3 Aralık 2022 Cumartesi

Profesyonel

Profesyonel

 

Karanlık bir salon, sahnede kapı açılır, karanlıkta biri masanın başına geçer ve ışık ağır ağır masa ve masanın başında oturanı aydınlatır. Oturan kişi artık daktiloda yazı yazmaktadır... Daktilo sesine eşlik eden arka fonda bir müzik. Müzik, daktilo bizi sahnede oluşturulmuş olan odaya davet eder…

 

Daktilonun başında bulunan kişi kısa süre içinde nasıl bir rolü canlandırdığını izleyiciye aktarır; yazardır, yayınevinde yöneticidir. Kısa bir süre önce atanmıştır, oyun içinde yazdığı bir metni aynı zamanda seslendiren görevindedir. Hem metni okur gibi seyirciye aktarırken, hem de aktardığı metne uygun sahnede görevini yerine getirmektedir, kısaca ikili görevi yapmaktadır. Zaman zaman oyunun içinde rolünü canlandırırken anlatıcı özelliğinin kaybolacağını bekleyebilirsiniz ama aksine öyle değildir, anlatıcı daha öndedir, oyunun içinde de rolüne uygun mimikleri ve sesi ile seyirciye olması gerekeni aktarmaktadır. Kısaca hem anlatıcı hem de sahnede oluşturulacak olan oyunun içinde bir özne… 

 

Yugoslavya’da bir sonbahar günü, pencereden gelen ışık demeti içinde yağmur sessizce yağmaktadır. Yan odada müzik yerel türküleri çalmaktadır. Ses masa başındakini rahatsız eder ama ses kesilmez… O sırada telefon durmadan çalar. Telefon kitap yayınlatmak isteyen bir yazarın inatçı araması olduğunu öğreniriz… İnatçı ve kitabının neden ret edildiğini öğrenmek istemektedir… Henüz 5 aydır çalışmaya başlayan yazar ve yayınevi yöneticisi kendini ret etmediğini vurgular ama karşı taraftaki söz dinlemez… Batmakta olan bir yayınevine atanmıştır, o yayınevini canlandırması beklenmektedir, oyunun ilerleyen zamanında öğreneceğiz ki o oraya “başarması için” değil, “başarısız” olsun diye batmakta olana atayarak var olan geçmişten gelen birikimi ve toplum içindeki ağırlığının yani gözden düşmesi beklenmektedir. Eğer başarılı olursa elbette atayanların bu gizli niyeti ortaya çıkmayacaktır! 

 

Her yeni rejim önce kendi yandaşını veya yandaş gibi gördüğünü yemek ile başlar!

 

Kapı açılır ve sekreter girer odaya, dışarıda biri beklediğini bildirir… Aynı zamanda yan odada kendisinin doğum günü kutlaması için toplandıklarını bildirir, işlerini bitirir bitirmez oraya geçmesini de bildirir. bir doğum gününde sürprizler onu geçmişe götürecektir... 

 

Öykünün kurgusu içinde kara mizahın o kıvrak dili ve kurgusu, beklenmeze açılan kapısı oyunun içinde bizi kucaklar. Devleti adına çalışan bir polisin, izlemek ile sorumlu olduğu ve devlet için potansiyel tehlike olanın rejim ya da iktidarın muhalefete bakışı değiştikten sonra yüzleşmesini izleriz…

 

Kara gülmecenin içindedir yüzleşme, bir anlamda kişinin hem kendisi hem de çevresi ile doğum gününe denk gelen günde yüzleşmesi. 

 

Çoban köpeklerin yaşlanınca yerini genç köpeklere bırakan öyküsünde, yaşlı köpek ormanın dehlizlerinde çaresiz ve bir başına bırakılmasıdır. Polis emekli olmuştur, izlemek ile yükümlü olduğu yazara benzeyen oğlu sürgünde, devlet için tehlikeli yayınları yayınlamaktadır. Yani yazardan etkilenmiş çocuğu ve yazarın etkilendiği polis… İletişim uzun yıllardır vardır ama yazar bundan bir haberdir bir anlamda, o habersiz iletişimlerin ortaya çıkarmış olduğu polis kayıtlarının ciltlenmiş kitap olacak şekilde tasniflenmiş hali ile karşılaşacaktır. 

