26 Mart 2010 Cuma

Basın bağımsız olabilir mi?

Basın bağımsız olabilir mi?

Basın bağımsız olabilir mi? İlk bakışta basının bağımsız, gazetecilerin kendi vicdanları ile meslek ilkleri arasında sıkıştığını kabul edebiliriz. Fakat bunun bir yanılsamadan öteye gitmediğini biraz içine girince görürsünüz.

Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte, basın içinde çeşitlilik gelişmeye devam ediyor. Fakat bu teknolojik devrimin özgürlük getireceği yanılsaması, kısa sürede yok olmuştur, çünkü medyaya sahipleri, daha da daralmış ve sahiplerin sınır tanımaz şekilde yayıldığına şahit oluyoruz. Bugün reklam pastasını elinde bulunduran basının patronları, alternatif basını da biz yaratırız anlayışı içinde, değişik ülkelerde değişik amaçlara yönelik gazete ya da TV yayını yaparken, global çıkarlara uygun olarak haberlerin sansürlendiğine de şahit olmaktayız. İşlerine gelen haberleri, istedikleri gibi yönlendiren ajansalar sayesinde, yerel haberin daha alt basamaklara düştüğünü görmekteyiz.

Basın, ülkeden ülkeye değişiklikler göstermesine rağmen, basının temek amacı haberi okuyucuya ulaştırmak olduğu gerçeğinden gün geçtikçe uzaklaşmaktayız. Haberin işlenmiş halini okuyucu ulaştırırken, amacına uygun bir kamu yaratmak için silah olarak da kullanılmaktadır. Basın, devletin çıkarları yönünde, gereği görüldüğünde muhalif, gereği görüldüğünde yandaş konuma getirilebilmektedir. Basını elinde bulunduran erkin çıkarları bu konuda önemli bir ayrıntıyı içinde saklar.

Ülkemizde ise, gazeteciler aldıkları ‘sarı basın’ kartını başbakanlıkta çalışan memurlara onaylatmak ve onların bakış açısına uygun olarak basın kartını kullanmak zorundalar. Başbakanlıkta çalışan memurlara onaylatılan bu kart, doğal olarak basın emekçisinin devlet tarafından onaylanması ve kontrol edilmesi anlamını taşımaktadır. Avrupa’da, basın kartları basın dernekleri ve sendikaları tarafından verilmektedir. Bizde devletin basın üzerinde etkisini görmek açısından önemlidir. Bağımsız olduğunu söyleyen gazetelerin çalışanları, bir şekilde devlet tarafından denetlenmiş olmaktadır. İkinci denetim mekanizması ise, basın sektörünün patronlarının başka işlerinin olması ve basın dışından olmalardır. O işlerini devlet mekanizması ile çatışmaya girmeden yürütmek zorundalar. Eğer hükümet ile ters düşerlerse, gazetelerinin ve diğer işlerinin başına ne geleceğini yaşayarak öğrendik. Ülkemizde, 12 Eylül darbesinden sonra yeni kimliklere bürünürken, patronları ve gazetelerin çalışanları sürekli bir değişim içinde bulunmaktadır. Bir dönem etkili olan medya patronu, bir seçim sonrası davalar ile uğraşırken, elinden giden gazetelerinin arkasından bakmak ile yetinebiliyor. Gazeteler, içinde çalışanlar ile alınıp satılan bir ticari konuma dönüştürülmüştür. Gazeteci ise, kim gelirse gelsin, patronun çıkarı yönünde çalışmak ve olaylara bakmak ile yükümlüdür. Patronlarının dünyaya bakışı zıt kutuplarda olup olmaması önemli değildir, profesyonel gazeteci, her koşula uygun biçim değiştirebilmekte, geçmişte savunduklarının tam zıddını savunmayı doğal olarak görebilmektedir. Profesyonel gazeteci, görevini yapmak ile yükümlüdür.

Basın kartını, devletin onayından geçiren gazeteciler, gereği gördüğünde istihbarat teşkilatı için her türlü bilgi akışını yapabilmektedir, haber kaynağını gerekli olduğunda teşhir etmekten çekinmemektedir. Bu teşhir olayı, istihbarat birimi içinde olduğunu söylemek abartı olmasa gerek! Önemli olan, devletin çıkardır ve devletin bir memuru konumunda olan (çünkü onaylanmış olan) gazeteci, bu davranışını gazete ilkeleri içinde görebilmektedir. Basın kartını, devletin onayından alan birinin bu şekilde dünyaya bakması kadar doğal bir şey yoktur.

