz ama biliyorum ki çoğumuz bu kitabı alıp okumayacak, okuyanlar ise zaten biraz da olsa tarihi konuda bilgisi olanlardır. Ermeni tarihi de keşfedilmeyi bekleyen ve üzerinde konuşulması ve de ders alınması gereken bir çok ayrıntı ile doludur.

Benim kişisel tarihim içinde Ermeni tarihi ve izdüşümlerin etkisini görmek mümkündür, çünkü Anadolu’da bırakılan bir gözyaşının nasıl bir kan gölüne dönüşüldüğünü yakın tarihimizde görmekteyiz. Acıların üzerine mutluluk yüzleşilmeden oturmuyor…

Kayıp kentten, manevi vatana…

Batıda özellikle İtalya’da Ermeni izleri 6. yüzyılda görünmeye başlar, Bizans askeri olarak gelmiş olanlar yanında artık ticaretin nimetlerinden yararlanan, mimar ve inşaat ustaları olarak da bugüne kadar kalan yapılarda ki imzalar ve devlet sistemine yapmış oldukları katkıların tarihi notlarından da öğreniyoruz. Elbette bu sadece İtalya ile sınırlı değildir, Macaristan, Kırım… Daha önce adını andığım bir çok ülkelerde de Ermeni imzasını ve kişilerin tarihte bırakılan notlarından anlaşılıyor… Bu konuda bilgileri eğer okursanız kitabın ilerleyen sayfalarında bol bol bulacaksınız.

12. yüzyılda Bizans aracılığı ile Ermeni batı ilişkisi Haçlı seferleri ile doğrudan ilişki şeklinde olmaya başlıyor. (Daha önce Roma Kilisesi ile ilişkileri Kalkedon Konsili  üzerinden yapılmakta...) Kilikya Krallığı seferlerin yolu üzerindedir ve oradan geçen her güç ile krallığın ilişkisi kaçınılmazdır. Bu yeni ilişki daha önce İtalya içlerinde olan ticaret amacıyla daha önce gitmiş Ermenilerin ülke çapında ki önemli merkezlerine yayılmasına ve onlar ile köklü ilişkiler kurmasına ve de zengin koloniler kurması olanağını yaratmıştır. Bu ilişkinin sonucunda İtalya’da bir çok şehirde Ermeniler tarafından yapılan kiliseler görülmeye başlanır. O kadar ilerler ki işler Venedik’te on Ermeni kilisesinden bahsedilir konuma gelinir. Bu kiliseler ibadet yeri olma özelliği yanında Emeni yolcuların konaklayacağı “misafirhanelere”de sahiptir. İlişkilerin sadece ticari değil, aile birleşimi (Venedikli erkek ya da kadın ile Ermeni erkek ya da kadının evlenmesi) olarak da ilerlediğini kayıtlardan öğreniyoruz. Kısaca Ermeniler bulundukları ülkenin vatandaşı oluyorlar…

Küçük Ermenistan

Venedik, San Lazzaro adası öteki adı ile “küçük Ermenistan” ya da “minyatür Ermenistan” olarak adlandırılıyor.

“Doğudan gelen adacık
Yüzerken
Venedik önünde
Büyülenmişçesine durdu.”

Venedik şehri Ermenilerin kaderi gibidir. En zor günlerinde yanlarında Ermenileri bulur Venedik şehri ve o günleri unutmazlar ve Ermenilere kapılarını, yüreklerini sonsuza dek açarlar. Venedik Cumhuriyeti için Ermeniler; faydalı, layık, saygıdeğer ve sevilen millet olarak tanımlanır. 

1512 yılında ilk Ermenice kitap Hagop adında bir Ermeni tarafından Venedik’te yayınlanır. O tarihten sonra yirmiye yakın Ermeni yayıncı bu şehirde faaliyete bulunur. San Lazzaro adasında Mıkhitaristler bir çok dilde baskı yapabilen matbaa kurarlar. 1918 yılına kadar yayıncılık konusunda Venedik şehrinde ki bu matbaa Ermenilerin merkezi işlevini görür.  

Mıkhitaristler adı nereden gelir?

