12 Ocak 2013 Cumartesi

Bu bir destan veya belki bir başlangıcı...



Bu bir destan veya belki bir başlangıcı...
Paris’te bir katliam yaşandı, daha önce yaşanan katliamlar gibi..
Her katliam sonucunda bir destan yaratılır, bir de kahramanlar...
Kahramanlar bir gün Susurluk yol ayrımında bir kaza geçirir, dökülür çantadan belgeler yola...
Bir cinayet daha aydınlanıyor denir, “bir dakika karanlık” eylemleri yapılır...
Araştırma komisyonları kurulur, kurulan komisyonların yazışmaları arasında üstü örtülür...
Katil ve azmediciler her zaman karanlıkta hedeflerine ulaşmış olur…
Ölenler ise kavgalarda yaşamaya devam eder...
Dünden gelen bir öyküdür, bugünde bir benzerini yaşamaktayız...
Yine Paris…
Yine katliam...
Yine korku...
Yeniden ve yeniden...
Ne katliamlar tarihin akışını bozmuştur, ne katillerin perde arkasında kalmaları...
Bugün rahat konuştuğumu konular o gönlerde katliamlar için birer nedendi...
bugünden düne bakınca neler kaybettiğimizi düşünüyoruz, ne kazandığımızı???
Kaybeden hep biz olduk...
Geleceğimiz, geçmişimiz…
Zafer çığlığı atanlar, gidenlerin arkasından ağıt yakanlar hala düşman ve hala güvensiz...
Nasıl yakalarız bir arada yaşama kültürünü?
Gelecek bugünü nasıl anlatacak?
Karbon kağıdının üzerine yazılmış bir katliam mı, yoksa bu artık son olan bir cinayet mi?
Katil kim artık ne önemi var?
Peki, ne önemli?
Ölümlerin devam etmesi mi?
Ağlayan anaların olması mı?
Zorunlu göçlerin mi?
Kaybolan gelecek mi?
Koltuğunu şimdilik koruyan bürokratlar mı?
Büyük biraderin çıkarı mı?
Yoksa bizlerin yani bir arada yaşamak isteyenlerin istekleri mi?
Bu bir destan veya belki bir başlangıcı...
Her destan nasıl biter?
Tarih bize hepsini anlatır...
Bakalım bu sefer nasıl anlatacak?
İsmail Cem Özkan