Ülkemizde sarı basın kartını taşıyanların bir çok indirimden ve olanaktan yararlanması, devletin onlara vermiş olduğu ödüllendirme olarak görebiliriz. Basın kartı sahibi, kartını kaybetmemek için, işten atılmış dahi olsa, sigorta parasını kendi cebinden ödeyerek, bir yerde çalışıyor gözükmek için elinden geleni yapmaktan da geri durmaz. Önemli olan kazanılmış hakların korunmasıdır. Basın emekçisi, şimdi patronun gözüne girmek için her türlü özveriyi göstermekten çekinmez, çalışma saatlerinin uzun ya da kısa olduğunu sorgulamaz. Önemli olan zor eline geçirdiği işyerini kaybetmemektir. Bu işyerini korumak için her türlü özveriyi profesyonel anlayış içinde yerine getirecektir. Özveriyi yerine getiren gazetecinin, bağımsız olması beklenemez.

Bugün basın dünyası, artan nüfusa göre gazete satışlarını artırmamaları, toplam rakamı tutturmak için gazetelerin bedava dağıtılması tesadüfi değildir. Bedava dağıtılan gazeteleri tiraj raporlarından çıkarmış olsak, acaba bugün ülkemizde kaç adet gazete gerçekten bayi satışına sahiptir?

Ülkemizde, futbol ile ilgili şike konusunda bir operasyon yapılmaktadır, bir de haberlerdeki şikeler konusuna el atılmış olsa, yaptığı haber yüzünden hesabı kabaran gazetecilerin kimlileri ortaya çıksa, nasıl bir sonuca ulaşabiliriz? Bugün savcılıkta ifade veren futbolcular yerine gazeteciler olurdu diye düşünüyorum ve onlar gibi daha masum olmadıklarını görebilirdik. Futbolcu sadece sonucu etkilerken, gazeteci sonuç yanında kamuyu da etkilediğini unutmayalım! Bizim gazetecilerde işlerini bilirler, tıpkı memurlar gibi! Devlet büyüğümüz memurları için böyle dememiş miydi? Yoksa yanılıyor muyum?

Devlet memurundan basın kartı alanın tarafsız olacağını düşünmek bana saflık olarak geliyor. Açılım içinde, neden basın ve basın emekçileri yer almadığını düşündünüz mü? Neden onları devlet kart vererek kontrol etmeye devam ediyor dersiniz?

24 Mart 2010 Çarşamba

Anayasa tartışmalarına devam…

Anayasa tartışmalarına devam…

Konudan konuya, gündemden gündeme hızlı geçişler sayesinde hiçbir tartışma sonlanamamış, başarısızlıklar ve başarılar toplum önünde gereği kadar anlatılmaz hale gelmiştir. Ekonominin çöktüğü, hatta ülkenin iflasın eşiğinde olduğu gerçeği yokmuş gibi davranılıyor.

“Biz açılım yapmak istiyoruz, açılımın önündeki engeli ortadan kaldıracağız ama engeli kaldırmak istediğimizde bizi engellediler” demek için anayasa tartışması öne alınmış ve mazlum rolü oynamak için her şey hazırlanmaktadır gibidir.

Tekel direnişi sonuçları ve yaşananlar ortadan kaldırılmak istenmektedir. Toplum içinde AKP ‘karşıtlığını’ taraftarlığına döndürmek için koşullar hazırlanmaktadır.

Anayasa değişiklikleri, AKP’nin içinde bulunduğu sorunlarından kurtuluşunun anahtarı olarak ortaya atılmış görülüyor. Tıpkı bugün beslendikleri rejimin başlangıcında olduğu gibidir, yaşanan süreç.

12 Eylül rejimini yaratan beş general ve çevresi, yeni anayasa hazırlamak zorundaydılar, çünkü eski anayasa ayakta kalmış olsaydı, anayasayı zor ile değiştirmek suçundan mahkum olmaları kaçınılmazdı. Sırf bu zorunluluğu ortadan kaldırmak ve kendilerinin mahkeme önüne çıkmalarını engellemek için, geçici bir madde ile geçmeyen maddeler yarattılar. Bu maddeler sayesinde bugüne kadar yargılanamadılar.