Vaftiz adı Manuk olan Mıkhitar 1676 yılında Sivas’da doğar. Onun doğumu Ermeni kiliselerin çöküş dönemine denk gelmiştir. 1691 yılında Erzurum’da bulunan batı Hıristiyan dünyasında ünlü olan Cizvit rahip Jacques Villote’den çok etkilenir. Batıya gitme fikri orada filizlenmeye başlamış… 20 yaşında Sivas’ta papaz olarak takdis edildikten sonra akındaki manevi ihtiyaçları karşılayacak manastır kurma projesini hayata geçirir. 1700 yıllarında Konstantiniye’de tuttuğu evde yeni dini birliğin temellerini atar ve yayıncılık yapar. Bu sıralarda Konstantiniye’de Roma Kilisesi taraftarlarına karşı saldırılar başlar ve Mıkhitar gizlice Venedik Cumhuriyeti hakimiyetinde ki Mora yarımadasına sığınır. Orası Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetine geçince kendisi bu kez Venedik’e sığınır. İkinci vatan bu şekilde ortaya çıkar. Bugüne kadar etkileri ve tarihi süreci yazarımız çok ayrıntılı bir şekilde kitabına yansıtmış…

Yazar kitap içinde ulus devlet ve bugün yaşanan modeller ve modellerin içinde yaratmış olduğu sorunları gündemine alır ve tartışır. “Birlikte yaşam” kavramının ne anlaşıldığını batı kültürü ve ulus devleti anlayışı içinde tartışır. Doğu - batı farkını inceler…

Kilise birliği…

Ermeni kimliği ve kültürünü belirleyen dindir. Ermeni halkının değişik mezheplere sahip olduğu ve mezhepler arasında birlik konusunu tartışılır kitabın son bölümlerine doğru.

Ermeni kilise anlayışında etnik kimlik önemli rol oynamıştır. Ermeni ulusal edebi kültürü de kilisenin himayesinde gelişmiş ve boy atmıştır.

Kitabın yazarı bir rahip olunca bu konuda bilgi ve veri zenginliğinden bahsetmeye bile gerek yok, kitabın içinde bol veriler ile bir anlamda bilgi bombardımanına tutuluyorsunuz, okursanız bilmediğiniz bir çok ayrıntıyı öğrenmiş olacaksınız.

“Her seçme, acılı bir eylemdir.”

Son bölümde elbette Türk ve Ermeni ilişkileri ve ulus devleti kavramı içinde batının ve Osmanlı imparatorluğunun “millet” kavramına bakışı tartışmaya açılır ve yazar kendi kişisel düşüncelerini açıkça ortaya koyar.

“Osmanlı’da “millet”e mensup tüm bireylerin yurttaş olarak her bakımdan eşitliğinin kabulüdür.” diye belirttikten sonra ilerleyen sayfalarda; “Ermeni tehcir ve soykırımının, özü itibariyle ve temel ilham kaynağı açısından Osmanlı teokrasisi ve İslam diniyle ilgisi yoktur.” … “... esas sorumlu Osmanlı kökenli ‘millet’ sistemi değil, tam aksine Batı menşeli ulus-devlet anlayışıdır.” … “Türk olsun, Ermeni olsun her iki taraf da, tüm karşıt iddialara rağmen, çok derin bir travmanın tutsağıdır.”

Ermeniler açısından…

Ermeniler açısından “sorunun özü şudur ki, Ermeniler binlerce yıllık anayurtlarını kaybetmiş,… benliğini, kimliğini, kültürünü, dilini, türküsünü, örf ve adetini ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olan ana topraktan bir lahza içinde kopmuş “gayrı avdet” (dönüşsüz olarak) kopmuştur.”

Türkler açısından…

“Türklerde ki travmanın tek kaynağı Ermeni sorunu olmasa gerek.” … “Bu kanımca, Türkiye’ye yönelik bir uluslar arası komplo travmasıdır.” ..”Bu kaygının da simgesel bir adı vardır: Sevr Anlaşması.”

Millet-i sadıka

“Osmanlı’da ‘millet-i sadıka’ olarak bilinen ve devletin güvenini kazanmış, en üst mevkilere kadar ulaşmış Ermeniler, bir yerde batı devletleri ve Ruslar tarafından kışkırtılıp baştan çıkarılarak istismar edilmiş ve Osmanlı’ya başkaldırmışlar, tek ifadeyle ‘nankörlük’ etmişlerdir.”