 

Devlet için tehlikeli kategoriye gireni izlemek sivil polisin görevidir, elbette ancak görev verilmişse, görev sınırları içinde onu takip eder ve kayda alır. Her adımını, her toplum içinde konuşmasını, arkadaşları ile buluşmaları, toplu seyahatlerini  kayıt altına almıştır... Eğer görev verenler tarafından uygun görülürse bir gün o kayıtlar suç teşkil etmek için yargı içinde kullanılacaktır…

 

Olay her ne kadar Yugoslavya'da Tito dönemi ve hemen sonrasında geçiyor olsa da olayın benzerliklerini birçok ülke ve zaman dilimi içinde bulabilirsiniz…

 

Kara mizahın ülkesi, coğrafyası ve zamanı yoktur, uyarlamak isterseniz istediğiniz zamana ve coğrafyaya uygulayabilirsiniz, çünkü devlet var olduğu süre içinde; muhalefet ve iktidar hep var olacaktır ve çelişkiler biçimsel değişim gösterse de özde hep aynı kalacaktır…

 

Yıllar sonra tekrar izlerken ilk izlediğim zamanki heyecanı, konuyu ve akışı biliyor olmama rağmen kendimi önyargısız sürprize açık bıraktım. Oyuncular her zaman olduğu gibi sahnede devleşirken, oyunun kurgusunu yönetmenin istemleri yönünde yorumlarken, sahne düzenlemesi, ses, ışık ve diyalogdaki akıcılık bizi sahneye taşırken, sahnede anlatıcı konumda bulunan Yetkin Dikinciler zaman zaman seyirci ile diyaloga girip, oyunun akışından seyirciden tahminlerde bulunmasını, yanıtlar almasını ve yanıtlara uygun mimikleri ile seyircinin sözü ile sanki oyun devam ediyormuş izlenimi içinde salonu da bir anlamda sahne yapmaktadır… Bülent Emin Yarar ise emekli polis rolünü o kadar içselleştirmiş ki, yıllar geçmiş olsa da ilk günkü sahneye çıktığı heyecan ev içtenlikle oynamaya devam ediyor.  Bülent Emin Yarar oyundaki görevi anlatıcılık değildir, o seyirci ile direkt muhatap olmaz, onun görevi sahnededir ve sahne içinde oluşan diyaloglara mimikleri ve sesi, vücut dili ile hayat vermektir. İyi ki böyle bir role hayat vermiş, sahnede seyirciye oyunculuk dersi de vermektedir… Gülen Çehreli ise ikili rolü var oyun içinde. Birincisi sahnede, ikincisi yönetmen yardımcısı olarak. Her iki görevi de yıllardır istikrarlı yerine getirmektedir… Sesi, mimikleri ile sahneye ayrı bir güzellik katmaktadır. Cenap Oğuz, çok kısa zamanda sahnede yer almaktadır. İşkence görmüş, polis sorgusundan geçmiş bir yazar… Hem kendi hakkı için kavga ederken, polisi tanıdıktan sonra devlet gücü karşısında çaresizliği, korkuyu, endişeyi de sahneye canlandırıyor… Aslında her oyuncu rolünü iyi yaptığı için bütün oyuncular sahnede birbirini büyütüyor…

 

Işık, ses, dekor, kostüm hepsi bir bütünün parçası, seçilen polisin giydiği yıpranmış ayakkabı, sahnede olan her şey ayrıntılı olarak düşünülmüş, işlevlerini yerine getirirken oyuncuların hareket alanı genişlediğine şahitlik ediyoruz…

 

Oyun yıllardır sahnede, öyle umuyorum ki  yıllardır sahnede olmaya devam edecek…

 

Bu oyun yıllardır sahnede olmasını Işıl Kasapoğlu’nun başarısı olarak görmekteyim… Öyle bir oyunu kurgulamış, öyle oyuncular ve ekip oluşturmuş ki, oyun hep dolu salonda oyun sonunda ayakta alkışlar ile emeğinin karşılığını alıyor…

 

Biz, devlet Tiyatrosunun Mecidiyeköy sahnesinde oyunu yılar sonra bir kere daha izleme imkanımız oldu, bu imkanı bize sunan tüm çalışanlara teşekkür ediyorum… İyi ki varlar, iyi ki solanlar var ve bu salonlarda birbirinden değerli oyunları izleme ve oyunlar hakkında yorum yapmama imkan sunan tüm emeği geçenlere teşekkür ederim.

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Yıllar öncesi bu oyun hakkında yazdığım yazı aşağıdaki linkte bulunmaktadır.

https://galatagazete.blogspot.com/2015/10/profesyonel.html

 

Profesyonel

Yazar: Duşan Kovaçeviç
Çevirmen: Bilge Emin, Başar Sabuncu
Yönetmen: Işıl Kasapoğlu
Dekor Tasarımı: Nurettin Özkönü
Giysi Tasarımı: Gülümser Erigür
Işık Tasarımı: Önder Arık
Müzik: Cenap Oğuz
Yönetmen Yardımcısı: Gülen Çehreli
Yönetmen Asistanı: Tuğçe Şartekin Karasu
Sahne Amiri: Reşit Arslan
Kondüvit: Zeynep Reha Dağarslan
Işık Kumanda: Bülent Yalçın
Oyuncular: Bülent Emin Yarar, Yetkin Dikinciler, Gülen Çehreli, Cenap Oğuz

30 Kasım 2022 Çarşamba

Cadı Kazanı…

Cadı Kazanı…


Perde henüz kapalı, seyirciler salonda yerlerini almış, cep telefonlarını kapatırken ya da sessize alırken sahneden salona doğru perde arkasından kadın sesleri gelmektedir… 

 

Ve perde! 

