3 Mart 2018 Cumartesi

Falkland adaları neden işgal edilmişti?

Falkland adaları neden işgal edilmişti?

Arjantin’in cuntacı General Leopolda Galtieri Falkland adasına bir gün çıkarma yaptı, durduk yere neden bir çıkarma yaptığını o gün yaşayanlar belki anımsar, çünkü sürprizdi. Anlam verilememişti, dünyanın öteki ucunda bir küçük ada ve ekonomik olarak hiçbir girdisi olmayan yer. Ortaçağ’da gemilerin geçiş yolunda olduğu için belki stratejik konumu vardı ama 19 Mart 1982 tarihi için ada gerçekten hala aynı özelliğini mi koruyordu?

Cuntacı General Leopolda Galtieri Arjantin'in o güne kadar mutlak hakimi bir darbeciydi. Cuntacı general mutlak hakimiyetini ülkesinde emri altına aldığı halkına yeniden göstermek zorundaydı, çünkü üstesinden gelemediği sorunlar içinde boğuşuyordu. Gündem değiştirmesi gerekliydi. Hem gündem değişecek hem de başarısından dolayı ona payeler kazandıracak bir strateji izlemesi gerekliydi. O hakimiyetini başarı madalyaları ile süsleme peşindeydi.  Kolay bir yolu seçecekti, savaş!

Savaş kararı almak kolaydır ama nereyi hedef olarak seçmesi gerekliydi? Bu konuda tarih onun eline koz veriyordu. Ülkesine yakın bir ada! Büyük Britanya eski sömürgeci gücü yoktu, bir kayalığın ülkesinden kopması İngilizler için o kadar sorun olmazdı. İngiltere’de değişim vardı ve değişim liberal ekonominin ve liberal politikaların acımasız olarak uygulanması söz konusuydu. Ulus devleti tartışmaya açılmış ve alınan kararlar ile özelleştirme adına bütün ulus devletin birikimleri ve işçi sınıfının o güne kadar kazandığı hakları yok ediliyordu. Burjuvazi hayal edemediği kadar özgürdü, sermaye sahiplerinin en çok istedikleri bir şey gerçekleşiyordu, küreselleşme! Sermayenin önünde olan ulus devletten kaynaklanan engeller tek tek ortadan kalkıyordu.

Margaret Thatcher değişimin sonuçları ile karşılaşıyor ve yaptığı politikanın seçmen üzerinde ki olumsuz yargısını da görüyordu. Onun da gündemi değiştirecek bir olaya ihtiyacı vardı. Tam bu sırada gelen Falkland adasının işgali olayı ona can simidi özelliğini kazandırmıştı. Hemen Falkland Adaları’nı bir milli mesele haline getirerek ülkede yaşanan enflasyon’un toplum üzerinde ki etkisi ve seçmenin kendisine olan desteği yeniden artırmak için fırsat onun avucunun içine düşmüştü. Savaş teknolojisi olarak çok üstündü. İstediğini rahatlıkla elde edebilecekti. Savaş kim kazanırsa koltuğunda sağlam şekilde oturacak, kaybeden gidecekti.

Savaşın sonucu belliydi, iç siyasetin kaosunu ve girdabını çözmek için bir zafere ihtiyaç vardı.

Dünya siyasetini izleyenler bilir, sistemin çarklarına uyum sağlamamış ve kişisel kaprisleri ve göz doymazlığı yüzünden haddinden fazla yetki sahibi olmuş bir siyasetçiyi (lideri) ülke içinde gelişen ve var olan iç dinamikler o siyasetçiyi koltuğundan almaya güçleri yetmiyorsa ve başaramamışlarsa iç dinamiklerin yerini dış dinamikler kısa sürede alır. Zaten iç dinamiklerin önemli bir muhalif gücünü dünya sisteminde söz sahibi olanlar desteklemektedirler. Onların verdiği destekler ile siyasi hayat içinde daha rahat hareket ederler, çünkü muhalefetin iktidara gelmesi durumunda diyetini ödeyeceklerini bilirler. O yüzden buna benzer ülkelerde rüşvet davaları küçük çaplı açılır ama siyasi arenada kritik noktalara geldiğinde durur ya da yok sayılır.

Dış müdahale kaçınılmaz olduğunda mutlaka bir yol bulunur ve edilir. Ama dünya siyaseti içinde dış müdahale içinde ortam hazırlanır…

Lider öyle pohpohlanır ki, “sen aslansın, sen Sezar'sın, sen dünya liderisin, senin ayağına dünya liderleri geliyor”… (elbette bir lidere bu kadar sokak dili ile konuşulmuyordur ama içerik aşağı yukarı böyle gibidir) gibi gururu okşayacak sözler ile önce liderlerin gözleri boyanır, sonra onun hizmet aşkı için borçlanması sağlanır, onu iktidara taşıyanlar aslında çoktan aldıkları diyetin daha fazlasını isterler… Ortada ulus kavramı olmaz, çıkarlar olur. Çıkarlar, o liderin koltuğuna getirenlerin çıkarları ile paralel olduğu sürece sorun yoktur, her türlü aymazlığı, baskıcılığı, insan haklarına karşı duyarsızlığı söz konusu bile edilmez. Ama artık halk deyimi ile “suyu ısınmış” bir liderin yaptıkları her yerde göze batar. Sorgulanır.

Dış siyasette ve müdahale yapacak ülkelerin iç kamuoyunda o liderin algısı değiştirilir. Dünya kadar toz kondurulmayan ya da yok sayılan bir lider kamuoyuna “şeytan” olarak sunulur ve onun her yaptığının kendi ülkelerinde oluşan zararların nedenleri olarak sunulur…

Çarklar iktidara taşınan sürecin farklı boyutu ile işletilir.

Dünyanın hakimi bir liderin kahramanlığa ihtiyacı vardır ve “büyük” ulusal rüyalar yeniden gündeme getirilir. Dışarıdan çaktırmadan başlayan kredi iptalleri, ülkenin ihraç mallarında ki “kimyasal maddeler” yüzünden ihraç edilen ürünlerin geri iadesi, ticaret yapan şirketlere verilen imtiyazların geri alınması ve uluslararası ihalelerde ihale almakta gittikçe düşen ivmeler… Kısaca öncelikle hedef ülkenin ekonomisi küçültülür.

Ülke içinde başlayan ekonomik sorunlar girdaplar oluşturmaya ve krizler oluşmasına sebep olunur. Kaos başladı mı, krizi yönetemeyenler gündem değişikleri ile iktidar ömrünü uzatmaya çalışırlar…

Gündem değişikliği kısa süreli başarı getirir.

Bundan nemalanan iktidar ve lider sürekli gündem değiştirme yöntemleri bulur ve gerçekler “yeniden” yaratılır. Soyut kavramlar içinde somut başarılar aramak boşunadır ama artık dönüşü de yoktur…

Arjantin cuntasının başına işte böyle şeyler gelmiştir. Onun zafer kazanmaktan başka çaresi yoktu. Ya zafer kazanacaktı ya da kaybedecek ve koltuğunu kaybettiği gibi sorgulanacaktı.

Dış güçler (siz onu emperyalist güç, dünya siyasetine hakim şirketlerin siyaset üzerinde ki etkisi diye okuyun) ortam hazırlamıştı. Cunta liderinin başka çıkış yolu yoktu, sefere çıkacaktı. Arjantin gibi büyük bir ülkenin stratejik önemi vardı, en azından nüfusu hazır tüketiciydi! Kapitalist ülkelerde yaşayan halkın daha refah yaşaması için alın terlerini artı değer olarak hediye ediyordu cunta ve onun hükümeti. Sermaye çıkıyordu, Arjantin işçi sınıfının cebinden çalınan yöntemler ile. Cunta zaten o amaç ile darbe yapmıştı. Üçüncü dünya ülkelerinde tüm cuntalar birilerine hizmet için devlete el koyar ve onun çıkarları yönünde karar alır…

Liberal ekonominin uygulanmasının güç olacağı her ülkede domino taşı gibi arka arkaya askeri darbeler olması tesadüfi değildir…

Ortam Falkland adası işgali için hazırdı ama bir taş ile iki kuş vurmak isteyen güçler “Demir Lady”inin arkasında ki onu destekleyen güçlerdi.

Bir taş ile iki kuş!

Arjantin istenilen konuma getirilmesi için ortam hazırdı, değişim kaçınılmazdı. Dünya liberal ekonominin ve küreselleşmenin önünde ki engellerin ortadan kaldırılması için her şey uygundu. Liberalizm solu ortadan kaldıracaktı, en azından işçi sınıfını zayıflatacak ve batı dünyasında bir tehlike ortadan kaldıracaktı. Liberalizm mutlak zafere ulaşması gerekliydi…

Reagen ve Thatcher seçilmiş ve uyumlu iki başkandı. Dünyanın kaderi bu iki liderin başarısında yatıyordu. Sermaye koşulsuz olarak “küreselleşme” adına onların arkasındaydı. Sermayenin önünde engel olan ulus devlet onun bürokrasinin ortadan kaldırılması şarttı. Sovyetlere karşı girişilecek olan savaşın son perdesi bu başarıya ihtiyaç duyuyordu. Sermaye dünyada mutlak hakimiyetine gidecek yolunu açmalıydı.

Arjantin’ dış dinamikler müdahalesi gerçekleşmişti. Thatcher koltuğunu sağlamlaştırmış ve seçimin mutlak kazananı olduğunu ilerleyen günlerde görecekti…

Dünya değişimini başlatmıştı ama yarım bırakılmaması gerek bir süreçti.

Ulus devleti yıkılıyordu.

Savaş iktidarları değiştirir ya da zafer ile çıkanı koltuğunda sağlam kalmasını sağlar düşüncesi bu savaş sonunda bir kere daha kulaklara fısıldanmıştı.

Altı hafta kadar sürdü savaş...

Altı hafta bir savaş için belki çok uzun belki de çok kısaydı ama değişimin önemli bir noktasıydı…

Dünyada ulus devletlerin kaderi değişiyordu.