Çözüm için her zaman bir yol bulunur, yeter ki emek sarf edilsin…

Her iki toplumum travmaları vardır ve çözümün ilk şartı öncelikle bu travmaların aşılmasından geçer. Kitabın bütünlüğü içinde aslında hangi modeller ile bu travmaların ve Ermeni sorunun çözümü konusunda ipuçları bulabilirsiniz. Ben bu tanıtım yazısı içinde o ipuçları öne özellikle çıkarmadım, çünkü kitabı alıp, kitabın bütünlüğü içinde yazarın düşünce yöntemi ve olaylara bakışını kendiniz keşfetmeniz ve tartışmanızı arzuladım.  Öncelikle yazarımız bir papazdır, duruş noktası elbette bakış açısını belirlemektedir. Elinde ki veriler ve birikimleri bize yeni pencereler ya da kapılar aralarken, bize de kendi birikiminden yararlanma imkanı sunuyor…

Biraz da sohbetten notlar…

Yazarımız ile ben bu kitabı okumadan önce uzun uzun sohbet etme imkanı buldum, her ne kadar uzun yıllar birbirimizi yazılarımızdan tanımış olsak da yüz yüze sohbetin ve birbirimizin üzerine bıraktığımız izlerin derinliği yazılardan daha farklı oldu. En azından kitap içinde pek vurgulanmayan ama benim sohbet sırasında sık duyduğum bir kelime vardı, “millet-i sadıka”. Ermeniler içinde bulundukları devlete ve halka karşı hiçbir zaman başkaldırmamış, işlerini yapmışlar ve işleri ile onların arasına katılmışlar. Gerek koloni süreci, gerek diaspora süreci içinde yaşadıkları toplum ile pek sorunlar yaşamamışlar.  Bir anlamda içinde bulundukları devlet için var olmuşlar ve devletin verdiği tüm görevleri yerine getirmişler. 1915 yılında yaşananlar alınan kararlar Balkan savaşının yaratmış olduğu duygusal ortam olmamış olsaydı, bugün bizlerin yaşadığı travma olur muydu? Sorusu ortada durmaktadır… Çünkü, öncelikle sorunu konuşmadan önce bizler sorunu kimlerin yarattığını yani suçlu ararız ve görünen ilk kişi ya da gurupları suçlarız. Bilimsel bakış yerini hemen duygusal bakış alır ki, duygusal olan kararlar da sonuç çözümsüzlüğü dayatır.

Osmanlı mebusu, İttihat ve Terakki Partisi kurucu olan Ermeni siyasetçiler son güne kadar görevlerinin başında olmuştur. Türk petrol’ün kurucusu ve büyük ortağı bir Ermeniydi ve o ortaklığı 1915 yılı sonrasında elde etmiştir. Büyük acılara rağmen ülkede kalan veya ülkeye dönebilen Ermeniler ‘millet-i sadıka’ olarak kendilerine yaşam alanı bulmuş ve yaşamaya devam etmişlerdir. Her ne kadar kendilerine karşı “nefret söylemleri” sürekli devletin en üst kademesinden en alt birime kadar canlı tutulmuş olsa da.  Bugün ülke içinde yaşanan en ufak bir krizde, krizden çıkış yolu olarak azınlıklar ve ötekiler olarak kabul edilenlere karşı bir “nefret söylemi” ve “linç kültürü” geliştirilmektedir, çünkü bizler geçmişimiz ile henüz yüzleşmediğimiz ve hesaplaşamadığımız için nefret söylemleri ve hedefleri yüzyıllardan daha fazla uzun süredir ne yazık ki değişmedi…

Elimde tuttuğum kitap uzun zamana yayılmış, daha önce bir çok yerde yayınlanmış makalelerden oluşmuş ve bir bütün olarak kitapta birbirini izleyen yazılardan oluşuyor. Umarım bu kitap ilginizi çeker ve başka bir açıdan kendi travmamızın kaynağının bir bölümüne bakabilirsiniz…

Bir arada, çok kültürlü, hiçbir inancın, hiçbir düşüncenin yasaklanmadığı, ülkemizde çok az kalan Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Gürcüler, Ruslar…  gibi Süryaniler ve Alevilerin de devlet tarafından tanınmış ibadet merkezlerinde özgürce ibadet yapabildikleri, öteki olarak görülen tüm halkların benliği, kimliği, kültürü, dili, türküsü, örf ve adeti ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olarak bir arada yaşayacağımız özgür, çağdaş, laik bir ülke özlemi içindeyim.

Komşumuzu dini, dili, inancı, örf ve adetlerinden dolayı küçük görmeyeceğimiz, anlayışlı ve hoşgörülü olacağımız, göçmenleri ve de mülteci olarak ülkemize sığınmış olanları bizden biri olarak göreceğimiz günler hep özem olarak mı kalacak?

