31 Ocak 2009 Cumartesi

Çok yaşa sen II. Abdülhamit!

Çok yaşa sen II. Abdülhamit!

Bu sözler yıllar önce söyleniyordu, o karanlık dönemler içinde. Şimdi Gazze şeridi içinde oranın karanlık sokaklarında söylenir oldu. Gazeliler II. Abdülhamit’in yeniden doğuşunu kutlar gibi, ellerinde posterler, Osmanlı ve de Türk bayrakları ile meydanları doldurmuşlardır. Sen çok yaşa Abdülhamit!

Tarihin yeniden doğuşu gibi algılanabilir, fakat tarih yeniden doğmaz, çünkü o gün olanlar öyle olmak zorunda olduğu için olmuş ve bitmiştir. Bugün aynı koşullar ortada değildir. O gün İsrail devletinin oluşumuna izin vermeyen Abdülhamit yoktur, çünkü devlet oluşmuş, baskı yapan bir kuruma dönüşmüştür çoktan. Filistinlilere karşı katliam yapmaktan çekinmeyen bir devlet ile karşı karşıyayız ve sınırımız dahi yoktur. Bir zamanlar orada olan her şey iç işlerimizdi, bugün olmadığının farkında dahi değiliz!

Hamas’a karşı gösterilen hassasiyet, nedense başkalarına karşı gösterilmez, çünkü başkalarına karşı gösterilmesi için, iç işlerimiz uygun olması gerekliydi. Seçim olması gerek, o seçimde iktidar olma hırsı olması gerekliydi. Eğer Irak, Afganistan işgalleri sırasında muhalif partilerin biri, kitlesel gösteriler yapmış olsaydı, iktidar partisinin elindeki iktidar erkini alma konusunda tehdit oluşturulmuş olsaydı, bu hassasiyet onlar içinde gösterilirdi diye düşünüyorum. Onlara gösterilmedi, çünkü iktidarı zorlayacak durum ortada yoktu! Bizde dış tepkiler içe dayalı olarak verilir. Dış dünyadaki gelişmelerden o kadar soyut yaşarız ki, gelen global krizi bile teğet geçecek diye bekleriz! Bizi sarstığında ise şaşkınlık içinde anlamaya çalışırız!

Ülke içinde, ülke insanına göre konuşmalar seçimde oy olarak döneceği hesaplanır, batılı gibi konuşmak bu ülke iç siyaseti için geçerli değildir. Bizim için büyük olan siyasi adamlar, dış dünyada büyük olmazlar, çünkü bizim siyasi adamlarımız için öncelik iç politikada gelecek oy hesaplamasıdır. Batılı gibi davrananlar ise iktidara hep teğet geçer!

Ülkemiz içindeki değişimler dış güçlerin tetiklemesi ile olmuştur. Darbeler bile dışarıdan yönetilir, içteki figüranlar oynar. Oynayan figüranların yüzlerini mahkeme önünde görmeyiz ama ekranlardan eksik olmazlar!

Son Davos kasabasındaki çıkış, bizim iç işlerimize yönelik bir hareket olmasını umarım dış devletler anlar da bize yeni bir müdahalede bulunmazlar, çünkü her bulunduklarında bizler çağdaş refah seviyesinden uzaklaşmaktayız! İç dinamiklerimiz bu dış müdahalelere karşı güçlü olmadığı son 80 yıllık tarihimiz içinde durmaktadır. Onlara rağmen yaptığımız hareketler, bizi ne kadar çalkantılar içinde bıraktığı, ne kadar kardeş kanı döküldüğü ile ortadadır.

Şimdi bu bir korkunun yazıya dökümü olarak algılanabilir, onlara rağmen bir şey yapmayacak mıyız, bağımsız değimliyiz diye içinizden geçirebilirsiniz. Elbette onlara rağmen yapılacak bir şeyler vardır, onların sisteminden kurtulmak ve onların bizim üzerimize yığmış olduğu bağımlılık zincirinden kurtulmaktır. Onun yolu da bellidir. Tam bağımsız, demokratik bir cumhuriyet mücadelesi hep var olmuştur, var olmaya da devam edecektir. Onlara bağımlı kalarak, onlara rağmen bir şey yapılamayacağını dillendirmek istedim.

Gazze’de atılan sloganlarda II. Abdülhamit söyleniyorsa eğer, bir ülke için pek hayra alamet değildir diye düşünüyorum, umarım sonumuz Osmanlı gibi olmaz!

29 Ocak 2009 Perşembe

Halimce Bedreddinem!

Halimce Bedreddinem!

“Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.”