Ulus devlet sorunlara yanıt veremiyor, sermaye işçi sınıfının kazanımları karşısında rekabet koşulları ortadan kalkıyor diyerek isyan ediyordu.  Sermaye istediğini almıştı ve demir perdenin arkasında elini daha da güçlendirecek müttefik arayışlarına girişecekti…

Dayanışma hareketi “Solidarność”, 1980 yılında Polonya‘nın Gdansk şehrindeki tersanelerinde birkaç muhalif işçinin öncülüğünde çoktan liberalizmin demir perde arkasındaki görevine başlamıştı bile. Değişim Varşova’da başlıyordu, demir perdenin silahlı gücünün kalbinde. Ulus devlet ve sosyal devletin sonu hazırlanıyordu. Bu değişimin nasıl sonuçlanacağını kimse bilmiyordu o gün ve bugün de bilen yoktur, çünkü henüz ulus devletin yerini alacak yeni bir mekanizme küresel çapta oluşmamıştır, hukuksal alt yapısı hala yok…

Arjantin’in cuntacı General Leopolda Galtieri’n başına gelen daha önce bir çok liderin başına gelmişti. Bilinen yöntem uygulanmış ve tekrar başarı elde edilmişti. Ne ilkti ne de son oldu…

Cuntacı’lar bu savaştan dolayı mahkemeye çıkarıldılar.Bu kişiler 1986 yılında Silahlı Kuvvetler Yüksek Mahkemesi’nce kusurlu görülerek 12 yıl hapse mahkum edildiler.

Margaret Thatcher’ın liderliğinde ki Muhafazakar Parti 1983 seçimlerini kazanarak 7 yıl daha iktidarını sürdürdü.

İsmail Cem Özkan


1 Mart 2018 Perşembe

Daha yeni başlıyor…

Daha yeni başlıyor…

Faruk Eczacıbaşı’nın yazdığı kitabın tanıtım yazısını görünce mutlaka okumalıyım dedim, çünkü onun bilgi birikimi dünya görüşüme katkı yapacağını düşünmüştüm ve kitabı okuduktan sonra çok isabetli seçim yapmışım diye düşündüm.

Bilgi elde olunca bir anlam ifade eder, kitapların bir köşesinde ya da haberlerin satır arasında olduğunda gören göz, duyan kulak habersiz kaldığında bir anlamı yoktur. Bilgi işlevi olduğunda anlam ifade eder, ansiklopedi bilgiler olarak sayfaların arasında yerini alır ki bir dönemin ansiklopedileri evlerimizin vazgeçilmezi olmuştu. Orada bilgi durağan ve madde maddeydi, fakat zaman hareketliydi ve birçok bilgi yeni buluşlar ile anlamını kaybetmişti. Çağdaş, dinamik bilgi platformu wikipedia ise ülkemizin yasalları arasında yerini koruyor. Bu yasaktan ancak kendi sınırımızın içinde ki birçok insanın bilgiye ulaşımını engellemekten başka şey ifade etmiyor. 

“Sanal göçmen kuşağı” üyesi olan yazarın gözünden bugüne ve geleceğe bakışını kitap sayfaları içinde bilginin süzülüp geldiğine şahitlik ediyoruz. Üzerine çok iyi çalışılmış, yüzlerce kaynak ve internet alanında çalışma yapan belli başlı bu konuda hakim olanların yazılarına atıflar yapılarak hazırlanmış…

Bir kitap okunduğu anda eskir mi, eskiden olsa asla derdim ama şimdi teknoloji üzerine yazılanları okurken eskidiğini hissediyorum... Çünkü teknoloji alanında o kadar hızlı gelişim/değişim yaşanıyor ki, henüz bir program/ yeni geliştirilmiş teknoloji hakkında okumaya fırsat bile bulamadan o teknoloji ortadan kalmış yerini başkası çoktan almış bile...

Bugün kendi alanımdan söz edersem eğer, sinema tv okumaktan kaynaklı grafik programları ile ili dışlı olmuştum. Okuduğum dönemde grafik programları geliştiren bir çok firma vardı, çalıştığım alan içinde her birini öğrenmek zorunluydu, çünkü film alanında dijital platformda tek program ile bir işi sonlandırmak imkansızdı. (Analog zamanı daha zordu, çünkü film kalitesi sürekli montaj sırasında düşerdi ama keyifliydi, kes, yapıştır…) Bütün programlar ve onları oluşturan mantığı çözdükten sonra ancak bir film montajına girilir ve o programların olanakları içinde kafamızdakini hayata geçirmeye çalışırdık. Zaman içinde o işten yeteri kadar para kazanılmayınca başka alanlara kaydım. - Burada benim ticaret bilgisizliğim ve ticari beceriksizliğim rol oynadı, çünkü bana gelen her iş batmış ya da batmaya yakın şirketlerin bedava iş istemesiydi – Gazetecilik mesleğini yaparken elime geçen bir video çalışmasını film formatında yeniden kurgulamak istediğimde, geçmişte kullandığım tüm programların sahipleri değişmiş, yeni sahipleri kendi amaçları doğrultusunda değişiklikler yapmış, kopya programı engellemek için online kontrol mekanizması getirmiş...

Her şey değişmişti ama mantığı aynıydı…

Montaj yapacaktım, çünkü öğrenmek benim vazgeçemediğim bir işti ve her zaman öğrenmekten de büyük keyif almıştım, eğitim ve ezberden her daim uzak kaçmıştım, eğitimin insanı aptallaştırdığını hala düşünürüm. Çünkü eğitim denen kavram sistem için üretilmişti ve sistem için uygun insan biçiminin okul dene kavram ile verilmesiydi. Ulus devletin homojen çocukları eğitim ile biçimlendirilirken yaratılan tarihi okullarda ezberletilmişti…

Her bir şeyi baştan öğrenirken aslında kısa zamanda nasıl piyasa dışına düştüğümü gördüm. Üstelik üzerinden çok uzun zaman da geçmemişti…

Elime attığım meslek yok oluyordu sanki…

Gazetecilik mesleği ise çok uzun zaman değil kısa zamanda yok olacaktı, seçtiğim meslek beni doyurmaya yetmedi ama çok geniş bir kesimden çevre elde etmiş oldum. Bugün gazetecilik parasını verenin niyetine uygun, editörün belirlediği konularda kalem oynamaktan ibaret oldu.  Hatta haber yazma adı altında programı bile üretmiş olabilir, çünkü geçen gün bir arkadaşım için senaryo yazma programını indirdim, hazır kuralları var ve o kurallara uygun alanlar açık sadece istenileni yaz, seyircisi hazır bir film ve dizi senaryosu hazır olsun… Gazetecilikten bu kadar kısa sürede işsiz kalacağımı düşünmemiştim.

Piyasada hala eski programları kullanmakta direnen arkadaşlarım var…

Piyasa içinde ki arkadaşlarda hala geçmiş programlar ile cebelleştiğini gördüğümde ise şaşırmıştım, çünkü yenisi programları birleştirmiş tek bir program ile birçok işi daha pratik yapabiliyor ve hatta olanakları daha genişlemişti... Kısa sürede onları da anladım, çünkü teknolojiyi izlemeye kalkarsan iş yapamaz hale geliyorsun. Ne zaman bir şey yapmaya başlasam, var olan tüm programları inceliyorum, yani içeriklerine bakıyorum, sonra onları öğreniyorum... Nereye bakacağımı biliyorum ama eskisi gibi inceleyeceğim platformlarda değişmiş, Google bu konuda müthiş bilgi birikimini sunuyor, çünkü artık gizli diye bir şey yok, gizli olan Youtube'de bir video içinde saklı olabiliyor...

Bilgi rakipler karşısında silah gücü gibi kullanılır oldu…

İnternetin dünyada yaygınlaşması ve hızlanması ile veri transferi ve bilgiyi toplayan firmaların önüne öngöremedikleri birçok kapı açıldı. Bilgiyi biriktiren ve iyi analiz eden her firma rakiplerinden üstündür. Bu üstünlük elbette teknolojik alt yapı ile orantılıdır. Yüksek bir server’i olmayan bir kurumun, kişinin aklındakini hayata geçiresi o kadar kolay değildir. Çünkü veri trafiğini karşılayacak alt yapı zorunludur. Belki birileri facebook öncesinde (chat siteler bir zamanlar çok modaydı, kişiler özel odalarda sohbet edebildiği gibi ortak bir alanda da sohbet edebiliyorlardı. Özneleri yazılı olan paylaşımlar zaman içinde genişledi ve Skype ortaya çıktı. İlk ücretsiz telefon görüşmesi belki Skype aracılığı ile bilgisayardan bilgisayara sınır, zaman, coğrafya ayrımı gözetmeden küresel olarak gerçekleşmişti.) bir çok benzer siteler kurulmuş ama onun gibi küreselleşmemişti, çünkü veri trafiği için gerçek bir teknoloji alt yapıya ihtiyaç vardı ev verilerin trafiği kadar ondan bilgi toplamak önemliydi. Facebook’un en başardığı şey her katılımcının fikrini, düşüncesini, ne ile ilgili olduğunu gözlemleyebiliyor olması ve kişiye özgü reklamı kontrol edebilmesidir. Facebook bugün rakipsiz gibi gözükmektedir, bir dönem Skype rakipsiz büyümesi gibi.

Teknoloji alt yapısı olanların büyüdüğü bir alandır, uzaktan bakıldığı gibi iki bilgisayar bir server (sunucu) kiralamak ile olmuyor… En önemlisi bilgiyi karşılıklı olarak alıp vermektir. Her katılımcı aslında denektir, onlardan elde edilen tecrübeler ile yeni fikriler doğmuş ve yol alınmıştır.