İsmail Cem Özkan


Kayıp Kentten Manevi Vatana – Ermeni tarihine toplu bir bakış denemesi
Yazar: Boğos Levon Zekiyan
Basım: Aras Yayıncılık, İstanbul, 2018
ISBN: 9786052100165
Dili: Türkçe
Sayfa Sayısı: 255

İstanbul Ermeni Katolik Kilisesi Başepiskoposu (Türkiye’nin Katolik Ermeni cemaatinin ruhani önderi) Profesör Boğos Levon Zekiyan tarafından kaleme alınan Kayıp Kentten Manevi Vatana başlıklı kitap geçtiğimiz yıllarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. Kitabın yazarı Zekiyan, Başepiskoposluk görevi dışında aynı zamanda Venedik Mıkhitarist Tarikatı Yüksek Temsilcisi olarak görev yapmakta ve ünlü bir Ermenelog, filozof ve ilahiyatçı olarak tanınmaktadır.



18 Kasım 2019 Pazartesi

"Borsa mı önemli, yoksa yaşam mı?"


"Borsa mı önemli, yoksa yaşam mı?"

Kanunlarımız, kanunları uygulayanların gözettiği bir şey vardır, sermayenin güvenliği ve ticari hayatın devamlılığı. Bir ülkede fakirlik artınca, yiyecek ve zorunlu giderlerde zamlar pardon fiyat ayarlamaları süreklilik kazandığında halk kendi çözümünü bulmaya başlar. Güvenlik görevlilerin de işleri buna paralel olarak artar.

Bir ülke düşünün demeyeceğim, İtalya’da Fiat araba fabrikasının olduğu bir şehrin varoşlarında (eskiden olsa gecekondularda diye yazardım, şimdi varoşlar kelimesi daha uygun düşüyor) bir işçi evinin sahneye uyarlamasını düşünün. Politik tiyatro için sahne hazırdır, oyuncular bir bekçi düdüğünü beklemektedir sahneden salona çıkacak kapının önünde. Sahne bir perde ile kapalıdır, perde bir düz duvar ve duvar yazıları ile kaplıdır. Perdenin ya da duvarın üzerinde “Ödenmeyecek, ödemiyoruz!” yazmaktadır. Varoşlar duvarları işçi sınıfının ve de fakirlerin gazetesidir.

Politik tiyatro mizah yüklüdür, göndermeler ve sansüre karşı korumasını yani otosansürünü kendi içinde almış ve sansürcülere iş bırakmayacak kadar esnektir. Nereden baktığınıza bağlıdır, ne anlamak istediğiniz. Politik mizah yapmak kolay bir iş değildir, çetrefillidir ve günlük hayata haykırılacak sözler ve cümleler ile doludur. Politik mizah yapmak aslında büyük cesaret ister, ifade özgürlüğü kısıtlandığı ortamlarda mizah doğrudan söyleyemediğinizi dolaylı ama herkesin anlayacağı şekilde söylemektir. Bir birikim işidir, her insanın yapacağı bir şey değildir.

Politik mizahın içinde kara mizahın ağırlıkta yerini alması onu daha ciddi yapar, çünkü mizah diye ortaya sözü söyleyip kaçmak olmaz, arkasında durur, savunur. Politik mizah ezilenlerin duvar yazısıdır öteki söylem ile…

Karanlık bir dönemden geçiyor dünyamız. Her şeyin alt üst olduğu, değerlerin altlarının boşaltıldığı, ideolojilerin yerini paradigmaların aldığı, örgütlülüğün yerini bireysel kurtuluşun çare olarak sunulduğu, yalnızlaştırıldığı, toplu eylemleri çoğunluk tarafından izlenen konuma iteklenildiği bir dünyanın içindeyiz. Politika, meclise girmenin tek amacı emekli maaşı almak konumuna getirildiği bir sürecin içindeyiz.

Pazarlar emekçi insanların süpermarketidir, oradan en ucuz olanı ya da bütçesine olanı alıp gittiği ve de insancıl ilişkilerin devam ettiği yerlerdir. Pazarlarda pazarlıklar söz konusudur, karşılıklı çıkarların gizli odalarda belirlendiği alanlar değildir. İstikrarsız ama fiyat artışında istikrarlı olan ülkelerde borsanın iniş ve çıkışları insanların hayatlarından daha önemlidir, borsa istikrarı için insan yaşamının pek önemi olmaz, yeter ki borsa ihtiyacı olanı alıp istikrara kavuşsun. Borsa istikrarlı ise o ülke yatırım alır, işçi verir dışarıya, fabrikalara!