Bir söz onu nerelere getirmişti, nerelere götüreceğini bilmiyordu. Bir mezarın başında sessizce duruyor ve taşın üstündekileri okumaya çalışıyordu. Okumaya çalışırken aklının içinde sesler ona bir şeyler anlatmaya başlamıştı bile.

“Beni kara toprakta değil, hakikatı anlamış insanların yüreklerinde arayın!..Ben de halimce Bedreddinem...”

Mezar dedikte, bu mezar nerede diye kısa bir bilgi ile başlayayım sözüme; O İstanbul Divanyolu Caddesi üzerinde, II. Mahmut’un türbesi bahçesinde pek dikkat çekmeyen bir mezarın başında mırıldanıyordu. Mezar taşı gösterişli değildi, sonradan öylesine dikilmiş izlenimi veriyordu. Taşın üzerinde Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (K.S.) yazıyordu.

Sessizce durmuş elleri yanında oraya bakıyordu, dudakları konuşur gibi açıldı ve “Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur.” sözleri duyulur duyulmaz gökyüzüne doğru savrulmuştu. Çevreye telaşlı gözlerle bir baktı, kimse yoktu. Sekizgen bir yapının içinde duran bir tek kendisiydi, mezarlıklar hep sessiz mi olur?

Mezarın hikayesi yazılı değildir. Sözler uçucudur, kalıcı olan eserlerdir. Mezar nasıl oldu da Bedreddin’e ölüm fermanı verenlerin bahçesine kondu? Onu idam edenler ile şimdi yan yana durmaktadır.

Gözleri geçmişin buğusu içinde tek noktaya odaklanmıştı. Geçmiş geleceği yazmaya devam ediyordu.

1924 yılı ülkemiz için kargaşanın ve telaşın olduğu yıldır. Lozan anlaşması gereği vatan aynı kalmış ama üzerinde yaşayanlar başka vatanlara göç etmek zorunda kalmışlardır. Gittikleri yerde kendi dilleri konuşur olunmuş ama vatan olarak bellememişler. İçlerinde hep özlem kalmıştır. Ülkenin etnik yapısını değiştiren bir durumdur. Nüfus değişimine yol açan mübadele sırasında sadece yaşayanlar değil, ölülerde yer değiştirmiştir. İşte bu dönüşüm sırasında idam edildikten sonra yattığı topraklardan koparılıp gelmiştir. Serez’den İstanbul’a yolculuk 508 sene sonra gerçekleşmiştir.

Mezarlığın başında dudaklarından Nazım’ın dizeleri dökülür.

“Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.”

Şeyh Serez’den yüzyıllar sonra idam fermanı verenlerin yanına getirilmiştir.

II. Mahmut’un türbesi oğlu Abdülmecit tarafından Ohannes ve Boğos Dadyan kardeşlere yaptırılmıştır. Bu türbenin bahçesi 1861 yılında türbeye bağlı mezarlığa dönüştürülmüş ve büyük çoğunluğu 1840–1920 tarihleri arasında görev yapmış devlet adamları ve yazarlar, şairler bu avluya defnedilmişlerdir. Şeyh Bedreddin mübadele sonrası buraya getirilmiş ama öyle sakin bir şekilde yatamamıştır. Yaşarken ne kadar çok korkuyorlarsa, öldükten sonrada ondan korkmaya devam edilmiştir.

1970’li yıllarda ülke yeni bir kargaşanın ortamındadır, o dönemde muhalif olarak gelişen sol güçler Bedreddin ve yoldaşlarının mücadelesini Nazım’ın destanından okur. Onu tanımak ve mezarını ziyaret etmek isterler. O dönem içinde yüzyıllar sonra mezarı bir kez daha tahrip edilir, eğreti olarak konulan taşı ortadan kaldırılır. Bu belirsizlik 1988 yılına kadar sürer, o yıl artık komünistler için esin kaynağı olmayacağına inanarak sanırım taşı yeniden yerine koyarlar.

“Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.
Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Bu kasaba İznik kasabası. Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
sakalı büyük
sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
«Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar.. “

Sürgün Bedreddin’in sonun başlangıcıdır. Onun yoldaşları onun açtığı yoldan gidecektir. O sürgün yılları içinde düşüncelerini daha da arılaştırmış, yüreği daha bir hızlı çırpar olmuştur.

“Öğrenciler değişir, ama öğreti kalır” öğretisi artık Anadolu topraklarındadır. O topraklarda her türlü yasaklamalara, unutturmalara karşı direnmiştir.

Mezarı saklanmış gibidir, gidenler ancak tesadüfi sonucu görürler. Gösterişsiz ve aradadır.