Her üye hem müşteri hem de kamuoyunun bir rakamıdır…

Bugün bilgiyi en iyi kullanan şirketlerin merkezlerine baktığımız da güçlü bilgisayarlardan oluşmuş ağların olduğunu görürüz. Server (sunucu) adı verilen bu bilgisayarlar her türlü bilgi transferini gerçekleştirecek büyüklükte kapıları vardır… Günlük yaşantımızda otoban olarak düşünebiliriz, otobanın işlevsel olduğu akan trafikten anlayabiliriz, eğer otobanda da trafik tıkanıyorsa ortada bir sorun vardır ve o sorundan karaborsanın hemen yaşam alanı bulduğunu buluruz. Çiçek, su, hatta çiçek satanların bir anda otobanı doldurduğuna şahitlik ediyorsak orada çözülmemiş ve kronolojik olmuş bir sorundan kaostan bahsedebiliriz. ‘Server’lerde bu söz konusu bile olamaz, çünkü oraya yerleşen her hangi bir solucan yıllardır birikimlerinizin bir anda sonlanması anlamına gelir ki, arşiviniz bile olmaz geriye…

Arşiv, günlük yaşantımızda ki yazışmalar sanallaştıkça buhar olamaya hazırdır, çünkü insanlık tarihinde olmadığı kadar bir bilgi ve belge birikimi bu dönem kadar olmamıştır.  Fotoğraf makineleri artık cep telefonumuzun içine sıkışmış ve oradan kaliteli görüntü elde edilen bir araca dönüştü. Her cep telefonu olan canlı yayın yapabilir ve çektiği fotoğrafı anında paylaşabilir konuma geldi. Bir çok film bugün dahi cep telefonu ile çekilir hale geldi…

Her an birileri sizi izliyor…

Büyük birader Orwell önerisinden ve tahmininden önce hayatımıza girdi. 1984 yılında yaşayacağımızı düşündüğümüz büyük biraderin gözü cep telefonlarımızın ekranlarında gönüllü olarak taşır hale geldik. Savaş sanayisinde büyük birader oturduğu bürodan binlerce kilometre ötedeki düşman gördüğünü insansız hava aracı ile bombalayabiliyor, dinleyebiliyor konumuna geldi. Büyük biraderin elinde ki silah coğrafyaları ateş topuna döndürdü. Enerji savaşları hibrit savaşları adı altında başka boyutta “bahar” adı altında yapılır oldu. Gerekçeler ne olursa olsun savaş alanında geliştirilen kitlesel imha araçları gittikçe daha fazla ülkede üretilmeye başlandı. İnsanız denizaltılar, insansız uçaklar, insansız silah atan araçlar…

Ölen insan ve doğa ama…

Ölen sadece insan değil, birikimlerimiz de.. Evimizde ki kişisel bilgisayarımızda ki çektiğimiz fotoğraflar ki bir daha dönüp geriye bakmıyoruz ama sürekli çekmeye devam ediyoruz, yeni çıkan depolama alanlarında bilgilerimizi saklıyoruz. Bir gün posta kutumuza düşen bir sahte mail, ki gerçeği ile arasında hiç fark yok gibidir, dünyanın bir ucundan gelen mail kişisel bilgisayarımızı birkaç saniyede şifreleyebilmekte ya da bilgiler gözümüzün içine baka baka intihar edip yok oluyor… 

Arşivlerimiz güvende değil…

Dijital dünyanın en büyük sorunu dijital alanda depolamadır, çünkü eskiden kağıtlar üzerine bırakılan lekeler için arşiv odaları olur ve işe yarayan ve bir çıkar kavgasında kullanılan belge olarak karşımıza çıkar ve uygun görülenler (arşiv idaresi tarafından) farelerin önüne yem atılır o olmazsa su basardı… Dijital dünyada ise bir tık ile silinenler ve geri dönüşümü olmayan depolama alanlarının yok edilmesi çıkarların çatışmasının gücüne bağlı olarak durmaktadır, bulut hafızalarında şifrelerinin tek bir kere verildiği ve tekrar dönüşümü olmayan şifre kayıtları söz konusudur… Sizin şifrelerinizi ele geçiren sizin tüm verilerinizi istediği gibi fidye konusu yapabilmektedir… En azından benim başımdan geçen bilgisayarımda ki tüm dosyalarımın şifrelenmesi ve fidye istemeleri... Hala şifreleri çözebilmiş değilim…

Her şeyi kontrol edenler her şeyin hakimi olacağını düşünür…

Ulus devletinden gelen bir düşüncedir, kontrol etmek ve kontrol altında hareket etmelerine izin vermek. Güvenlik birimleri ve NATO gibi uluslar arası organizasyonlar kontrol altında rakiplerin hareket etmesini ister ve ona göre örgütlenmiştir. Kara para kontrol dışı alanı temsil eder ve kara paranın da tamamı ile kontrolsüz kalması denize bırakılmış mayın gibidir. O yüzden mayınların yerini bilmek için küreselleşme öncesi küresel güvenlik birimleri kurulmuştur. 1980 yılında hayatımıza katılan yeni teknoloji ve iletişim içinde kontrol zorunluydu ve başlarda kontrollü bir şekilde gelişim birden kontrol dışına çıktı ve ulus devletlerin kontrol dışında toplumsal olayların da oluşmasına ortam hazırladı. Önceleri portakal, karanfil devrimleri gibi sunulan değişimlerin batı dünyası içinde de yansıması kontrollü gelişim gösterilen teknolojinin kontrol dışına düştüğünü de işaretini veriyordu. Liberalizm “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” söylemini gelen tepkiler ile geri almak için adım attı ama nasıl geri alacağını bilemedi. Ulus devleti çökmüştü ve yerine yeni devlet henüz oluşturulamamıştı.

Devlet görünümlü hükümetler sorunların sürekli üstünü örtmek ile uğraşıyorlar… IŞİD gibi terör örgütleri Londra, Brüksel gibi Avrupa’nın kapital ve sanayi başkentlerinde canlı bombalar ile can alabiliyor…

Üstü örtülen güvenlik açığı ortaya serilmişti…

Ağları kontrol eden bütün internet dünyasında akışı da kontrol edebilir, fakat ağların da içinden daha karmaşık ilişkiler içinde olması ve birbiri ile bağlantılı ağların hangisinin nerede kontrol edileceği de zaman içinde kaybolmaya başlayacak gibidir… Ağların trafiğini kontrol edemeyenler, ağlarda akan bilginin kodlarına uygun kelimeler ile o kelimelerin yolunu izlemekteler…  O teknik donanıma sahip olanlar istedikleri bilgiyi izleyip istediği bilgiyi kendi arşivlerinde ya da yaratıkları yapay zekanın gelişiminde kullanabilmektedir. 

Sokaklarını tam kontrol edemeyenlerin sanal ağları kontrol etmesi kolay olmayacaktı, olmadı da… Ölen teröristlerin kullandığı şifreleri bile kırmak ulus devletinin polisinin ve güvenlik birimlerinin boyunu aşıyordu.

Satranç tahtasında oyuncu muyuz, yoksa satranç oyuncusu muyuz?

Teknik donanımın nerede olduklarına baktığımızda aslında baştan kaybedilmiş bir satranç oyununda nerede durduğumuz ortada değil mi? Biz bizden daha iyi tanıyan, her paylaşımımız da bizim hangi dilde nasıl düşündüğümüzü, neyi tükettiğimizi, kimler ile ilişki içinde olduğumuzu bilen karşımızda çok büyük organizasyon var... Onların belirlediği ortamlarda ağır ağır yaşamaya başladık bile. Onların belirlediği haberleri okuyoruz, onların belirlediği reklamlara bakıyoruz. Nasıl düşünmemiz gerektiğini bize dikte ediyorlar... Bugün bize özgü neden hiç bir yeni bir şey yok diye düşünecek kadar bile vaktimiz yok, çünkü zamanı o kadar hızlandırdılar ki, dünyayı o kadar küçülttüler ki, onların belirlediği adalarında tüketen olduk...

Hazır sunulan teknoloji ve bizim iyiliğimizi düşünen firmalar…

İnternetin hızlanması, telefon hatlarının daha fazla dosyayı taşır hale gelmesi bizim için avantaj mı? Hızlı film indirip bilgisayarımızdan filmi izleyeceğiz, özgürlük gibi sunuluyor… Peki, o indirme aralığında bizim bilgisayarımızdan kaç dosya karşı tarafın bilgisayarına geçmiş olacak? Zaten gönüllü bırakmıyor muyuz bulutlara dosyalarımızı, fotoğraflarımızı...

Güvenlik bir anahtar ile mi çözülecek?

Anahtar kavramı kontrol etmek amacı ile ortaya çıkmıştır. Kontrol altında bıraktığımız nesneyi gerip dönüp bulmak adına geliştirildi ve sonraları da güvenlik kavramı içinde sanayileşti. Güvenlik sanayisi network sayesinde öyle bir gelişme gösteriyor ki anahtarı ortadan kaldıracak gibi geliyor bana... Çünkü her üretilen nesneyi sokağın ortasına bırakın kimse alamayacak, çünkü o nesnenin hareketi sürekli birileri tarafından kontrol edildiğinde alanın elinde hemen bulunması ve ona hırsız muamele yapılması kaçınılmaz olacaktır...

Çürüyen toplumda hırsız…

Hırsız muamelesi eskiden toplum içinde ki ahlaki yanı için önemliydi ama hırsızın bol olduğu ve ahlak (etik) kavramının altı boşaltıldığı düzlemde ne anlam ifade eder? Ama sonuçta anahtarla önceleri boyut değiştirdi ve bugün ortadan kalkması ya da birer rakama dönüşmesi kaçınılmaz olacak gibi...

Elimde anahtarım var, evim güvende mi?

Her birimizin bir mail hesabı var ve mail hesabının şifresi. Şifre bugün anahtardır... Özel bir paylaşım alanımız gün geçtikçe elimizden alınıyor ve sürekli kontrol edilen bir network içinde yaşamaya doğru yönlendiriliyoruz. Bu durumda mail şifrem ne anlam ifade eder? Parmak izi anahtarımız olsa da anlamı ortadan kalkacak ve bize doğuştan verilecek olan ID yani kimlik numarası birer anahtar ve güvenlik kodu olarak kullanılacaktır... Cebimizin delinmesine sebep olan anahtarlar artık yok olma sürecine girmiş konumda, daha doğru ifade ile değişime uğramaya devam ediyor...

Bugün klavyede yazdığımız her satırın başka ekranda çıktığı bir süreci yaşıyoruz. Hangi şifreyi verirsek verelim karşı ekranda belirlenirken bizler ne yapmamız gereklidir, bunu tüketici olarak bizler bilemeyiz, bu işten en çok mağdur olan bankalar sanal klavye geliştirerek oynak harfler ile çözmeye çalışmıştır.