9 Ocak 2013 Çarşamba

Westminster Oteli’nde Komik Bir Gece


Westminster Oteli’nde Komik Bir Gece

Muhafazakar bir bakan, parlamento oturumlarını bahane ederek parlamento karşısında muhafazakar bir otelde çoğu zaman kaldığı odayı kiralar. Otel odasında temposu yüksek birbirini zincirleme olarak izleyen olayların da başlangıcıdır. Otel odasında bakan, İngiltere işçi partisi yani ana muhalefet partisinden bir sekreter ile o gece baş başa geçirmeyi planlamaktadır. İktidar ve muhalefet bir aşk kaçamağı yapmak istemektedir ve ona göre olaylar hazırlanmıştır. Her ikisi de evlidir ve eşlerinden ayrı olarak o gece baş başa planlar içindedirler. Fakat beklenmeyen bir durum ile karşılaşırlar, çünkü Londra’nın ışıkları altında romantik gecenin ilk dokunuşları başladığında pencere arasına sıkışmış hareketsiz bir adam ile karşılaşırlar.
Bir kaçamak ve ölü kabul edilen bir adamın naşı. İktidarın bakanı bu durumun kendisi için kötü bir sonuca götüreceğini hemen kabul eder ve çözüm yolu arar. İlk aklına gelen yardımcısıdır. Müsteşarını arar ve hemen otel odasına gelmesi konusunda emir verir. Her bir sahnesinde yeni bir oyuncu sahnede yerini alır. Kaos, temposu yüksek bir oyun ile tiyatronun eğlence yönü öne çıkarılır.
Ray Cooney’in yazdığı Haldun Dormen çevirisi sahneye Nuri Gökaşan yönetiminde uyarlanır ve uygulanır. Oyunda Nuri Gökaşan dışında; Ümit Yesin, Hakan Akın, Fatma Toptaş, Kemal Erdurak, Şenol Önder, Deniz Değirmenci, Aykut Ünal, Burcu Barutçuoğlu, Tanya Jaziri rol alır.
Oyunun kısaca konusu; bir otel odasında birbirini tetikleyen olaylar bir kaçamak ile başlar ve olaya eşler, dedektif, otel müdürü ve otel çalışanlarının karıştığı komik ama içinde ince göndermelerin olduğu kara mizah ürünü olarak karşımıza çıkar.
İngiliz parlamentosu bir üyesi ve muhalefet olan ikilinin ilişkisinin sahne önünde kişisel macerası öne çıkarılırken, arka fonda bir siyasi eleştiri sessize verilir. Çalışan üst ilişkisi, muhalefet iktidar ilişkisi, tutucu bir otelde tamamı ile İngiliz aile yapısına aykırı bir ilişkinin kapılı kapılar arkasında yaşanması ve çalışanların para karşılığında her türlü hizmeti vermekten çekinmediği bir etik çöküş bilinç altına doğru konu işlenir.
Uzun soluklu ve iki bölümden oluşan oyun, tek sahne düzenlemesi içinde, ışık hareketinin pek göze çarpmadığı ve tek düzende ışık altında müzik ile desteklenen sahneler ile izleyici ilgisini oyuncuların yüksek performansı ayakta tutmaktadır. Oyuncuların yetenekleri ile oyun kahkahası bol komik tiyatro seyri ile karşı karşıya kaldık.
Oyunun galası yapıldığı günden biraz bahsetmekte fayda var, çünkü galanın yapıldığı Profilo Kültür Merkezinin olduğu İstanbul/ Mecidiyeköy karlar altındaydı ve o gün yapılması planlan çoğu etkinliğin iptal edildiği gündü. Oyun kötü hava koşullarına rağmen sahnelendi. O hava koşullarına rağmen daveti kırmamış bir izleyici kitlesi karşısında oyun sahnelendi.
Yeni bir tiyatro oluşturulmuş (Tiyatroist) ve bu yeni tiyatro özel tiyatrolar içinde ayrı bir konumda olacağını söylemek abartı olmasa gerek, çünkü bir işveren tarafından açıkça desteklenen bir tiyatrodur. Tiyatroist özel tiyatrolar içinde sanırım ilk ve tek tiyatrocu olmayan bir işveren tarafından yönetiliyor. Bu konuda gerçekten fazla bilgim yok, fakat ilk defa (yaşadıklarım içinde) bir işveren sanata destek verdiği için sahnede alkışladı… genelde firmaları sponsor olarak görmeye alışmıştık, fakat bu tiyatro oyununda işveren tiyatro sahibi olarak gördük. Bu konuda tiyatro dünyansın elbette değişik tepkileri olabilir ama medya ve eğlence alanında işverenler, iş alanı ile ilgisi olamayan alanlara yatırım yapmaya devam ediyorlar. Üstelik kar marjinalin çok düşük olduğu alanda işverenlerin yatırım yapması, devletin tiyatrodan elini eteğini çekmeye hazırlandığı bu dönemde farklı çağrışımları içinde taşıdığını peşinen kabul etmek gereklidir.
Bu yazının konusu elbette işverenin tiyatro kurması değildir, oyundur.
Oyunu ben başarılı buldum, her ne kadar ışık konusu ve müzik konusunda izleyiciyi kucaklayıcı efektlerin (tiyatro salonundan kaynaklanan özelliklerden de kaynaklanabilir) eksik olmasını tiyatrocuların yüksek performansı ile kapattığını düşünmekteyim. Yıllardır sahnelerde olan usta bir oyuncunun aynı zamanda usta bir yönetmen olabileceğini ve tecrübeli oyuncular ile seyirciyi nasıl kucaklayabileceği konusunda örnek bir çalışma olarak tiyatro tarihi içinde yerini bana göre almıştır.
Oyun hakkında izleyiciye şunu önerebilirim, gidin, izleyin, gülün ve kahkahlar arasında hoş bir vakit geçirdiğinizi ve fısıldanan gerçekler ile yüzleşin derim. İnce bir politik eleştiri var ama elbette bu eleştiri siyasetimizin çatışmalı dünyasına dokunmamaktadır. Özel tiyatrolar elbette bazı konulara rahatlıkla ve açıkça dokunamaz, hem ticari kaygıları hem de ülke içinde bulunan öznel koşullardan dolayı. Bu dönem için iyi seçilmiş oyun olarak gördüm. Haldun Dormen dilinin kıvraklığı ile hiçbir satır kulağımızı tırmalamadan müthiş bir performans ile sahnelenmiş. Kısaca gidin, eğlenin ve farklı bir tadı damağınızda/ beyninizde hissedin derim…
İsmail Cem Özkan
Westminster Oteli’nde Komik Bir Gece
Yazan:             Ray COONEY
Çeviren:          Haldun DORMEN
Yönetmen:      Nuri GÖKAŞAN
OYUNCU KADROSU
Richard:          Nuri GÖKAŞAN
Otel Müdürü: Ümit YESİN
George:           Hakan AKIN
Jane:                Fatma TOPTAŞ
Dedektif:        Kemal ERDURAK
Garson:                       Şenol ÖNDER
Hizmetçi:        Deniz DEĞİRMENCİ
Ronnie:                       Aykut ÜNAL
Susan:             Burcu BARUTÇUOĞLU
Glayds:                       Tanya JAZİRİ