12 Eylül Anayasa sunumu ile bugün yaşanan süreç içinde bir paralellik görebilirsiniz. Tarih tekerrür etmez derler ama özneleri ortadan çıkarın bakın, görün aynı his ve duygular ile önümüze bir anayasa tartışması ortaya gelmiş durumdadır. Asker de tartışmadan ve ‘ben yaptım, onaylayın’ diyerek anayasayı halk onayına sunmuştur. Karşı görüş bildirenlere her türlü eziyeti doğal gören anlayış, farklı görüşlerin meydana çıkmasını bırakın, ret oyunun rengi olan mavi rengi anımsatan ve mavi adı geçen türküler bile kamuya açık yayınlarda çalınması yasaklanmıştı. O dönemde mavilim mavişelim diye türkü çağıran bir karikatür bile yasaklanmıştır. Sözü bırakın, çizgiyi bile yasaklamışlardır.

12 Eylül Anayasasını hazırlayanlar, kendilerini güvenceye almak için bugünkü anayasayı yaptılar ama kısa sürede sivil hükümet işine geldiği gibi deldi ve daha sonraki hükümetler anayasanın ruhuna dokunmadan işlerine gelen maddeleri teker teker değiştirdiler. O kadar değişime rağmen 12 Eylül Anayasası hala yürürlüktedir ve bütünlüğünü korumaktadır. Bugün yaşanan süreç, 12 Eylül rejimin henüz sonlanmadığını var olan uygulamalar ve uygulamalara neden olan yasalar ile açıklanabilir.

Bugün, yürürlükte olan askeri darbenin yasası değiştirilmek istenmektedir. Bu anayasanın değişimine kim karşı olabilir, eğer ülkesini seven, halkını seviyorsa bir insan… Fakat, Anayasayı hazırlayan parti, irtica faaliyetlerinden dolayı ceza almış konumdadır. Yani gerici olduğunu Anayasa Mahkemesi karara bağlamıştır. O yüzden, askeri rejimin anayasasına ne kadar karşıysam, AKP anayasasına o neden ile karşıyım, çünkü ikisi arasında paralellik olduğunu düşünüyor ve görüyorum. Her ne kadar asker ile girmiş gibi olduğu çatışmaya rağmen. Ben AKP zihniyeti ile 12 Eylül askeri darbesini yapanların zihniyeti arasında büyük fark olmadığını düşünüyorum. O darbeciler ile açılışlarda vermiş oldukları pozlar ve o darbeciler aleyhine bir şey yapmadıkları buna görsel bir neden olabilmektedir, fakat benim nedenlerim görsellikten çok, yaptıkları ile orantılıdır.

Anayasa taslağında, devlet; siyasi iktidarın gücüne göre biçimlendirebilecek konuma getirilmek istenmektedir. İktidar isterse eğer, bütün kritik noktada bulunan karar mekanizmasındaki memuru atama yetkisini elinde bulundurarak, istediği kararları ve uygulamaları denetimsiz şekilde hayata geçirebilecektir. Bu denetimi ortadan kaldıran bilinç altındaki istem, çok tehlikeli sonuçları da beraberinde taşıyacaktır. Odak olduğu mahkeme kararı ile ortada olanların zihniyetinden, demokrasi çıkmayacağına inanıyorum.

Bu iktidar döneminde kadınların çalışma hayatından uzaklaşması birileri için ilericilik olarak adlandırılabilinir. Çünkü olaya nereden baktığınız önem kazanıyor. Bugün AKP ilerici, karşı gelenleri gerici olarak görenler, 12 Eylül Anayasası oylamasındaki tavrına bakın, paralelliği görürsünüz. Sadece anayasayı hazırlayanların duruşları, bakışları paralel olması bir yana, savunanların arasında da paralellik göze hemen batıyor. AKP yaratmış olduğu çekim gücü sayesinde kimlikleri fluğlaştırmış, para için her yöne dönen kimliksiz ama etiketi olan kişilikler yaratmıştır. Her baskı döneminde olduğu gibi, bu gibi insanlara rastlamak mümkündür, çıkarı için; geçmişini, arkadaşlarını bir çırpıda ihbar edebilecek konumdadırlar. Önemli olan onların çıkarıdır ve çıkarları önünde gördüklerini karalama yetkisini kendinde bulurlar ve her türlü sıfatı yükleyebilirler. Bugün, gericiye ilerici diyen bu zihniyettir.