“Gerçeğe engel olabilecek bir ceza daha icad olunmamıştır.” Bedreddin’in sesidir. Hiçbir ceza onun öğretisini yok etmemiştir. Bedreddin’i tanımadan Pir Sultan’ın isyanını anlayamazsınız! Onun sözüdür, onun sesinde olan. Unutturulan ve yok ettirilen dizeler içinde.

“Bizim görevimiz yol göstermektir; dostların görevi ise, çalışıp çabalamaktır. Sonsuz olan gönül evreni, zamanla değişir. Acele etmeye gerek yoktur. Her yemişin bir mevsimi vardır. Fakat boş oturmamak, çalışmak gerekir...” onun dostu Nazım geniş kitlelere destan ile ulaştırmıştır.

Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in asıl hedefleri; din, dil, ırk, cinsiyet ve düşünce ayrımı yapmadan, insanların adil bir düzende insanca, özgürce, eşit ve kardeşçe yaşamalarıydı. Bu düşünceleri bugün dahi bu topraklarda filiz vermeye devam ediyor, her filiz daha büyümeden koparılırken, başka bir yerden yeniden güne doğru boynunu çıkarmaya devam ediyor.

“Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven, en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden.
Baktı dimdik
dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

*
En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
- bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler. Yenenler,
yenilenlerin dikişsiz,
ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek. O, «hey gidi kambur felek, hey gidi kahbe devran hey,» der. Ve teker teker, bir an içinde, omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, yüzleri kan içinde geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..”

Cem Karaca’nın sesi gelir kulağına, o mezarın başında o toprağa bakarken.

Bedreddin ve yoldaşları Ege topraklarında din ayırımı, ırk ayırımı yapmadan yoldaş olmuştu, onların kavgasında her bir can, bir beden olmuştu.

Yarın yanağından gayrı her yerde, hep beraber! Onlar şimdi ayrı yatıyor olsalar da bütün yoldaşları ile gülümsemeye devam ediyorlar.

“Boynu vurulacak iki bin adam, Mustafa ve çarmıhı cellât, kütük ve satır her şey hazır her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa altın üzengiler kır bir at. Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk Amasya padişahı şehzade sultan Murat. Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât. Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü başlar. Ve her baş düşerken yere çarmıhından Mustafa baktı son defa. Ve her yere düşen başın kılı depremedi: —İriş Dede Sultanım iriş! dedi bir, başka bir söz demedi.. “

Mezarın başında “Dede Sultanım iriş!” dedi seslice ve mazerlıktan dışarıya doğru yol aldı.
Kalabalık içinde belki Bedreddin’di, belki de yoldaşlarından biriydi.

“İriş Dede Sultanım iriş!”

25 Ocak 2009 Pazar

Olaylara bakarken…

Olaylara bakarken…

Olaylar arka arkaya ve sıra beklemeden devam ediyor. Yaşamın kaosu olayların oluş biçimine de yansıdı. O kadar olay arka arkaya ve üst üste geliyor ki, hangisine yorum yapacağımızı şaşırdık.

İstiklal Caddesinde cam aşağıya düşüyor ve altında birçok insan. Sorumlu var mı? Yok! Çünkü, tutuklanan kimse yok. Peki, sorumsuz çok mu diye sorarsak soruyu, evet demek zorundayız. Sorumsuzların cirit attığı bir ülkede yaşıyoruz. Ölen öldüğü, acı çeken acı çektiği ile kalıyor. Yaşam bir tesadüf demekten başka bir şey gelmiyor elimizden!

İstiklal Caddesi değişik eylemlerin olduğu bir ana cadde. Bu caddede değişik görüşten insanlar ve gruplar eylemlerini yapar. İstiklal caddesi normalde çok kalabalıktır, kalabalığın içine karışarak, kalabalık gözükmek isteyenler ve seslerini daha çok kesime ulaştırmak isteyenler orayı eylem alanı olarak seçer. İstiklal Caddesinde, en büyük eylemler bile caddeyi dolduran insan sayısından azdır. Fakat bu az olma durumu haberlerde konu olmaz, işte şu kadar kişi ile yaptığı eylem diye haberler okuruz. O anda istiklal caddesinde insan sayısı içinde, göstericinin sayısına bir bakın, kim daha başarılı? Bu durumu yaratanlar mı, eylem yapanlar mı?

Depolitizasyon politikaların başarısı ortadadır. Eylem yapanlara dinozor gözü ile bakıyorlar. Fakat bazen o dinozorların başarısından yaralanmayı ise onur olarak görüyorlar. Katılmadıkları eylemlere sahip çıkan insan sayısı, katılanlardan fazladır. Başkalarının emeği üzerine politika yapmak alışkanlık haline geldi ve kimse onu sorgulamıyor bile. Sorgulasa da eline bir şey geçmeyeceğini biliriz, ne yapalım ülkemizin gerçekliği budur.