Pazarlarda umduğunu bulamayanlar süpermarketlerin indirimli günlerini takip ederler, en ucuz olduğu gün alınır alınacak ürün. Ürünün fiyatı takip edilir, kuponlar varsa ki, bazı ülkelerde kuponlar marketlere müşteri çekmek için kullanılan bir araçtır. Kuponlar bizim hayatımıza gazeteler aracılığı ile girmişti, tiraj sorunu yaşayan bulvar gazeteleri aracılığı ile. Haberlerin yok edildiği baldırı çıplak görüntülerin bol bol sergilendiği bulvar gazeteleri kupon karşılığında en ucuz ürünler hediye olarak dağıtılırdı. Her şey fakirlerin iyiliği içindir. Gazeteler, süpermarketler kuponları fakirler evine bir şey götürsün diye patronlar tarafından sunulan iyilik aracıdır!

Borç gırtlağı aşıp, alacak parası olamayanlar olur ya bir gün "Yetti artık! Bu defa fiyatları biz belirleyeceğiz. Mallara ancak geçen ay ki etiket fiyatlarını öderiz. Eğer zor kullanırsanız malları alır, hiç para demeden çıkar gideriz! Anlaşıldı mı? Ya bırakırsınız ya da zorla alırız."  derse… İşte ondan sonrası kaostur sermaye sahipleri için, fakirler için belki de bayram!

Oyunumuz bir işçi evinin yaşam alanında geçer, mutfak, yatak odası ye yaşam alanı. Kısaca emeğini satarak onuru ile geçinmeye çalışan bir işçi ya da modern söylem ile varoş evidir. Oyunun dekorunu hazırlayan Osman Özcan kendi tecrübesini oyuncuların daha rahat hareket etsin diye sahneye yansıtmış… Çok başarılı bir sahne düzeni ve perdenin duvar olarak kullanılması oyunun akıcılığına ve oyuncuların performansının ve oyun akışına yaptığı katkı muhteşem diyebilirim. Ekonomistlerin değimi ile “verimli” kullanılmıştır.

Oyunun yazarını anlatmaya gerek yok, çünkü tiyatro ile uzaktan yakından ilgilenen her seyircinin artık bildiği, kullandığı dili emekten yana kullanan, duruşun saklamadan sergileyen biridir. Her kurgusu hayatın bir anının önümüze sunan ve bizim yüzümüze yaşadıklarımızı ya da yaşanmışlıkları çarpan bir yazar. Elbette yazarın bu keskin dili, yönetmenin kattıklarını da işin içine katarsak ama unutmadan geçmeyelim, çevirmenin bizim kültürümüze aktarırken kattıkları… Bizi ve yazarı iyi tanıyan biri çevirdiği an doyumsuz bir öykü çıkar önümüze, yönetmen bunu ete kemiğe büründürür ve tiyatro salonunda bizi ağırlarken sunar. Füsun Demirel’in çevirisi, Arzu Gamze Kılınç yönetiminde hayat bulurken, oyuna mimikleri, sesleri ve oyunculukları ile hayat veren oyuncuların her biri sahnede yönetmenin istediğini verirken, kendi alın terlerinden düşen damlaları seyirciye sunarlar. Oyun dinamiktir, hareketler akıcıdır ve durma anları sahnede oldukları süre içinde yoktur. Serpil Göral ve Ece Güzel öyle bir performans gösterirler ki, varoşlarda yaşayan iki emekçinin eşi aynı zamanda emekçidirler, üzerlerinde ki yükün ağılığını ve sorumluluğunu ve o sorumluluğun içinde ne kadar pratik zekaya sahip olduklarını yaşatırlar…  Kıvanç Kılınç ve İlker Yiğen ise hem eş hem de işçi olmaları aynı zamanda örgütlü işçinin, proleterin partisine ve sendikasına bağımlılığı ve de sorumluluğun bilincinde, parti disiplini içinde yaşanan gerçeklere karşı duyarsız kalmaları, örgütlü yapısını eleştiren bir konumda olmalarını seyirciye olduğu gibi yansıtmaktadır. Kara mizahın o büyülü tarafı beni içinde alır, beklenilmeyen anda beklenilmeyen tavır aynı zamanda o olayın eleştirisidir. Madem oyunda rol alanların rollerini tahlil ediyoruz, o zaman bir çok karpuzu koltuk altında taşıyan oyuncuya gelelim; Onur Alagöz. Bir biri ile zıt karakterleri, zamanı en iyi kullanmak ile yükümlü olan oyuncudur. Diğer oyunculardan daha fazla sahne ve sahne arkasında zaman geçirmenden kostüm değiştiren konumdadır. Onurlu polis ama zorunluluk gereği işini yapan mali polis, Onbaşı, ki o gözümü kaparım vazifemi yaparım inadından olan bizim için yabancı olmayan “Murtaza”, Mezarcı rolü ile işini bilen olması, büyükbaba rolü ile saklananları ortaya seren ve oyun finalini hazırlayan olması, ki yaşlı hali ile beni çok etkiledi diyebilirim, polis, onbaşı ve mezarcı duruşunun dışındadır. Oyunu başlatan ve bitirendir…