Anayasa tartışması üzerine…

Anayasa tartışması üzerine…

Anaysa tartışması, ‘açılımların’ sonucunda olması kadar doğal bir şey yoktur, fakat açılımlarda; niyet ve sonuç ortada yok iken, açılımı ortaya atanların beyinlerinin içinde, açılımları bitirdikleri anlaşılmaktadır.

Açılımlarda somut olarak neler yapılmıştır? Alevilerin hangi istekleri hayata geçmiştir, Avrupa mahkemelerinin almış olduğu kararları uygulamak ile yükümlü hükümet, inat ile bu kararları görmezden gelmektedir ve yasal düzenleme yapmamaktadır. Kürt sorunu ya da yeni adı ile demokratik açılımı konusunda da bir devlet kanalını Kürtçe yapmak dışında ne yapabilmiştir, hangi sorunu çözmek için somut önerileri vardır. Hangi anayasa maddesi bu önerilerin önünde engeldir? Roman vatandaşlarının ‘buçuk’ halden çıkarmak ve gerçek ve eşit vatandaş konumuna geçmeleri için hangi somut önerileri olmuştur? Onların sorunlarına çözüm için ne gibi yasal düzenlemeler yapılmıştır, ‘pozitif ayrımcılık’ için neler yapılacaktır?

Lozan anlaşması içinde yer alan ve içinde yer almayan Hıristiyan vatandaşların ibadetleri ve eğitimleri konusunda ne gibi somut adımlar atılmıştır? Azınlık okulları ve vakıflarının yok edilen hakları konusunda ve tanzimi konusunda ne gibi yol çizilmiştir? Somut olarak önerileri var mıdır? Azınlık temsilcileri ile yapılan toplantılar sonucunda onların yaşamında ne gibi değişimler olmuştur? Azınlıklara ait ve yasalarla ellerinden alınan hakları ve mal varlıkları yeniden onlara verilecek midir? Tanzim için nasıl bir yol izlenecektir?

Hükümet açılımlar yaparken bu kadar sorunun içinde olacağını belki düşünememişlerdir, fakat sorunların somut ortaya koyabilecek, bilgi birikimi içinde olanlar ile toplantılar yapmak yerine, işin popüler tarafına daha çok dikkat edilmiş ve işi zamana yaymışlardır. Zamana yayılan sorunlar ve beklentiler ile bir anlamda göreceli ‘ilerici kimlik’ kazanan AKP, bu kimliğini de kısa sürede tüketmiştir, eski gömleğine uygun atadıkları memurlar ile eski görünümüne kavuşmuşlarıdır. İrticanın odağı gerçeği hala ortadan kalkmamıştır.

AKP, sadece beklentileri boş hayaller konumuna dönüştürmek ile kalmamış, ekonomiyi de büyük bir çıkmazın içine sürüklemiştir. Ekonomideki yanlış kararlar, dış politikadaki eksensiz ve ilkesiz olması sonucu sorunların hem içten, hem de dış ülkeler içinde daha da karmaşıklaştırmıştır. Ekonomiyi IMF denetiminden çıkarak erken seçim için bütçe hazırlıklarına girmiştir. Bu erken seçim bütçesi ise ekonomin gidişinin daha da kötüye gitmesi anlamının dışında başka bir anlam ifade etmiyor.

Eğer açılımlar gerçek anlamda popüler değil de, sorunun çözümü konusunda ele alınmış olsaydı, 12 Eylül Anayasası değiştirilmek için kamuoyu kendiliğinden oluşacak ve bu oluşan hava içinde somut öneriler ile, daha az maddeden oluşan demokratik bir anaysa taslağı komu ile ortak hazırlanabilinirdi.