Yenilgi sonucu sol marjinallikten kurtulmak için çaba sarf eder, tam kurtulma umudu olduğu anda parçalanır, sonra yeniden umutlar beslenir.

Kendisine sol diyen bazı kesimler ise, marjinallikten kurtulmak, eylemine daha fazla insan gelmesi için, değişik sosyal gruplar ile ortak eylem birliklilerine girer. Karşılıklı bir çıkar durumu vardır.

İnsan Hakları Mücadelesi normalde ayrımcılık yapmaz, fakat bizim gibi gelişmemiş ülkede ayrımcılık doğaldır. İdeolojik duruş bu ayrımcılığı sonuna kadar gözler önüne serer. İslami kesimin insan hakları mücadelesi veren örgütlenmeleri vardır. Bu örgütlenmeler zaman zaman solcu olarak bilinen kişiler veya örgütler ile eylem birlikteliklerine girerler. Demokrasi mücadelesi içinde her kesim katılması kadar güzel bir şey yoktur. Ne mutlu, demokrasi mücadelesi veriliyor!

Eylem birlikteliklere bir bakıyoruz, iki tarafın çıkarının olduğu birliktelikler oluyor. Demokrasi mücadelesi bile parçalı olur, e nede olsa gelişmemiş ülkede bunlar doğaldır. Güçlü olan kendi istemini öne çıkarıp, ötekini renk olarak yanında taşır. Demokrasi için 40 milyon ayak olmadık mı? O zaman bu durumdan mutlu olmak gereklidir!

Başörtüsü olarak yutturulan türban özgürlüğü mücadelesi içinde yer alan solcular. Türban özgür olduğunda ne kadar özgür oldukları ise tarih içinde açık açık durmaktadır.

Türban özgürlüğü için eylem birlikteliği yapanlar, Alevilerin istemleri için yapılan eylemlere katılımı ne kadar olmuştur? Eylem birlikteliği yaptıkları İslamcı mücadele arkadaşlarını o etkinliklere getirebilmişler midir? Aleviler mücadelelerinde neden yalnız kalırlar?

O anlı şanlı İslamcı insan hakları dernekleri, Alevilerin istemlerini demokrasi mücadelesinden görmedikleri için, ellerine gelen ilk fırsatta boğmaya çalışırlar. Her türlü ihlal davranışları gösteririler ama eylem ortakları onları görmez, görmek istemez. Sonuçta demokrasi mücadelesidir!

Mazlum Der ile ortak eylemlere giren solcu olduğunu söyleyenlere bakın, neyi savunuyorlar? Kimi destekliyorlar? AKP bile onlar için demokrasi mücadelesi için önemli bir güçtür, onların yoluna su dökmekten çekinmezler. Bugün yaşananlar ve baskılar içinde onların sorumlulukları yoktur! (Onlara göre!)

İşine geldiği gibi hareket etmek, ilkelerin olmaması, bir sol gelenek olarak önümüze sürülüyor. İlkesizlik, eylem birlikteliklerinde kendisini gösteriyor, işine geldiği kadar yol al, sonra diyerek marjinal kalanlar, hep marjinal kalmaya devam ediyorlar. Onları eylemleri içine alan İslami kesim ise demokrat olmuş oluyor. Çünkü onlar gelin bizim ile yürüyün diyebilmektedir, dünya kamuoyu önünde bakın bizim eylemlerimizde solcular bile yanımızda diyebilmektedir. Solcuları da içimize aldığımıza göre haklıyız demekten çekinmiyorlar. (Paradigmanın iflası mı yaşanıyor yoksa?)

İslami kesimin yaptığı hangi eyleme polis zor kullanmıştır? Görülmüş şey midir? polisin davranışı bile ortada durmaktadır. Polisin demokrasi mücadelesi ortada değil mi? Solcular bir şeyi protesto ettiğinde coplar ve gaz bombaları kullanılır, kullanılmaması şaşırtıcı oluyor! İslami kesim eylem yaptıklarında, eylemcilerin güvenliği alınır. Demokrasi mücadelesi hepsi, demokrasimiz içinde her şey doğal akıyor değil mi?

Gazze saldırısı protestolarında bir gün önce Ankara Kızılay’da neler yaşandı, ertesi gün neler yaşandı? O fotoğrafları görebiliyor muyuz? Her şey gözümüzün önünde oluyor, birileri birilerin koltuk değneği görevini görmeye devam ediyor…

Sorumsuzların ortada cirit attığı bir ülkede yaşıyoruz, sorumlular sorumsuz olmuşlar! Her şey demokrasi mücadelesi için!…