 

Alacakaranlık bir sahne bizi kucaklıyor. Seyirci üzerine düşen  rolünü oynamaktadır, sessizce ışığın geldiği yöne bakmakta, fakat bazı seyirciler cep telefonlarının ışığından anladığım kadarı ile hala sosyal medyadan kopamamış, sahne ile irtibatını gelecek sese bırakmış gibi. 

 

Ağır ağır perde açılır, bir grup kadın sahnenin ortasında oluşturulmuş platformda dini bir ritüeli gerçekleştirmektedir… sahnenin arkasından gelen bir yatak ve üzerine bir kız çocuğu ile seyirciyi oyuna davet eder. 

 

Seyirci sessizce alacakaranlık içinde ışığı ve sesi takip etmektedir…

Hasta bir kız çocuğu ve çevresinde olanları zaman içinde tanıyacağız, fakat konu bildiktir…

 

Endişe, korku, olacakların habercisidir... 

 

Şeytan kızı teslim almıştır, ondan şeytanı çıkarmak için o konuda uzmanlar çağrılacaktır, özellikle köyün zengini bu şeytan fikrini kabul olması için baskı yapmaktadır. Papaz Parris bu duruma başta direnmektedir, fakat kısa zamanda fikri değişecektir, bir fırsattır belki, köyde kendisini dinlemeyenleri cezalandıracak bir olanak vardır…

 

Oyunun kurgusu kısa sürede seyirciyi saracaktır, fakat alacakaranlıkta oyuncular o kadar gölgede kalıyor ki, sesleri mimikleri oluyor, yüksek ses ile yapılan diyaloglarda sesler birbirine karışıyor ve anlaşılmaz oluyor… Her bağırma sonrası acaba ne diye konuştular diye tahmin etmek seyirciye verilmiş bir görevdir...

Alacakaranlık, mimikler ve ses iç içe geçmiştir…

 

İlk bölümde oda vardır ama duvarı yoktur, çünkü o duvar kafamızın içinde oluşmasını sağlamak için yönetmen o platform ile seyirci arasında zaman zaman oyuncuları geçirerek bir anlamda duvarı kafamızın içinde örmektedir… Odanın içi ve dışı seyircinin kafasında canlandırılmasını başarılı buldum, bu sayede sahnede perspektif yaratılırken aynı zamanda olmayan duvarda örülüyor…

Abigail Williams başta kenarda duran bir karakter olmasına rağmen kısa zamanda onun intikam duygusu onu oyunun merkezine taşıyacaktır… İntikam duygusu, köylülerin toprağını ucuza kapatmak isteyen tüccar ve papazın kendisini dinlemeyenlere ders verme arzusu bir cadı kazanı kaynatır…

 

Kazanın altına ateş verilmiştir, o ateş istenilenin üstünde olaylara gebedir…

Papaz Parris kızını iyileştirmesi için şeytan kovma uzmanı Papaz Hale’i haber çağırır. Böylece “cadı avı” başlar. Genç kızlar suçlamalardan kurtulabilmek için cadılık suçlamalarını başkalarının üzerine atmaya başlarlar.

 

Köyde ne kadar kadın varsa potansiyel suçludur!

Soruşturmalar, sorgular derken iş mahkemeye kadar varır… Kızların suçlamaları yüzünden çok sayıda kişi tutuklanır. İlgisi olsun olmasın köyde yaşayan her kadın cadı kuşkusu ile gözaltına alınır ve cadı avında delil ve şahide gerek olmadan kararlar verilir, küçük bir kuşku ölüm kararının verilmesi demektir, çünkü yasaları yazan Allahtır ve tanrı buyruğu bu konuda nettir, ya ölüm ya da yaşam… Ya suç ya da suçsuz… Ya masum ya da suçlu… Siyah beyaz kadar nettir, ara yoktur…

Sorguda her insan bir anlamda “cennet ve cehennemi sırtında taşıyor”…

 

Ortaçağ karanlığının getirmiş olduğu düşünce yöntemi ve sorgu o kadar masumu ateşe atmaktadır ki, delile ve akıl yürütmeye gerek bile duymaz, verilen kararlara karşı kuşku ve itiraz hakkı da yoktur. Günümüz deyimi ile “şeriatın kestiği parmak acımaz!” ama ortada kadınların idam sehpası kurulmuştur, kurulan sehpa görevini yerine getirecektir…