Bugün yapılan iş ise, ‘ben yaptım oldu’ anlayışının devamıdır. Açılımdaki kafaların içinde oluşan hedeflerinde, bugünkü sonuca bakarak, AKP hedefi olduğu ve daha çok iktidarda kalmak için yapılmış manevralar olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. AKP’nin yapmış olduğu açılımlar ve adımlar; sadece parti çıkarına uygun ve parti çıkarından faydalananların lehine atılan adımlardır, bugün içinde bulunduğumuz tartışma süreci bunun dışa vurumudur.

Bugün gericiliğin odağı olduğunu unutturulmak için her türlü göz boyanmaya devam ediliyor. Yandaş gazeteler ve içlerinden en solda gibi gözüken bir gazete; AKP yaptıklarına karşı olanları ‘gerici’ olarak sıfat / özne yüklemiştir. Gerici kavramının nasıl bir göreceli konuma dönüştüğünü bugün yapılan tartışmalar ile görebilmekteyiz. AKP karşıtlı olmak demek gerici olmak demektir onlara göre, peki AKP hangi suçtan mahkum olmuştu?

23 Mart 2010 Salı

Spor aşığı toprağa karışırken…

Spor aşığı toprağa karışırken…

Beni tanıyanlar bilir, futboldan hiç anlamam ve seyretmesini de sevmem. Fakat, ülkemizde nerelisinden önce sorulan bir soru vardır, hangi takımı tutuyorsun? Ben de bu soruya hep değişik yanıtlar vermişimdir. Çocukluğumda kanaryalı oldum, sonra siyah beyazlı, daha sonra aslanlı takımı tuttum, büyüdükçe ve daha sonraları Anadolu takımlarına doğru yöneldim, kim bu üç takımı yeniyorsa onu tutar oldum!

Yurdumdan uzak yaşadığım dönemlerde, orada yaşayan gurbetçilerin muhabetinde aynı soru soruldu, hangi takımı tutuyorsun? Cızırtılyan radyo yayını içinde takımının maçını dinleyen insanların arasında Kocaeli dedim. Gurbette olup da neden ülke takımı tutulur anlamam ama yaşadıkları ülkenin şehirlerini bilmeyenler, üç büyüğün tarihini ve ne zaman kimi yendiklerini ezbere bilirler. Ben Kocaeli dediğimde kimse inanmaz, fakat yine de kendi takımlarını öve öve anlatırlar. Futboldur bu, yener de yenilir de, hatta beraber de kalır. Başka sonuç bilmiyorum derim. Bu sene iyidir, gelecek sene kötü olabilir. Onun hep başarısı olması imkanı yoktur, olmuş olsaydı, tek takımlı lig olurdu, hep aynı takım birinci olurdu. Aynı takım olmuyor da, hep 4 takım birinci oluyorsa, orada adaletsizlik olduğunu ve dengeli olmayan şeylerin varlığından dem vururdum! Bizdeki futbol şöleni, demokrasimiz kadardır. Hep aynı renkteki insanlar şampiyon olur ya da iktidar!

Adana’ya İtalya’dan konuk takım geldiğini duyunca ve haberlerde ezilenlerin renklerini ve başkaldırın simgesini gördüğüm günden beri Adana Demir Spor’lu oluverdim. Sanayileşmiş futbol değil, oyun için ve zevk için futbolu savunduklarından dolayı, o takımı tutar oldum ama bana şimdi sorsalar kim oynuyor, kim yönetiyor, kim teknik yönetici bilmem. Önemli olan orada ruh bütünlüğü derim! Benim için önemli olan ezilenin yanında yer alınması ve bu sistem dışında bir şeylerin var olabileceğini göstermesidir.

Futbol merakım bu kadar olduğu içinde, arada ve zorunlu kaldığımda futbol programlarını izlerim. Konuk gittiğim evde genelde futbol ile ilgili haberlere daha çok dikkat kesilir. O sırada duydum ve gördüm ekran aracılığı ile Özhan Canaydın. FairPlay diye bir kavramdan bahsediyor, oda kendisince sanayi olmuş bir takımın, görsel özelliklerin öne çıkarılarak, kardeşçe karşılaşma olmasını ve kurallara uygun davranılmasını istemektedir. Stadyumlara ailesi ile gelip maç keyfini yaşamasını savunmaktadır. Ailelerin gelmesi demek, en azından kavganın, küfürün uzak durması anlamında kullanmaktadır. Çünkü futbol, sadece erkeklere yönelik bir spor ve tüketim aracı değildir, kadınlar ve çocuklarda bu tüketici kesimin parçasıdır ve o tüketici kesim kazanılmalıdır. Güler yüzlü ve spora hakim bir görüntü çizmektedir. İşadamı olduğunu yaşam öyküsünden biliyorum ama bütün bu özelliklerinin dışında spora aşık bir olduğunu da o programlara bakarak öğrendim.