Risk gün geçtikçe artarken banka soygunları artık eskisi kanlı olmuyor…

Anahtar yani modern anlamı ile güvenlik! Güvenlik her şeyin önüne geldi birden, çünkü yaratılanın karşı tarafı yani karanlık yüzü de ortaya çıkmıştır. Karanlık tarafı var olan sistemin, düzenin yıkılmasını sağlarken bireysel olarak bizlerinde artık hiçbir şeyimizin sır olarak kalmayacağı anlamına geliyor. Devlete yönelik saldırılar dışında kısa yoldan zengin olma hevesli modern korsanlar kişisel bilgisayarlarına girip elimizde ne var ne yok alarak daha küçük çaplı kriminal olaylara yani hırsızlıklara neden olmaktalar. Bu durumu iyi değerlendiren internet dünyasının yeni dahileri modern anlamda bekçileri yani güvenlik elemanlarını anti-virüs programları ile bu bekçilik kavramı içine dahil oldular. Henüz net olarak doğrulamadığım ama anti virüs programları üretenler bizzat onların karanlık yüzü ile virüslerin dağıldığı ve kişileri panik haline getirip kendi programlarını sattıklarını duyuyorum. Modern bekçiler aynı zamanda soygunlara kapı açan ya da amatör hacker’lere yok gösteren olduğu fikri gittikçe yaygınlaşmaktadır. Modern bekçilerin yayımladıkları yıllık raporlara göre her geçen sene artan saldırlar karşısında bu programların yetersiz kaldığı yedek yan programların kullanımı da gündeme geldi. Kısaca her program ya da fikir başka fikri doğururken tüketicinin sanal olan güvenliğini somut olarak kar hanesine döndürmekteler. Aynı şey firmalar içinde geçerlidir, onlarda sadece güvenlikli bilgi akışı için yetişmiş ve sürekli yeni saldırlar karşısında güvenlik duvarı örecek yazımcılara ihtiyaç duymaktadır. Güvenlik alanında 80’li yıllardan sonra başlayan özelleştirme, sanal dünya da devam etmektedir. Bir ülkenin ordusundan ve polisinden fazla özel güvenlikçiler “joker” olarak kullanılmaktadır.

Ağların gün geçtikçe karmaşık hale gelmesi ve kullanılan programların çeşitliği ve yapılan her işin kağıt üzerinden bulut alanında ki hafızalara kayması elbette riskleri de beraberinde getirdi, çünkü iyi niyetle yapılan örneğin ormanlar yok olmasın, kağıt tüketimi azaltalım kampanyası aynı zamanda sanal arşivi ortaya çıkarmış, neticesi itibarı ile ormanlar kağıt yapımı için kesilmekten belki kurtuldu ama yeni zenginler için villa yapımı için ormanlar yanmaya devam ediyor. Brezilya bile dünyanın akciğeri olan orman arazilerinde ağaç kesimi için yasalarda yeni düzenlemeler yapmaktadır…

Denetim mi, kontrol mü?

İnternet dünyasında ki denetim, ulus devletleri sınırları içinde olmaktan çoktan çıkmıştır. Ulus devleti kendi olanağı içinde ülkemizde olduğu gibi sansür uygulamış ama başarılı olamamıştır, çünkü DNS kapılarından isteyen istediği gibi başka ülkeden bağlanıyormuş gibi bağlanarak istediği bilgiye ulaşmaktadır. Ulus devletli çözümler, ulus devletini çökerten sorunlar karşısında çaresiz kalmıştır. Bu küresel dünyamızın küresel sorunu karşısında şimdilik küresel ama ileride evrensel sorunların karşısında bütün ülkelerin kabul edeceği hukuk düzenlemelerine ve onları denetleyecek kurumlara ihtiyaç vardır, çünkü masum bir önlem, halkın karşısında bir diktatörün elinde saldırı aracı olarak dönebilmektedir. Küreselleşen dünyamızda her yasal düzenlemenin birçok farklı açıdan kontrol edilmesi ve denetlenmesi gereklidir, halkın iyiliğini düşünenlerin iyilikleri genelde zara olarak ve baskı olarak dönmüştür.

Özgürlük, baskı yapma özgürlüğünü mü geliştirdi?

Küreselleşme birçok alanda özgürlük vaat ederken aynı zamanda popüler siyaseti ve popülizmi körüklemiş ve beslemiştir. Bugün ulus devleti mantığı içinde bir Ortadoğu liderinin batı devletlerinin başına geçeceği hayal bile edilemezdi, hayal olmaktan çıktı yaşadığımız kaosun bir parçası oluverdiler.

Bizler kullandığımız teknoloji ürün üzerine eskiden dantel örterdik, şimdi hazır kaplar geçiriyoruz.

Sıradan kullanıcı olarak bizler için teknoloji alanında ki bilgimiz, aldığımız ürünün yıpranması sonucu çizilen nesnenin /malın nasıl ilk aldığımız gibi görürüz üzerine kadardır... Çizikleri nasıl yok edeceğini biliriz ama nasıl işlediğini ve hangi bilgi ve birikim üzerine oturmuş olan teknolojiyi kullandığını bilemeyiz, elimizde olsa her teknoloji üzerine dantel örtü örteriz, çünkü her şeyin üstünü örtmesini bizden daha kim iyi bilebilir ki?

Kuşak çatışması…

Kuşaklar arasında sorunlar her daim kuşaklar arasında ki çatılmada kullanılan cümleler ile ortaya çıkardı, geçmişte yazılan roman kahramanları bu kuşak çatışmasından beslenirdi kahramanlar. Eskinin eleştirisi var olanın neden gerekli olduğu bu çatışmanın bir sonucu olarak yansırdı eserlere. Bugün kuşak çatışmasını işleyen yazılı bir romana karşılaşmanız daha zordur, bugün o kadar hızlı değişim var ki karikatürlere konu olmuştur. Beş yaşında ki çocuk bizim zamanımızda 2.5 lira vardı diyor 3 yaşında ki kardeşine…

Değişim olumlu yönde her zaman olmaz…

Çevremizin çehresi de değişiyor, şehirler bulutların üzerine oturan insanların aşağı yerine ufka bakar hele geldiler. Yatay şekilde gelişim göstermedik, İstanbul sanayi merkez, bürokrasi Ankara, tatil merkezi Antalya derken nüfusumuz birkaç şehirde toplandı… ulus devletin plansız gelişimi toplum içinde oluşan uçuruma katkı sunmaktan başka işlevi olmamıştır. 1980 yılından sonra ki süreçte ulus devletin yarattığı üretim araçlarının özelleştirilmesi ile göreceli olarak üretici olan toplumumuz üretici kesimini de çöle karışan kum yaptı ve tüketici bir konuma döndük. Yeni sürecin siyasi sonucu da tipik Ortadoğu ülkesi refleksleri olan ülkeye dönüştük. Bugün bir sene sonrası için nasıl bir plan yaparız konusu bile belirsizlik içine düşmüş konumdayız. Otorite istediği konuda açılım yapıyor, istediği konuda masa devirebiliyor…  Otorite istemediği siteleri ve devletin televizyon kanalı beğenmediği türkü sözlerini ekranında yasaklayabiliyor… Yasaklar ve gözdağı ile yol alan bir değişim her ne kadar “bizim iyiliğimizi düşünen” bir otorite olsa da onlara rağmen gelişimine devam etmektedir. Tek doğrunun ortadan kalktığı, karşılaştırmalı tarihin küresel düşünce yapısı içinde yer alırken, hala ulus devletinden kalan alışkanlıklar ile Ortadoğu ülkesi refleksi ile değişime karşı durulamaz… Teknolojinin karanlık yüzüne karşı otorite ile karşılık verdiğiniz sürece karanlık daha da büyüyecektir… Saydam, şeffaflaşırken saydam camın önüne filtre de çekseniz araba yol almaya devam edecek ve direksiyonun başında ki kişinin tüm davranışları bir yerde kayıt edilir olacaktır…

Teknoloji karanlığında kayıtları tutar…

Doğduğum şehir artık yok, en azından büyüdüğüm semt yok… Şehir ismi tabelada yaşıyor... O kadar hızlı büyüdü ki şehirler, o kadar hızlı değiştirdiler ki geçmişimiz ortadan kalktı… Bizim ülkemizde kayıt pek önemsenmemiştir, arşiv sadece ihtilaf olduğunda akla gelen ve delil yaratmak veya delil yok etmek için kullanılmıştır…

Teknoloji kendisine ait kuşaklar yarattı…

Bilişim çağı içinde doğmamış bireylerin bugünü anlaması ve yeni teknolojiye hakim olması gerçekten çok zor. Ben bile sonradan öğrenmiş bir birey olarak hala birçok gelişmeye aklım ermiyor, hatta kullanmaktan korkuyorum! Kısaca diyorum ki bugün bizi siyasi olarak yönetenler bizden çok geri ve onların önünde sadece baskı ve zulüm var, çünkü onların yetişmesi sırasında benliklerine işleyen şey sadece ölmek, zor ile hakim olmak vardır... Bu düşünceden dolayı çocuk tacizlerine ve linç kültürüne karşı hoşgörüleri vardır... Çağ dışına düşmüşlerin bizi yönetmesi bir yerde mutlaka kırılacaktır...

Her okuduğum kitap yeni düşünceleri oluşturur…

Okuduğum kitap yukarıda düşüncelerin bende oluşmasını sağladı, elbette yazarın duruşu benimkinden farklıdır ama ortak kaygılarımızın da olmaması mümkün değil… Öyle bir zamana adım attık ki daha önce yaşanmış zamanlardan ve değişimlerden çok farklı ve çok daha hızlı değişimlerin olduğu sürecin tam geçiş noktasındayız. Henüz sonuçlanmış ve bitmiş bir süreç olmadığı içinde bu sürecin belirsizliği ve nasıl bir son ile biteceği konusunda henüz elimizde yeterli bilgi birikimi yoktur. Tamam, bu konuda şu şekilde gelişme birkaç yıl sürer derken o alanın birden gündemden düşerken başka bir keşif ile karşı karşıya kalıyoruz. O gitmesini beklediğimi alan birden hiç olmamış gibi hayatımıza devam ediyoruz. 1980’li yıllardan bugüne kadar hayatımıza giren teknolojik ürünleri kısa bir düşünürsek sanayi devriminde gerçekleştirilen teknolojik ürünlerden daha fazla olduğunu görebiliriz.

Yenilik değiştirir…

Her yenilik, teknolojinin hayatımıza etkisi her zaman olumlu olmamıştır, bizim için olumlu olarak gördüğümüz şey başkalarının yıkımı anlamına da gelebiliyor. Var olan yerleşik toplumların içinde başlayan yarılmaları çatışmalar görünür kılmıştır.

Toplumu değiştiren teknoloji toplum içinde çatışmayı da körükler... yeni çatışmalar yaratır...

Avrupa'da matbaanın kullanılmaya başlaması 30 yıl savaşlarına neden oldu. Endüstrileşme dönemi tüm dünyada yıkımlara yol açtı.