“Çok garip ve kötü zamandan geçiyoruz, karanlığın içinde kendimize yol arıyoruz.” diye fikrini ve itirazını ortaya koyan çiftçi Protoctor ve ailesi bu yaratılan cadı avının ortasına düşmüştür… Tanrının buyruğundan biri olan zina suçu işlemiştir. Bu suçun tarafı olan Abigail intikamını alacaktır… Abigail için uydurduğu hikayeye ortaçağ mantığı ile bakanları inandırmak zor bir şey değildir, içine şeytan (intikam duygusu) girmiştir, şeytan her yerdedir… Çocuk oyuncağını bir büyü aracı olarak ortaya sunar ve o oyuncağın hiçbir şeyden haberi olmayan Protoctor’un karısı Elisabeth’in sonunu hazırlar…

Mahkeme, kızlar sorguda kimin ismi geçirmişse soruşturmaya alır…

Her mahkemeye düşen kendisini umutsuzca kurtarma mücadelesindedir ama kuşku o olanağı ortadan kaldırır, çünkü kuşku varsa suç vardır ve idam kaçınılmazdır…

İki bölümden oluşan bu oyunda sahne genelde hep alacakaranlık içindedir... Oyuncuların mimikleri seslerinde gizlidir… Sahnede ışık oyunculardan daha çok olayın örgüsünü yeniden yorumlayan yönetmenin istemleri yönündedir, ses zaten nereye odaklanmamız gerektiğini belirtmektedir… Işık bizim alışık olduğumuz oyun içinde hareketi izlemez, bir iki sahne hariç. Kadınların haykırışı ve son sahne Elisabeth üzerinde odaklanır… Müzik zaman zaman o kadar çok yükselir ki, ses müzik içinde yok olur ve bölümler arası geçiş sağlanır… Oyuncular verilen görevi yapmıştır, karanlıkta oldukları için genelde mimiklerini görme şansına erişemedim ama sesleri ile görevlerini yaptıklarını hep düşündüm…

Oyundan seyirciye ne kaldı diye kendi kendime sorduğumda; keşke o kadar çok ses ve ışığın alacakaranlığında kalmadan oyunun konusuna uygun ve ritmin yükseldiği anlarda seyirciyi yani bizi biraz daha kucaklamasını isterdim… Oyunun içine girip izlemek yerine, seyirciyi hep dışarında bırakan, seyircinin kafasında soru oluşturmadan verilen ile öykünün kurgusunu izlememizi arzu edilmiş gibi geldi bana…

Arthur Miller yaşadığı zamanda yaşadığı cadı avını bu oyun ile sansüre inat dillendirilmiş, sessizlerin sesi olmuştur… Oyun hem beyazperdeye hem de operaya uyarlanmış ve dünya sahnelerinin unutulmaz ve fırsatı olduğunda tekrar tekrar sergilenmesi gereken oyunlardan biridir…

Ülkemizde de zaman zaman sahnelenmiş ve bu dönemde bir kere daha sahnelenmesi çok anlamlıdır… Keşke alacakaranlık içinde değil de daha aydınlık bir sahnede öyküyü içselleştirerek seyretmiş olsaydık… Kuşkusuz yaşadığımızı zaman belirsizlikler ve cadı avları ile doludur, fakat biz sırtımızda ne cenneti ne de cehennemi taşıyoruz, insanlık tarihinden öğrendiğimiz bir şey vardır, girilen girdaptan “başka bir hayat” ile çıkışın mümkün olduğunu biliyoruz…

“Umut her zaman vardır ve o umut her zaman okuyana ve izleyene de verilmelidir” düşünceleri içinde salondan ayrıldım.


İsmail Cem Özkan


Cadı Kazanı

Yazan: Arthur Miller
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu - Vedat Günyol
Yöneten: Yiğit Sertdemir
Dekor Tasarımı: Metin Deniz
Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı
Müzik: Emrah Can Yaylı
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Efekt Tasarımı: Hanefi Topraktepe
Hareket Düzeni: Senem Oluz
Dekor Uygulama: Murat Gökden - Duygu Ateş
Kostüm Uygulama: Hacer Duran - Sibel Usanmaz
Yardımcı Yönetmen: Eraslan Sağlam
Reji Asistanları: Onur Demircan - Salih Şimşek - Özge Kırdı

Oyuncular: Berfu Aydoğan, Berna Adıgüzel, Burak Davutoğlu, Canan Kübra Birinci, Ceren Kaçar, Emre Çağrı Akbaba, Eraslan Sağlam, Ersin Sanver, Ezgim Kılınç, Fatma İnan, İbrahim Can, Mehmet Bulduk, Nilay Yazıcıoğlu, Onur Demircan, Ozan Gözel, Rozet Hubeş, Selçuk Yüksel, Selen Nur Sarıyar, Zeki Yıldırım