Spora aşık ve fairplay ruhunun Türkiye’deki temsilcisi maalesef toprağa karışmış, üzüldüm. Güneşin bahara döndüğü bugünlerde, sonbaharın izlerini görmek üzüntü vermesine rağmen, onun toprağından yeni fidelerin ve filizlerin yeryüzünü kucaklayacağını düşünerek, yolun açık olsun gülen yüzlü, güzel insan diye uğurlamak istedim.

21 Mart 2010 Pazar

Jurnalcilik, kötü zamanlarda artar!

Jurnalcilik, kötü zamanlarda artar!

Jurnalcilik doğal karşılanır oldu, hatta onları korumak için özel yasalar bile çıkarıldı. ‘Gizli tanıklar’ olarak, özel muamele içinde yaşar hale geldiler. İtirafçı olarak algılananlar bile, yurt dışında arkalarında bıraktıkları kaosu düşünmeden yaşamaya devam ediyorlar. Onları ülkeye getirilip yüzleşme olanağı bile sağlanamıyor. Tarih ile yüzleşme yapılmalıdır deriz, fakat yüzleşme yerine hep kaçamak için yollar yaratmaktayız.

Tarihi bir tartışmanın, değişik bakış açıları olur, durduğunuz noktaya göre o algılayış değişir. Önemli olan tarihe nereden baktığınızdır, nasıl baktığınızın pek önemi yoktur. Durduğunuz noktanın günlük siyasi gelişmelerden ne kadar etkilendiği ve doğru kavramının sübjektif ölçüleri içinde değerlendirmek gereklidir. Tarih bilgileri, arşiv bilgileri ile orantılıdır. Arşiv bilgisi ve arşivin genişliği önemlidir. Karşılaştırmalı olarak tarihi bilgi sorgulanmalıdır.

Devlet erkini elinde bulunduranlar, devletin çıkarları yönünde tarihin yorumlanmasını istemeleri kadar doğal bir durum yoktur. Fakat bilim insanları, bu devlet bakış açısını kendisine rehber edinemez, onlar karşılaştırmalı tarih ve geniş arşiv taraması ile olaya bakmak zorundadır, tek kaynaktan açıklanan bir bilginin eksik bilgi olduğunu ve sonucu ile yanlış olduğunu kabul edilmesi kadar doğal bir şey yoktur.

Jurnalci insanlar, genelde okuduğunu ve gördüğünü ‘doğru’ olarak algılamayanlar arasından çıkar. (işine geldiği gibi algılar ve yorumlar, eğer gerçek ile karşılaşırsa, ben öyle gördüm diyerek kendisini savunur!)

Jurnalciler tarih içinde hep var olmuştur, olmaya da devam edecektir, çünkü jurnalci kişi, güce karşı kendisini ispatlama içinde olandır. Toplum içinde adam yerine konmak için olaylar sırasında göze batmayan birinin jurnalci olarak kendisinden bahsettirmesi bile, o kişinin bireysel duruşu itibarı ile önemli olabilmektedir.

Tarihimiz içinde kaç masum vatandaş bu jurnalciler yüzünden ceza aldı, kaç kişi jurnalci yüzünden öldürüldü? Tarih bunları not etmiştir ama bizler biliyor muyuz? Deniz Gezmiş’i, Nazım Hikmet’i, Ahmet Kaya’yı, Sebahattin Ali’yi… gerçekten kim jurnallemişti?