Rahatsız etmek!


Rahatsız etmek!

Toplum içinde bir çok birey kimseyi rahatsız etmeden ve rahatını bozmadan yaşamak ister, çünkü yaşadığı toplumun huzuru, aslında kendi huzuru anlamına gelir. Anlaşılır bir istemdir ve o anlaşılır istem doğaldır. Fakat tarih bize doğmadan bir çok rol biçmiştir, o rolü yaşadığımız günler boyunca oynamak zorundayız. Bizlerin, birey olarak istemleri her ne kadar önemli olsa da, tarihin bize yüklemiş olduğu rol ve toplumun bize bakışı, erk sahibinin temsilcisi devletin potansiyel olarak gördüğü bir tehlike olabiliriz. Çünkü potansiyel olan ayrılıkçıdır ve ayrılık her zaman çatışmanın ana kaynağı olarak önümüzde durur. Kimse durduk yere ayrılmaz, öteye gitmek istemez ama öyle bir rol paylaşımı olur ki, ister istemez çocukluk dönemi saf bakışı atar atmaz o biçilen rolü istem dışı oynamaya başlarız. Hatta bireyler olarak her ne kadar o yaşadığımız yer itibari ile çok sevilen hatta onlardan biri gibi olmuş olsak da, aslında her hangi bir kargaşada ilk hedef olarak kişiler olmaya devam ederiz.
Yaşadığımız son yüzyılın içinde bu ötekileştirme ve rahatsız olma durumu bir çok kitlesel katliamlara ve hatta soykırıma varan boyutta çatışmalara sebep olmuştur.
Yaşadığı topluma tam uyum sağlamış, hatta onlardan biri gibi olan ve erk sahibine her türlü hizmet yapma konusunda normal vatandaşa göre daha fazla özveri göstermiş kişiler, ilk çatışma ortamında nefret söylemini besleyen kaynak olabilir ve o söylemin sonucunda linç kültürü içinde yerini istem dışı alabilir. Onu savunacak ne bir güç vardır ne de erk. Çünkü o saldırıdan erk sahibi daha da güçlenir, kendi birikimini bireysel ya da toplumsal olarak maddi ve manevi olarak büyütür. Manevi olarak büyütür, çünkü nefret ve korku ne kadar çok büyür ve yayılırsa iktidarın hedeflediği homojen, sessiz, pısırık ve her verilen görevi yerine getiren robot insana yakın bireylerin oluşturduğu cemaatler oluşmasına katkı sunar. Bu manevi oluşan kültür, aynı zamanda ileride oluşabilecek olan tüm potansiyel unsurları oluşturur ve yeniden düzenler.
Toplumlar hiçbir zaman homojen olamaz, çünkü erk sahibi her an yeni kategoriler yaratır ve o yarattığı kategoriler içinde nefret söylemi eskiden yaşamışların kültürü üzerine kurar ve geçmişte yaşanmış düşmanlıklar, sonuçları, yaşanan toplum içinde her zaman kor olarak canlı tutulmasına özen gösterilir.
Yaşadığımız topraklar; şehirler, devletler kurduğu günden beri birbirinden rahatsız olan kültürlerin varlığı içinde biçimlenmiş ve savaşların, öldürmelerin, katliamların devamlılık gösterdiği kültür birliği içindedir. Korku, isim, biçim değiştirmiş ama her daima canlı ve kor halinde varlığını korumuştur. Elbette bu sadece Anadolu toprağı ile sınırlı değildir, dünyanın her parçasında bu bir şekilde varlığını korumuş ve korumaya devam etmektedir.
Dışarıdan gelene ve içinde yaşadığı bir takım kültürlerin bireylerine karşı korku, nefret, güvensizlik her zaman vardır ve var olmaya devam eder.
Yukarıda bahsettiğim ve soyut olarak işlemeye çalıştığım duruma somut bir adım atarak devam edeyim. Ülkemiz içinde potansiyel tehlikeler Osmanlı ve günümüzde de devam eden unsurlara bakarsanız pek değişmediğini ve yeni potansiyel tehlikelerin katıldığına şahitlik edersiniz. Burada bireylerin kişisel tercihlerinin hiç işe yaramadığını da “geçmişte bizim sokakta yaşayan” diye başlayan cümlelere bakarak anlayabilirsiniz.
Evet, geçmişte bizim sokaklarımızda kimler yaşıyordu?
Potansiyel tehlikeli insanlar!
Şimdi neredeler?
Ya öldürüldüler ya da sürüldüler…
Onların mirası şu anda kimler kullanıyor?
O potansiyelleri kimler kovalamış ise, onların yakınları ya da dışarıdan gelen ve boş gördüğü alana yerleşen o anlık için toplum için potansiyel tehlike oluşturmayanlar. Ama zaman içinde potansiyel tehlike oluşturmayacaklarını kimse garanti edemez!
Daha da somutlaştırsak; ülkemizin potansiyel tehlikeli olanları başta dini, kültürel farklılık gösterenlerdir. Yani ülkemiz sınırları içinde düşünürsek; Aleviler, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler… diye uzar gider. Her birinin farklı bir kültürü ve yaşam biçimini temsil ettiğini çıplak göz ile görebilirsiniz. Bu tarihsel potansiyel tehlike olanların dışında zaman içinde potansiyel tehlike konuma gelen toplumun çoğunluk kültürü içinde gelişen solcular, dini cemaatler de işin içine katılmıştır.