Yakın çağın başlangıcı Fransız Devrimi, endüstri çağının başlangıcı ise buharlı makinelerin buluşu olarak kabul edilir. Bu iki olay hemen hemen aynı zamanlara denk gelir, bu değişim geçmişte yaşanan toplumsal ilişkilerin de çatlaması ve yeniden oluşması için çatışmalarında temelini oluşturdu. Yeni zamana uyum sağlayan geçmişin tortuları olan imparatorluk aileleri varlıklarını korurken imparatorluklar da yok olmuştur... Politik coğrafya değişmiştir...

Buharlı makinelerin kullanımı ile başlayan sanayi ve teknolojik alanda ki değişim, toplumları, devletleri, aile ilişkilerini de değiştirerek bugüne geldik. İmparatorluklar yok oldu, yeni kurulan devletler kısa zamanda kendi çıkarları için diğer devletlere savaş açtı ve iki büyük dünya savaşını yaşadık…

1900'lü yıllarda Paris EXPO fuarı ile görücüye çıkan elektrik hayatımızı baştan aşağıya biçimlendirecektir. Amerika ekonomisini belirleyen 400 şirket grubunun %40'ı elektrik ile tanıştıktan sonra yok olacaktır. %11'i ise varlığını zar zor yürütmüş bir süre... Elektrik alışkanlıklarımızı da değiştirmiştir. Öyle bir değişim yaşadık ki, çıradan, lambaya geçiş gökyüzünde bulunan yıldızları ve yıldızlar altında aşkları da yok etti. Sokağa taşan ışıklar gündüzün hareketliliğini akşamları da sokağa yansıtmıştır. İnsan ve paranın hareket saati gün içinde genişlemiştir. Tüketim küreselleşmeyi kaçınılmaz olarak getirecektir ama onu başka bir tehlike de beklemektedir, tekelleşme ve tröstleşme… piyasaları bekleyen bu tehlike henüz ortadan kaldırılmış değildir, yeni teknolojiyi kullanan yeni zenginlerin de birden dünyanın en büyük firması ve doğmakta olan her fikri satın alıp kendi içinde eritmesi dünyayı ve yarını nasıl bir gelecek beklediğini bugün kimse tahmin edemez konumda… elbette tröstleşmenin de yaratacağı karşı direncin de nasıl bir şekilde evirileceğini bugünden bilemeyiz, çünkü ulus devleti olanakları içinde bu gelişmelere karşı henüz çözüm yolları yaratılmış değildir, duygusal olarak verilen tepkilerin de pek anlamı olmadığını ülkeler arasında seçim çalışmalarına yapılan etkiler ile ortaya çıkmıştır. Teknoloji daha önce görünmeyen yeni yolları açmış ve yeni yollar ile kontrol dışı büyüme ve şirketler arası birleşme daha doğrusu biri ötekini yutması karanlık deliklerin oluşmasına sebep olmaktadır.

Demir perde düşerken, sessiz bir liberalizm kendi hedefleri ile yola çıktı… hedef ulus devletini sermaye önünde ki engeli kaldırıp sermayenin daha rahat küresel hareketini sağlamaktı. Beklentiler bugün ki yaşadıklarımızdan çok farklıydı… Liberal ekonominin siyasi ayağının iki lideri Alzheimer hastalığından vefat etmesi, o döneme ait bir şeylerin üstünün örtüldüğü düşündürdü bende.

Ulus devletinin siyasi sınırlar kalkarken…

1989 yılında Berlin duvarı yıkılırken sessiz sedasız internetin de artık halk tarafından kullanımına açılmıştı.

Büyük değişim başlamıştı! O güne kadar bir iş kurulurken küresel çapta düşünülmezdi, ulusal çapta ve çevre ülkelerde ticaret yapmak üzerine düşünülürken, bugün her hangi bir alanda bir çalışma yapılırken küresel düşünmek zorunludur…

“Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler…”

"Fikir fikri doğuruyor, fikir ürüne dönüşüyor, ürün yeni bir fikre ilham kaynağı oluyor ve herhangi bir mekan sınırı tanımıyor.”

80’li yıllardan sonra başlayan liberal ekonominin dünyaya egemenliği sürecinde dünya daha da küçülmüştür. “Bizim sorunumuz herkesin sorunu olduğu gibi, dış dünyanın sorunları da bize ait. Bütünden soyutlanmış bir çözüm, ileride şekil değiştirmiş bir sorun olarak karşımıza çıkacak.”

Kürselleşme…

Bilgi dolaşımı arttıkça mal, hizmet, finans ve insan trafiği de artacak. Küreselleşme bu beş unsurun bir arada olmasıdır.

Küreselleşme insan trafiğinin artacağı konusunda öngörüsünü mültecilik kavramı ile gerçekleştirmiş gibi gözüküyor ama orada aslında mültecilik olmadığını artık hepimiz biliyoruz. Yetişmiş elemanın ihtiyaç duyulan yerlerde hizmet vermesi yani beyin göçü kol göçünün yerini alacak olarak kabul edilmişti. Beyin ise bulunduğu noktadan gelişen teknolojiye uyum sağlamış ve yerinde katkı sunar olmuştur, çünkü sanal dünya coğrafyayı ve zaman kavramını yeniden tanımlamıştır.

Bilinmezlik korkuyu doğurur.

“Bilişim alanında ki değişim "sosyal yapının sigortalarını yerinden oynattı ve çatlaklar oluştu. Aradan sızan karanlık yapılar fırsatları değerlendiriyor. Gelecek her zaman bilinmezliği beraberinde getiriyor. "

Korkularımız…

Geleceğe karşı korkumuz aç kalıp kalmama korkusudur, çünkü teknoloji mavi yakalı işçilerin yerlerini alırken işsizlik de artmış ve popülist söylemlerin arması ile birlikte ırkçılığı besler hale gelmiştir. Küreselleşme çağında ulus devleti yeni formüle edilmiş hali ile geriye dönüş istemleri toplumlar içinde güçlü bir destek bulmaya başlamıştır. Liberalizm solu yok etmiş ama yerine her hangi bir sistem bulamadığı için sağ tarafında ki kapıyı açık unutmuş, sağın güçlenmesi çatışmaları körüklemiş ve sağı besleyen mültecilikle sağ batı toplumu içinde gün geçtikçe kendisine daha fazla taraftar bulmuştur. Liberaliz kendi eli kendi sonunu sağ taraftan yapmıştır…

Barış ya da savaş…

“Tarih boyunca görülen sıçramaların hemen hiçbiri barışçıl bir şekilde gerçekleşmedi. Özellikle barutun kullanılmasında, matbaanın gelişmesinde görüldüğü gibi, güç ve servet kaymasında oluşan tüm paradigma değişimleri topluma ağır bedeller ödetti.”

En büyük korku üçündü dünya savaşı ama sanki bugünlerde dünya ölçeğinde taraflar bir biri ile hibrit savaşları yapmaktadır, henüz nükleer silahlar kullanılmamış onun dışında ki tüm silahlar değişik coğrafyalarda kullanılmaya devam ediyor…

Ortak akılı arıyoruz, tek başımıza karar veriyoruz.

Ortak akıl barış diyor ama bugün ki çıkarlar çatışmasında ne kadar gerçekleşir konusu belirsizliğini korumaktadır.

"Bir insanın bilgi ve ilişki ağı ne kadar geniş, çeşitli ve yoğun olursa başarı şansı o kadar yüksek. Geleceğin dünyası, ortak akılı en iyi kullanabilenlerin..." olacaktır.

Ortak çıkarlar ortak zeminlerde ve ortak zamanlar için geçerlidir ve internet ve teknolojide ki gelişme küresel bir ortaklaşmaya zorlamasına rağmen ortak bir hukuk sitemini henüz oturtamadık…

Popülizm…

Popüler kültür olarak kendi varlığını biçimlendiren liberalizm toplumları bir arada tutacak ortak kültür üretmediği gibi tersine ırkçılığı büyütmeye devam ediyor. Liberal ekonomi ve küreselleşme beklenileni değil, ikinci dünya savaşı öncesi koşulları yaratmıştır...

Zamanında yapılmayan müdahale mağdurlalar yaratmaya devam ediyor…

“Gittikçe hızlanan değişim, bireylerin ve kurumların gittikçe daha esnek davranışlar edinmesini zorunlu kılıyor.” Devlet kendisini yeniden biçimlendirmesi gerekirken geçmişten kalan tortu ve devlet mekanizmasında ki mantık hala kendisini zor ile de olsa korumaya ve devam ettiriyor…

Daha az bilen daha çok savunan konuma dönüştük.

Rekabet bilgi ile yapılandır, bugün bilgi diye kabul ettiklerimiz yaratılan bilgi olup olmadığını dahi bilmiyoruz, çünkü bunu kontrol eden eve sorgulayan bağımsız her hangi bir yapı kurulmadı ama kurulması yönünde küçük adımlar bir birinden bağımsız olarak atılmıştır.

Ezberler bozmak…

"Rekabet dünyasında ayakta kalabilmek farklılık yaratmaktan, farklılık ezber bozmaktan, bu da şaşırtmaktan geçiyor."

Ulus devletinin anlayışı için yetişenler her teknolojik gelişme karşısında şaşırmakta ve artık umursamaz konuma geldi… umursamış olsa da zaten elinden gelen fazla bir şey yoktur, en azından elinde bulundurduğu cep telefonu ile bugünlerde fotoğraf çektiği platformlarda yayımlamayı öğreniyor ama burada kişilerin genç görünme hırsı ortaya çıktı k, bazı kuşaklar için estetik ameliyatların ve estetik salonların (güzellik) kapısında sıraya girmesi anlamına gelmektedir… teknoloji kapalı spor merkezlerin yaygınlaşmasına dolayı bir etki yapmıştır, o alanda yatırımların fazlalaşması direkt teknoloji ile bağlantı kurulamıyor ama dolaylı etkisi ortadadır…

Kuşaklar çatışırken…

Geçmişte değişim kuşaklar arası çatışmayı ortaya çıkarırdı, bugün ise kuşaklar bile değişmeden gelişen teknoloji karşısında çaresiz kaldığımızı düşünüyorum... Teknolojide ki değişimi izleyecek ve her gelişmeyi hayatına uyduracak kadar bile zaman bırakmadılar elimize... Değişim sonucu ortaya çıkan şirketler bile nasıl bir gelecek düşündükleri konusunda belirsizlik içerisindeler. Facebook, Google bile yarının ne getireceğiniz bilemez yeni teknoloji zengini olarak karşımızda durmaktadır. Yarattıkları değişimin ve gücünün henüz tam farkına bile varamadıkları yaşanan sürecin kriz koşullarında nasıl bir tepki vereceklerini bilememezlikten kaynaklanan krizlerden görmekteyiz.