Şimdi öykümüzün neresinde kalmıştık diye sorabilirisiniz, kurgusal bir yazı yazmak yerine daha farklı bir çizgi izlemek istedim bu yazımda, çünkü olayın bütünlüğü, kurgusu bizim yaşantımızdan çok uzakta değildir, İtalya’da yaşananlar bugün bir çok ülkede yaşanmaktadır. Liberalizm ve onun getirmiş olduğu ekonomik ve sosyal çöküntü ve ekmek kapısında sessiz kalan çalışanlar ve parti disiplini dışında kendi düşünceleri / beklentileri ve hayatları olan insanlar…

Proleter bakış açısı yağmaya katkılan kadınlara umut ve yol gösterici olacaktır.

"Sakin olun, sakin olun! Ne bu polis korkusu yahu, altınıza yapacaksınız neredeyse! Tanrı aşkına! Aldığınız malların fiyatlarını belirleme hakkınızı kullanıyorsunuz, doğru olanı yapıyorsunuz! Bu tıpkı bizim grev hakkımız gibi, hatta daha da iyisi, çünkü grevlerin sonunda fatura hep işçiye çıkar, oysa bu eylemde patronda bir fatura ödeyecek! Öyleyse: Ödenmeyecek! Ödemiyoruz! Çünkü bu yıllardır buradan yaptığımız alışverişlerde bizden çaldıklarınızın karşılığıdır!”

Bu sözleri duyan kadınlar hep bir ağızdan; "Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!" diye çığlıklar oyunun ana fikrini ve adını verir…

Kadınlar evlerine gelmiştir ama yağmanın bir de sonucu vardır, çünkü devlet ve devletin kurumları yağmalanan sermaye sahiplerinin yanındadır ve onların çıkarlarını korumak ile yükümlüdür. Varoşlar polis koridoruna alınmış, yağmalanan malların evlerde aranması yapılmaktadır.

Oyun iki bölümden oluşmaktadır. Oyun içinde bol bol kahkaha atarken insanların düşünce ve davranış değişimine tanık olacaksınız… Keyif alacağınız bir oyuna gitme fırsatınız varsa lütfen kaçırmayın derim, çünkü orada akıtan her alın terinin karşılığını ve özel tiyatroların yaşaması ve gelişmesi için vereceğini her ücretin bir karşılığını bol bol alacaksınız, hatta size yeni bir düşünme için kapı aralayacağını söyleyebilirim. Hayata ve yaşadıklarımıza yıllar önce yazılmış bir oyun metinin ne kadar hala güncel ve hala bizlere seslendiğini belki şaşırmadan doğalmış gibi yaşayarak göreceksiniz…

Şimdi o kadar cümle yazdık ama oyunun oynandığı mekan hakkında tek satır yazmadın diyebilirsiniz. Cihangir Atölye Sahnesi (CAS) internet sitesine girip neler yaptıklarına bakabilirisiniz, tiyatroya ait güzel işler yapıyorlar. Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Pak ile birlikte yakında bir sohbet yapalım, tanıtalım diye karar aldık, pek yakında ya da çook yakında sizlere tanıtacağız… Her yazının bir sonu var, her oyunun bir sonu gibi, bizler alkışlarınızı ve takdirlerini duyamayacağız ama oyuncular sahnede benim ve benim gibi oyunu beğenenlerin alkışını duydu, sizler de gidin ve alkışlayın…

İsmail Cem Özkan


Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!
Yazan: Dario Fo
Çeviren: Füsun Demirel
Yöneten: Arzu Gamze Kılınç
Dekor tasarım: Osman Özcan
Işık tasarım: Onur Alagöz
Grafiti tasarım: Berkem Seçgin
Oyuncular: Ece Güzel, Serpil Göral, Kıvanç Kılınç, İlker Yiğen, Onur Alagöz