Çatışma ortamlarında erk sahibi tarafından açılmış olunan tüm toplumsal davalar bu potansiyellere karşıdır.
Toplumun yaşam kültürünü aktaran hakim dil içinde o ötekiler konusunda nefret söyleminin gelişimine de tanıklık edersiniz.
Son otuz yılın potansiyel tehlikelerin başında Kürtler yer almaktadır. Kürtlerin de homojen olmadığını anlayan erk sahibi, onu kategorize etmiş ve o kategorizeler içinde nefret söylemini geliştirmeye devam etmektedir ama her ne kadar kategorize etmiş olsa da zaman içinde tüm Kürtler potansiyel konumuna dönüşmüştür. Artık iyi Kürt, kötü Kürt yoktur!
Erk sahibine karşı her türlü hizmette kusur işlemeyenler, bugün nefret söylemi karşısında çaresiz kalmaktadır. Geçmişte yaşanan ve devletin en üst makamlarına kadar çıkmış öteki kültürlerden gelen bireylerin, bugün bıraktığı iz, halen hizmet edenler geçmiştekiler kadar iz bırakacaklarını dahi düşünmeden, erk sahibini rahatsız etmemek için ellerinden gelen özveriyi göstermeye devam etmektedirler.
Potansiyel olarak kabul edilen kültürlerden gelen bireyler, toplum içinde erk sahibini rahatsız etmedikleri sürece çok sevilirler, hatta onların yeteneklerinden olabildiğince faydalanılmaya çalışılır. Kız alınır, kız verilir, onları toplum içinde daha çok uyum göstermesi ve asimile edilmesi için her türlü koşul hazırlanır. Yeter ki, rahatsız etmesin ve hizmet etsin istenir. Onların hizmetleri rahatsız edebilecek olan potansiyel olanları nötralize etmek ve ileri gidebilecek olan bireyleri ıslah etmekte kullanılır, çünkü kaybedecekleri bir şeyleri vardır ve onu kaybetmemek için potansiyel tehlike olan toplumun bireyleri; her gelişme karşısında üç maymunu rahatlıkla oynarlar.
Geçenlerde bir Ermeni arkadaşım ile karşılaştım, ne var ne yok dedim. “Huzur içinde yaşamaya çalışıyorum” dedi. “Kimseyi rahatsız etmemek için kendime uygun bir iş buldum çalışıyorum” dedi. Önce onun bu söylemini yadırgadım, daha sonra yukarıda dillendirmeye çalıştığım düşünceler oluştu. İç tepkisini dillendirmişti, rahatsız etmemek ve çatışmalardan olabildiğince uzak durmak. Çünkü biliyor ki, birisini rahatsız ettiğinde katili kollanan/ korunan bir cinayetin faili olabilir.
Rahatsız etmemek için her türlü özveriyi gösteren, hatta sermaye birikimi yapan bu potansiyel kültürlerin bireyleri en ufak bir çatışma ortamında oynadıkları rollerin yok olduğu ve “kral çıplak” çığlıkları altında çırılçıplak ve savunmasız kaldıklarına tarih içinde şahitlik ettik ve etmeye de devam ediyoruz.
Potansiyel tehlike olanlar, potansiyel tehlike olmaktan çıkabilmeleri için yeni bir toplumsal sözleşme yapılması şarttır. Yeni toplumsal sözleşmede her kültür kendisini özgürce ifade edebildiği, potansiyel tehlike zamanında olduğu gibi kapalı toplum olmaktan çıkabildiği ve kendi öz kültürünü geniş bir özgüven ile seslendirebildiği, bir arada yaşama kültürünün geliştirildiği bir toplumsal sözleşmede biçilen rollerde değişim olabilir. Aksi halde şu anda her ne kadar rahatsız etmemek için her türlü sesini yok etmek, toplum içinde görünmez birey olmaya çalışılsa da zamanı gelindiğinde o görünmez potansiyeller görünür ve linç edilir.
Bu linç kültüründe bireylerin tercihlerinin önemi yoktur, bugün gizlenmiş, kendi kimliğini saklayan bireylerin olması tesadüfi değildir ama her ne kadar saklanırsanız saklanın, erk sahibi her bireyini kayıt altına almıştır ve gereği görüldüğünde o kayıtlara bakarak, o birey hakkında gerek görülen işlem yapılacaktır. Bir anda içimizde yaşan bireylerin geçmişlerini araştıran ve onların geçmişleri ile ilgili kitapların çıkması, belgelerin dilden dile dolaşması bu korkunun beslenmesi ve nefret söylemin sonucu linç kültürü için ortamın her daim hazır olması erk sahibi için önemlidir. Çünkü potansiyel, adı üzerinde güvensizdir, her zaman ona karşı savunmada durmak anlamındadır.
Bireyler her ne kadar rahatsız etmek istemese de tarihin onun üzerine yüklediği rahatsız etme durumu her zaman vardır.
İsmail Cem Özkan