Gelenekler ile birlikte şirketlerde yok oluyor…

Geleneksel büyük şirketler yerlerini gittikçe dinamik, eskiye bağı olmayan şirketlere bırakıyor. İşin daha ilginç tarafı ise hem geleneksel şirketlerin sayısı azalıyor, hem de büyük şirketlerin ömrü kısalıyor.

Her yeni gelen teknoloji, eski teknolojiyi yok ediyor, eski teknolojiye göre yapılanmış şirketlerin iflası anlamına geliyor. Ayak uyduranlar yaşamaya devam ederken uyduramayanlara sadece geçmişin anıları kalıyor... Tıpkı toplumsal olaylarda geçmişin anlı şanlı örgütlerden geriye kalanlar gibi...

Sürekli ve güvenceli iş hayal mi oluyor?

Teknolojide ki bu hızlı değişim ve yeni teknolojilerin hayatı belirleme oranı arttıkça süreli iş güvencesi ihtimali giderek ortadan kalkıyor. Kişi artık sürekli kendisini geliştirmek için mücadele edecek ve yeni olana en kısa zamanda uyum sağlamak için mücadele edecektir. Elbette bu bir süreye kadar devam edecek bir süreç olacağını kendi hayatıma bakarak söyleyebilirim. Eğitim aldığım teknolojik bilgi bugün geçerliliğini kaybetmiştir. Bugün temelini aldığım düşünce sistemi içinde yeni olanı daha çabuk öğrenebiliyor ve en kısa zamanda o ürün ile ürün vermeye çalışıyorum, fakat şöyle bir olay ile de karşılaştım, geçmişte iyi kullandığım bir programı bugün elime alıp çalışmaya başlarsam kullanamaz konuma geldiğimi görüyorum, oturup yeniden öğrenmek için zaman harcıyorum...

Devlet memurluğu da artık sınırlanmakta ve devlet için yük olmaya başlandı, memurluğun yerini sözleşmeli personeller alırken o alanda da taşeron işçilik ve joker kullanılan iş alanları da açılıyor.

Devletler esnek olabilecek mi?

Katılığa iten hiyerarşik yapıdan uzaklaşarak, esnekliği öne çıkaran demokratik yönetim ve denetim sistemlerine yönelmek gerekiyor.

Elbette sadece devletler değil, şirketlerde yaşanan bu süreç içinde esnek olmak zorundadır, çünkü oluşan yeni Pazar içinde kendisine yaşama hakkı tanımak isteyenler teknolojide ki gelişme ve ona bağlı olarak gelişen ilişkiler ve pazarlama ağına sahip olmak zorundadır. Yeni oluşan ihtiyaçlara yanıt verecek esneklikte üretim yapmayan, onu global olarak dağıtıma çıkaramayan her şirket tekelleşen ve tröstleşen piyasa içinde başka bir firmanın hizmet sektöründe yer alır ya da hepten yok olabilir...

Devlet mekanizması içinde katı hiyerarşik, korkuya dayalı yapılar ister istemez şeffaflıktan uzaklaşıp daha güvensiz ortamların yaratılmasına neden oluyor. Nitekim bugün neredeyse dünyanın her tarafında yükselişe geçen popülist politikacıların üzerine en fazla oynadığı şey, şeffaflığı ve toplumların güvenirliklerini sorgulamak.

Sorunların çözümü yok mu?

Elbette sorunların olduğu yerde çözüm yolları da denenecektir, çünkü kimsenin elinde hazır reçete yoktur, hatalar yapıla yapıla doğru yol bulunacaktır, günümüzde hataların sonuçları kısa sürede ortaya çıkmaktadır, çünkü gelişme o kadar hızlıdır ki eskimiş devlet yapısı henüz tanımlayamadan başka bir sorunun içinde kendisini bulmaktadır. Şirketler devletlere göre daha avantajlıdır, çünkü eski ulus devleti anlayışına göre örgütlenenler yeni ve gelmekte olanı anlamaya ve ona göre adım atmaya çalışmaktadır, eğer zamanında adım atmazsa yok olma ile yüz yüze kalacağını bilmektedir. Dünyanın en büyük çocuk eşyaları satan Toys’R’us bir kitap dağıtımı ile başlayan Amazon’un her şeyi pazarlaması ile yok olmaya yüz yüze kalmıştır. Amazon’un başarısı elbette popüler olmasında yatmıyor, onun alt yapısı ve lojistik hizmetlerini gelişen teknoloji ile uyumlu olmasındadır. Milyonlarca gelen siparişleri zamanında ve doğru yanıt vermesinde yatıyor. Bilgileri gerektiği gibi toplaması ve onun yatırım stratejini belirliyor…

Eğitim ezber ve bilginin aktarımı olmaktan çıkıp bilgiyi kullanmak üzerine yeniden kurgulanmalıdır.

Bugün okul çağına giren gençlerin bambaşka yetkinliklere yetişmesi gerekiyor. Gittikçe hızlanan gelişmeler çerçevesinde yirmi yıl sonrasını planlamanın neredeyse olanaksız olduğu biz zamanda, gençler kendi yollarını kendilerini çizebilecek yetkinliğin verilebilmesi, bence önümüzdeki dönemin eğitim stratejilerinin en önemli öğesi.

Sorgulamayı bilmeyen ve kendisine “öğretilen”lerle yetinen çalışanlar yerine, çok daha ucuz makineler veya rutin işleri yapacak robotlar dünyanın her tarafında tercih edilecek.

Göç sorunu popüler siyaseti beslerken bu sorun nasıl aşılmalıdır?

Bugün karşılaşılan göç sorunun önlenebilmesinin en önemli yollarından biri, insanları bir yerden bir yere taşımak değil, iş olanaklarını uzun dönemli stratejilerle, çalışanların ayağına götürmek.

İnternet ve türevleri, insanların kendi ortamlarını terk etmeden hizmetler üretmesini sağladı.

Kurallar yeninde yazılırken…

Tarih boyunca kuralları imparatorlar, devletler, yerel yönetimler, şirket veya kurum yöneticileri koydu ve denetledi. İşte bu yapının değiştiğini gözlemliyoruz.
Değişen sadece kurallar değildir… Toplum ve algılarımız da değişme uğradı. İnternetin bu kadar yaygınlaşması, alt yapısının her sokağa kadar gitmesi, artık uzaydan da iletişime yön verildiği süreçte artık hiçbir şey değişime engel olacak ve kanalını değiştirecek kadar kudretli ve güçlü değildir. Her değişim kendi kudretini ve gücünü yaratacaktır. Elbette bunun karşısında güçte kendisini yaratacak ve konumlandıracaktır. Her olumlu gelişmenin elbette öngörülemeyen olumsuz yönleri de olacaktır, önemli olan o olumsuz gibi gözükenlerin denetim altında tutulmasıdır. Bugün gelişmelerin hangi yönde ve nereye doğru yöneleceği konusu bilinmezlik içindedir ama her daim bilinmez kalacak da değildir… Verileri toplayan teknoloji firmaları yapay zeka üzerine uzun süredir çalışmaktadır, akıllı arabalar, evler, şehirler kurulması için ortamlar hazırlamaktalar. Bir araç yolda giderken araç hem yol ile hem de hedef ile iletişim içinde olacaktır. Başlangıç noktası ve varış noktası önceden belirlenen yolda giderken aracın çok yönlü iletişim içinde olacaktır… Bu çok yönlü ilişkinin içinde karanlık noktalar olacağını peşinen kabul etmek gereklidir, çünkü teknoloji hataları sayesinde gelişme gösterir, yeni fikirlerin oluşmasına sebep olur.

“Gelecek geldi ama eşit olarak dağıtılmadı.” W. Gibson

İnternet ve onun yarattığı dünya eşitlik yaratacağı varsayılabilir, tam serbest piyasa kurallarının hakim olacağı öngören birileri olmuş olabilir ama gelişmeler dengesizdir ve o dengesiz ve eşit koşulalar içinde olmayan gelişme dahilindedir. Bugün gelişen teknolojiler daha önceden piyasa yer etmiş firmalar tarafından rakip görülerek satın alınmakta ve belki de daha özgün gelişecek bir teknoloji baştan frenlenmektedir…

Her gelişme, her adım kendi karanlık tarafını da getirdi.

Henüz kitap baskıdan yeni çıkmış ama bu haberi yeni gazetelerden okur olduk; “İnsan Hakları İzleme Örgütü'ne göre, Çin'in Şincan bölgesindeki yetkililer, bireyler hakkındaki çeşitli verileri toplayıp ihbar eden bir bilgisayar programının işaret ettiği zanlıları gözaltına alıyor.

Örgüte göre yazılım, güvenlik kamerası görüntülerinden sağlık ve bankacılık kayıtlarına kadar değişen verileri birleştirip tahminde bulunuyor.”

Bilim insanı çalışıyor…

Bilim insanları kendilerine verilen görevi yerine getirmek için girdikleri laboratuarlarında sonucunu düşünmedikleri alanlarda gelişim kayıt ederler... Bilim insanların ortaya çıkardığı bilimsel sonuçları ise elinde güç olanlar kendi çıkarlarına göre değerlendirir, şirketler çıkarları yönünde daha fazla para kazanmak için kullanır. Sosyalist toplumlarda ise bilim insanları toplum için çalışır, çıkarını kollayan bir kaç kişi ve şirket için değil. Bilimsel olarak kanıtlanmış şeyleri de sosyalist toplumlarda halktan bir şey gizlenmez ama kapitalist sistem içinde elindekini tüketene kadar yeni keşfedilmiş olan bir gerçekliği halktan gizlerler... Bugün belki çoktan keşfedilmiş hastalıkları ve teşhisler bir kaç şirketin kasasında gizli olarak duruyor olabilir... Kimse de onlara neden halkın iyiliği için açıklamıyorsunuz diyemez... Bilim insanı işine bağlı tarafsız olması onun ilgi alanın sadece o alan içinde olmasına bağlıdır... Peki, bugünden bizler bilim insanlarını eleştirebilir miyiz, neden bulduğunu halk ile paylaşmadın diyerek... Hayır, eleştiremeyiz, çünkü bilim insanı da profesyoneldir ve parasını aldığı şirkete ya da kuruma bağlıdır... Nasıl ki gizli dosyaları paylaşmayan onları tasnif eden memura bir şey diyemeyeceğimiz gibi...