Jurnalcilik bizim içinde bulunduğumuz toplum içinde hoş karşılanmazdı, fakat son dönemde yapılan özendiricilik sayesinde doğal karşılanır hale geldi. Jurnalciler eğer bir güç tarafından ödüllendiriliyorsa, o toplumun temel taşlarının sağlam olmadığını gösterir. Jurnalciliğin ayyuka çıktığı döneme bakın, (yok olmuş devletlerin tarihinde) hep bunalım dönemine özgü olarak artmış ve o jurnalciler sayesinde aydınlar cezalandırılmıştır. Aykırı düşünmek ve yaşamak bile jurnalcilik için neden olabilmektedir.

Bugün yaşadığımız günlerde ne yazık ki, jurnalciler değiştirilmiş kimlikler ile toplum içinde itibar görmekte ve yaşamaya devam etmektedirler. Hatta bazıları basın kartı ile gazetecilik dahi yapabilmektedir. Gizli servislere bilgi verme yarışı içinde bile olduklarını aralarındaki tartışmalardan öğrenebiliyoruz. Journal ile jurnalciliği birbirine karıştıran eksik dil bilgisine bağlayabiliriz belki! Her şeyin karıştığı dönemde bunu karıştırtanlar belki vardır! Var mıdır sizce?

Jurnalciliğin temeli yaslar ile olgunlaştırılabilinir, fakat bu yaslar bir süre sonra zararlı sonuçları ile rafa kaldırılabilinir. (TCK 301 maddesi tartışmaları ve sonuçları buna örnek olabilir, en iyi örnek 141 ve 142 maddeleridir ve artık yoktur.) Jurnalciliği meslek edinenler, bir süre sonra kendileri, başka bir jurnalden dolayı jurnallediklerinin kaderleri ile baş başa kalabilirler. Bir dönem için jurnalcilik meslek olarak kabul görmüş ve devlet nezdinde itibar görmüş olsa da, tarih ışığı altında, o jurnalciler karanlık sayfaların içinde, yok olmaya mahkumdurlar.

Tarih bilgisi, devletleri ve devletin erkini elinde bulunduranları devletin çıkarları yönünde bilgi vermek ile yükümlü kılar, çünkü eğer her şeyi açıklamak zorunda kalmış olsalardı, devlet sırrı kavramı olmazdı. Devlet sırları, bulunduğu devletin siyasi iradesi ile ilgilidir, gereği görülürse ve devleti elinde bulunduranların ihtiyaçları yönünde açıklanabilir ama açıklanacak bilginin ne kadarına yine bu bilgileri / arşivi bulunduranların inisiyatifine bağlıdır.

Tarih bilgisi günümüzde globalleşen dünyada tek bir bakış ile açıklanamadığı ve karşılaştırmalı bilgiler ile açılanabildiğini göstermektedir. Bu karşılaştırmalı bilgilerin normal vatandaşın bakış açısını ve ulusalcı anlayışı yok edeceğinden korkan ulusal devletler, bilgi yoğunluğu vererek, bir kargaşa yaratmaktadırlar. Bu kargaşa; ilkokuldan başlayan ve tarih eğitimi dışında olan eğitim hayatı içindeki okullara kadar tek bir bakış açısı ile yazılan ve devletin bakış açısını yansıtan kitaplardan ders olarak verilerek, tarih birliği ve tarih önyargısı yaratılmaktadır. O önyargı doğru olarak kabul eden vatandaşı ise, başka bir doğru ile karşılaştığında, savunma konuma geçmekte ve kendisinden başka her kültürü düşman olarak görebilmektedir. Düşman olduğu kültürü ise, yok edilmesi gereken çöplük olarak görmesi ve ona karşı örgütlenmesi doğallaşmıştır. Düşman kavramı, çağın ihtiyacına göre değişebilmektedir. Potansiyel tehlike olduğuna inandıkları kültürler ve şeyler, toplumdan topluma ve zamana göre değişmektedir. Değişmeyen tek şey düşmanlık güdüsüdür, kime ve neden düşman olmak önemli değildir.

Tarih bilgisi ve algısı işte bu düşmanlığı yaratan ve besleyendir. Jurnalcilik ise, bu bakış açısının bilinçaltından dışa yansımasıdır. Çünkü jurnalci düşman gördüğünü yok etmek için yapar ve yaptığının doğru olduğuna inanır. Kargaşanın ve bilgi kirliliğinin çok olduğu dönemlerde jurnalcilik meslek oluverir!