Eğer insanın içinde ki yağmalamak kültürü yok edilmezse;

İnsan dünyanın ekolojik dengesi içinde kanser hastalığı olarak ortaya çıkmış, kontrolsüz bir şekilde büyüyor ve kendi çevresini yok ediyor. Bir gün doğa, kendi kıt kaynaklarını yok eden insandan acımasız bir şekilde intikamını alacak ve bu kanseri yok edecek veya kanser bütün organizmayı çökertecek.

Elimde tuttuğum kitabı okurken birçok konuyu yeniden araştırdım, kitapta verilen kaynaklar ve görüşler ile var olan görüşlerimi karşılaştırmalı olarak inceleme şansına sahip oldum. Eğer şansınız varsa bu kitabı elde edin ve okuyun, çünkü sizin de düşünce yapınıza mutlaka bir katkısı olacaktır. Alıntı yapmadığım birçok konuda kitapta mevcuttur ve er bir başlığı dikkatli okuyacağınızı düşünüyorum, çünkü dikkatlice ve her biri bir bilgiye dayanarak kitap oluşmuş.

Bilgi elinizin altında, kitap iki parmak ile sağa sola açarak ekran üzerinde kayarak okunmaz, sayfaları çevirerek okunur ve kağıdın kokusu eskisi gibi olmasa da parmağınız ucuna kağıt dokunsun…

Bu kadar uzun yazıyı okumaktan mı sıkıldınız kitabı alın ve okuyun, çok şey kazanacaksınız…

İsmail Cem Özkan


Faruk Eczacıbaşı, Daha Yeni Başlıyor, Geleceğin Dünyasında Esneklik, yakınsama, Ağ Yapısı ve Karanlık Taraf
Şubat 2018, İstanbul
Koç Üniversitesi Yayınları
ISBN 978- 605-2116-23-4



27 Şubat 2018 Salı

Solu soldan vurdular!

Solu soldan vurdular!

Türkiye sol tarihi solcuların bir araya gelememe tarihi gibidir. Sol içinde rekabet ve karşında yer aldığına inandığı tüm solcuları küçük görme, öteki olarak kabul ettiği veya kendisine rakip gördüğünü düşman gören anlayış 12 Eylül yenilgisini göz göre göre hazırladı ve darbecilerin eline büyük bir koz olarak sundu...

Bugün 12 Eylül’den ders alamamış, hala kendisini büyük gören ve geçmiş birikiminin asıl savunucusu “ben” diyen lider kaprisi ve onun yönlendirdiği grupçuklar ne yazık ki mevcut.

Yan yana gelmekten itina ile kaçınan, başkasının acısını kendi sevinci olarak gören, aynı kökten geldikleri halde yan yana gelmeyi liberalizme verilen büyük destek olarak gören bir sol ne yazık ki mevcut.

Lice'nin acısını, hendek savaşının mağdurları ile dayanışmayı kendisine uygun görmeyen, mazlumların sesi yerine kendi üyesinin sesi olmayı dert edinenlerin sol muhalefetinin geldiği yer ortada.

Bugün sol, bilerek ve arzu ederek ne yazık ki iktidarın yan değneğidir, iktidara mücadele verdiğini söylediği ve sokakları doldurduğu halde...

Sol, neden yan yana gelemez, nedenleri nedir acaba?

Sorunun yanıtını binlerce küçük kurulan cümleler ile açıklanabilinir, binlerce mazerette bulunabilinir ama sorunun yanıtı yaşam içinde ortaya koyduğumuz ilişkilerdir.

Bugün yaşadığımız ilişki ve örgütsel duruş geçmişin açıkça eleştirisi olmak zorundadır.

Hayatta kurduğumuz ilişkilere bakıyorum, sessizlik içinde fısıltı ile konuşmaları dinliyorum, ne yazık ki geçmişi henüz aşmış değiliz.

Açık ve vicdanın sesi ile konuşmak yerine küçük grupçuk çıkarını gözeterek yapılan konuşmalar... “Tarih bizi örgüt olamadığımız için yargılayacak” diyenlerin 12 Eylül yenilgisi hala ortada...

O günlerde yaptıkları tespitler doğruluğunu bugün dahi korumaktadır ama ne yazık ki aynı sorunu aşmış bile değiller.

Tarih solu ciddiye alıp eleştirecekse, yan yana gelememenin nedenlerini açıkça ortaya koyması gereklidir.

Sözde söylenmeyen ama fısıltı halinde dillendirilen bir kaç kişinin kaprisi, geçmiş ile açık yüreklilikle olaylardan etkilenenlerin hesaplılaşamaması bugünün tıkanan noktasıysa, onu aşacak yöntemler önümüzde durmasına rağmen görmezden gelinip kendi dünyası içine hapsolmuş hareketler ve bireyler; kendisine çok yakın ama farklı kulvarlarda örgütlenenler ile birlikte yan yana gözükmemek için her türlü parantez atmaları bu kadar insanın acı çekmesini ortadan kaldırmaz...

Kendisine solcu diyenler ne yazık ki tartışma kültüründen de yoksun, hemen tartışmayı kavgaya dönüştürme eğiliminde ve her tartışmadan bir düşmanlık üretme gayreti içindedir, çünkü öyle bir geleneğin devamcısı oldukları ve öyle bir kültür içinde oldukları için. Peki, bu hastalık değil de nedir?

Sol hastalık; krizi yönetememe, kriz koşullarından sol siyaset adına verimli olarak çıkmayı dert edinme yerine, solu daha küçülten ve kitleden koparan bir anlayış söz konusudur.

Sol içi çatışmalar, 12 Eylül öncesi solun kitlesel büyümesini durdurmuş, durdurmak ile kalmamış kitle içinde var olan desteğini de kaybetmiştir.

12 Eylül yenilgisinin nedenleri tartışılırken sol içinde yaşanan krizi yönetemediğini de ortaya konmalıdır. Bugün dahi kendisini (lider, kadro, abi, dayı…) üste gören ve kendisine yapılan her eleştiriyi kişiselleştirip, kamuoyuna ‘eleştireni’ düşman olarak gösteren açıklamalar ne yazık ki hala varlığını koruyor...

Bu acılar bir an önce sonlanması isteniyorsa, yapılması gereken bellidir. Bunun için 12 Eylül yenilgisine bakmak yeterlidir, oradan ders alınacak çok olay tarih sayfasında ve mahkeme tutanaklarında durmaktadır…

İşkence tezgahlarında ölen her gencin ölümünden sorumludur, yenilginin koşullarını hazırlayanlar...

Sol bugün zayıfsa nedenini dışarıda aramaktan önce kendi içinde aramalıdır, yapması gerekenlerin kaçını yapabildiler?

Sol hastalık olarak sürekli önümüze çıkan bir davranış ile yüzleşiriz ama bir türlü ortadan kaldıramayız. Solun ya da her hangi bir grubun zayıf karnına dokunan bir yazı buldular mı bunu el altından çoğaltıp hadi tartışın, hadi yiyin birbirinizi diyerek sadistçe paylaşımların varlığını sürekli korumaktadır... Yararı olmayan bu gruplaşma ve birini karalama anlayışı aslında gizliden gizliye rekabetin ve hala o eski hastalıkları üzerinden atamadığının göstergesidir. Oturup o olaydan nasıl ders çıkarırız, bir daha böyle hatalar olmaması için ne yapmamız gerekli diye düşünmek yerine, var olan yarayı kanatmak artık bir sol kültür olmaktan çıkarılmalıdır...

Bir suçun günahını tek bir kişiye veya gruba yıkmak insafsızlıktır, ne geldiyse başımıza bir arada olmamızdan gelmiştir...

12 Eylül olmuş Eminönü’nde yapılan konuşma/toplantı birçok anıda söz edilmektedir. O konuşmanın muhatapları bugün hala yaşamaktadır... Sorunun kendisi geneldir, çünkü yenilgiyi tatmayan sol yoktur. İşkence tezgahından geçmeyen solcu kalmamış gibidir... Bir arada olmanın koşulu her zaman mevcuttur, yeter ki o konuda bilerek ve grup çıkarından taviz vererek yapılmalıdır. Sol kendi örgütsel varlığını korumak adına değil halk (işçi sınıfı) adına siyaset yapar.

12 Eylül generalleri başarılı olmadı, onlara direnecek örgütlü gücü kuramayanlar onlara başarıyı altın tepsi içinde Fatsa Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler cinayeti sonrası ortak tavır ve direnç göstermemekte aramalılar...

Sol demek acı çekmek midir?

Sol yaşama dört elle sarılandır. En ağır koşulda dahi onun görevi yaşamak ve yaşatmak için mücadele etmektir... Bir mazlum gözyaşı döküyorsa onun gözyaşına derman olmaktır. Boşuna mı gitmiş 68 Dev Genç liderleri Anadolu’ya, boşuna mı toprak için kavga eden köylünün yanında kalmaya, boşuna mı yaptılar Dev Genç köprüsünü Hakkari’ye...

Ölüm üzerine sol politika üretmez, zaten üretenler ortada...

Ölüm üzerine politika üretenlere karşı gelmektir solun görevi...

Artık bırakın kaprislerinizi, geçmiş takıntılarınızı var olan örgütlü yapınız ne ise yan yana gelin, umut olun gözyaşlarını durduramayan insanlara... Tarih sizi hiç değilse direnen kuşaklar içinde ansın!...

Geçmişte sol içi mücadele diyerek solu sol içinden vurdular ve zayıflattılar. Bugün bu iç çatışmalardan der çıkarıp bir arada olmak ve ortak bir şey yapmanın ve ortak düşünmenin koşullarını oluşturmak zorundayız.


İsmail Cem Özkan

25 Şubat 2018 Pazar

Özgürlüğün Bedeli

Özgürlüğün Bedeli

1800'lü yılların başında İspanya'nın sömürgesindeki Venezuela'da Simon Bolivar (1783-1830)'ın özgürlük mücadelesinin henüz başındadır. Simon Bolivar, krala ve iktidara karşı çıkarak bir halk hareketi başlatmış ama henüz gerçek anlamda da örgütlenememiştir. Bir muhbirin onun saklandığı yeri ihbar etmesi ve yaralı olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine toplanan dokuz subay krala nasıl yakalanması gerektiği konusunda bilgi vermiştir. Kralın sadık subayı İzquierdo henüz harekete geçmeden o toplantısının hemen sonrasında bu 9 subay içinde bir subay gece karanlığına aldırış etmeden Bolivar’ın saklandığı yere gitmiş ve Bolivar’ın kaçmasına yardım etmiş.

Ertesi gün bu durum anlaşılmıştır. Kralın sadık subayı İzquierdo kısa sürede bu olayı çözecektir, içlerinde ki o ‘ihanet’ yapan subay aslında bellidir ama İzquierdo onu yakalamak için hemen hareket etmez. Bir toplantı anını bekler ve papaz ve subaylar ile toplantı halindeyken o yardım eden subayı açıklar ve hemen gözaltına aldırır.

O subay Montserrat’tır.  Montserrat halka yapılan zulmü gördüğü için Venezuelalı devrimcilerin yanında yer almıştır. Bolivar’ın halkın umudu olduğuna, onun belki de içinde bulunduğu toplum için son şansı olduğuna inanmıştır.

Montserrat artık İspanyollar için “haindir”.

İzquierdo Montserrat’ı çok yakından tanımaktadır, hatta hayatını kurtardığı için ona bir anlamda da borçludur. Özgürlük için ayaklananlara karşı yapılan bir operasyonda İzquierdo Bolivar’ın adamları tarafından çölde yakalamış ve çöl kumuna gömülmüştür, onu bir İspanyol subayı olduğu için aşağılamışlardır. Onu, o kum içinden Montserrat kurtarmıştır.

İzquierdo, Montserrat’ı işkence altında bile asla konuşmayacağını bildiği için ona manevi bir şantaj/işkence yapmaya karar verir. Yoldan geçen ilk altı insanı rastgele yakalayıp odaya getirmelerini emreder askerlerine. Montserrat bir saat içinde Bolivar’ın yerini söylemezse bu suçsuz insanlar birer birer kurşuna dizilecektir. Montserrat trajik bir ikilemde kalmıştır. Ya susacak ve bu yüzden altı suçsuz rehine öldürülecektir; ya da konuşacak, rehinelerin hayatı kurtulacak ama bu kez de inandığı Bolivar ve devrim tehlikeye düşecektir…

Tek suçları “suçsuzluk” olan altı insanı büyük bir trajedi beklemektedir. Hiç bir şeyden haberi olmayan altı insan yaşam ile ölüm arasında bir başkasının tercihine bağlı olarak kalacaktır. Fiziki işkence yerine manevi işkence uygulanmaktadır. Altı insanın bir saat sonra ki hayatta kalıp kalmamaları Montserrat’ı ikna etmeye bağlıdır. Altı insan ve Montserrat bir odada kalmıştır…

Emmanuel Robles bu oyunda hem toplumsal hem de bireysel boyutta tartışıyor özgürlüğü. Sömürülen halk toplu kıyımlarla yok edilirken, baş kaldıran vicdanına hapsediliyor.

Özgürlüğünüzün bedeli, hayatınızla ödenecek kadar ağır olabilir, peki birilerinin hayatı diğerlerine bedel olabilir mi? Üstelik buna karar vermek sizin işkenceniz ise; doğru kararı vermek daha da zorlaşmaz mı? Emmanuel Robles böylesi bir kıskacın içine sokuyor bizleri.

Olaylar kendi öyküsü içinde gelişir, peki bu konu sahnede nasıl hayat bulmuştur? Oyunu Baba Sahne’de izleme şansına sahip oldum.

Bir oyun prova yaptığı ve sürekli oyun oynadığı salon dışına çıktığında elbette bazı aksaklıklar olabilir, o da doğaldır, çünkü her salonun boyutu eni aynı değildir. Oyuncular her gittikleri salonda yeniden sahneyi keşfeder ve kısa zamanda uyum göstermek zorundadırlar, çünkü her salon değişiminde uzun uzun o sahnede prova yapma olanakları yoktur, özel tiyatrolar bir yerden başka yere giderken maliyeti hesaplamak zorundalar. Salonun kirası, oyuncuların ücreti yapımcı için sorun teşkil ederken bundan oyuncuların ve profesyonel çalışan sahne arkası teknik kadronun etkilenmemesi ihtimal dışıdır.

Oyunu sahne dekoru ve tasarımı sadedir. Sahne ortasına denk gelecek İsa çarmıha gerilmiş hali vardır (sanki İsa bana göre ters çivilenmiş gibi geldi)... Tabureler oyuncuların olması gerektiği yerlere bırakılmıştır. Mutfak ve içki tezgahı bir köşededir. Sahne bize oyunun içeriği hakkında ilk anda bir şey dememektedir. Olayın geçtiği zaman, kültür ve İspanyol kültürünü çağrıştıracak bir şey yoktur. Bu bir tercih olduğunu kısa zamanda anlayacağız. Sahnede hiçbir fazla nesne yoktur.

Video gösterimi oyunun atardamarlarından biri şeklindedir. Pablo Picasso’nun ünlü tablosu Guernica’ın üç boyutlu görüntüsü içinde savaş ve katliamların bir özet görüntüsü sunulmuştur. Konun evrensel olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Seçilen müzik konuyla ilgilidir, sözleri video görünümü ile paralel akmaktadır.

Işık sahnede sabittir, oyunun son sahnesi haricine kadar ışık sahneyi dengeli aydınlatmaktadır. Oyuncuların performanslarını daha iyi göstermek ve seyirciyi daha kucaklamak adına belki ışık üzerine biraz daha düşünülmesi diye içimden geçirdim.

İzquierdo rolünda Ümit Çırak performansı ile oyunu sırtlamıştır. Ses tonu ve vücudunu kullanımı birikimini ortaya sermektedir. Anne rolünde ki Itır Karabulut ise gözyaşları ile bir annenin dramını ortaya koymaktadır. Oyunun arka fonunda kalmış gibi durmasına rağmen Ümit Çırak’ın oyununa ve oyunculuğuna katkısı büyük olmuş… Montserrat rolünde Can Sertaç Adalıer İzquierdo rolünde ki Ümit Çırak’ın gölgesinde kalmış ve zayıf konumlanmış, aksine oyunun atardamarıdır, onun başarısı oyuna daha fazla katkı sunacağını düşünmekteyim. Ses tonu mimikleri ile sanki bağımsız gibidir, saç ve kıyafeti rolü sanki kucaklamamış gibi geldi bana… Özellikle boğazlanma sahnesinde ki performansı göz doldururken sesini iyi kullanamadığını düşündüm.

Kostümler konusuna gelince askeri kıyafetler İspanyol askerini bende çağrıştırmadı, çünkü Bolivya sömürgesi olan İspanyol askerini daha renkli ve süslü kıyafetler içinde diye anımsıyorum, ama en azından İspanyol sömürgesini ihtişamını ve zenginliğini vurgulayan renkli bir kıyafet seçilmiş olsaydı diye düşündüm. Askeri kıyafetler bugüne de çağrışım yapmadığı için sanırım başlarda oyunun içine girmedim, sesler bana metin okur gibi geldi… Tüccar rolünde ki İlkay Eren biraz daha kendisini verebilse oyunun akışına büyük katkı sunacak kadar yetenekli olduğunu düşündüm. Elbette başka bir sahnede yer almanın yeteri kadar o sahnede prova yapmamanın getirmiş olduğu aksaklıklar olarak gördüm.

Oyun genel olarak başarılı, izleyiciye yaşanan olayın ve vicdan muhasebesinin gerilimini yansıtıyor… On dakika ara verildiğinde dahi seyirciler (ben dahil) oyunun bir parçası olarak görüp yerimizde birkaç dakika oturduk. Arada dışarında oyun bir şekilde farklı görsel şeklinde devam ediyordu. Merdiven altına sıkıştırılmış, işkence görmüş ve acılar içinde ki insanlar ile oyundan seyirci koparılmamış. Oyun aslında arada bile oynanmaya devam etti… Çok zekice düşünülmüş olduğunu ve hayata geçirildiğini gördüm… Fotoğraf çekmek de üstelik serbestti, izin istedim ve fotoğraf çektim… 

Emeği geçen tüm çalışanlara ve oyunculara teşekkür ediyorum… Zamanımızın geçtiği karanlık süreçte umarım hiçbir kimse bu ikilem ile karşı karşıya gelmez…

Her çağın zalimi benzer uygulamalar ile kendi iktidarını sonsuza kadar süreceğini düşünür, tüm istilacılar istila ettikleri yerdeki her zenginliği çalmayı doğal görürler, elbette onların doğallarına karşı direnmek de doğaldır ve her zaman zalimin içinde de olsa vicdanlı insanlar çıkar ve direnir.

İçimizde yaşattığımız umudu hiçbir zalim yok edemez…

İsmail Cem Özkan


Özgürlüğün Bedeli
Yazan: Emmanuel Robles
Çeviren: Kaya Öztaş
Yönetmen: Ümit Çırak
Yardımcı Yönetmenler:
Tolga Çıklaçiftçi - Çağatay Çatal
Reji Asistanları:Itır Karabulut – Zarife Nur Şen – Burcu Peşinci
Dekor Tasarım/Uygulama: Ceren Evgen Çırak
Kostüm Tasarım/Uygulama: Levon Kordonciyan
Işık Tasarım/Uygulama: Serdal Ece
Müzik Tasarım/Uygulama: Kutsal Kaan Bilgin
Afiş Tasarım: Burcu Peşinci
Video Prodüksiyon: Tamtam – Ozan Can – Umut Kahya
Performans: Nadide Deniz Korkmaz
– Saruhan Tolga – Eray Uygun

Oyuncular:
İzquierdo- Ümit Çırak
Peder Coronil- Çağatay Çatal
Montserrat- Can Sertaç Adalıer
Komedyen- Özenç Eren Yelçi
Çömlekçi- Bertan Çalışkan
Tüccar- İlkay Eren
Ricardo- Baran Bayraktar
Anne- Itır Karabulut
Elena- Öyküsu Özyürek
Morales- Erdi Yaşar
Zuazola- Emirhan Bayramoğlu
Askerler- Ozan Can, Buğra Akyüz