8 Ocak 2013 Salı

Karikatürcü mü, çizer mi?


Karikatürcü mü, çizer mi?

İktidarı savunan çizerlerin olduğu bir dönemi yaşamaktayız ve onlara bakarak acaba karikatür nedir ve ne olmalıdır sorusu çizerlerin kafasında oluşmaktadır.
Karikatür nedir?
Karikatür muhalif olmalı mıdır?
Karikatür çizim tekniklerine ve konularına bakarak kategorize edilmesi doğru mudur?
Sorular istediğiniz kadar uzatılabilinir. Bugün yaşananlara bakarak net cevap vermekte zorlanan bir çok çizer ile karşılaşırsınız. Evet derler ama diye sözüne devam eden çizerler olacağını söylemek abartı olmasa gerek…
Yukarıdaki sorulara binlerce soru ile ve kısaca kendi çözümlemesini yaparak yanıt vermeye çalışan çizerlerde olması doğaldır, çünkü yaşadığımız dönem mizahın işlevinin tartışıldığı ve altının boşaltılmaya çalışıldığı bir zaman dilimdir.
Mizah iktidarları hep rahatsız etmiş ama günümüzde mizah iktidarları eğlendirir konuma dönüştürülme tehlikesi ile karşı karşıyadır, çünkü mizahçı olarak tanıdıklarımız, geçmişte muhalif duruşu ile bedel ödemiş olanlar bugün iktidarın yaptıklarına övgüler dizdiği ve iktidarın desteği ile sahnelerde, ekranlarda ve yandaş medyada ekmek kapısını açmak için uğraşıları ile karşılaşırsınız.
Bu yaşanan gelişmeler elbette bir çok soruyu da kafalarda oluşturma sürecidir, çünkü bakıyorsunuz yaşama, bir de olması gerekene aralarında uçurum gün geçtikçe açılıyor.
“Ben profesyonel karikatürcüyüm, görüşlerimi her ortamda söylerim, çizerim, benim için patron önemli değildir, bu işten geçiniyorum ve para kazanmam gerek” diyerek  ve “her ortamda kendimden taviz vermeden çizer ve çizgilerim ile yaşarım” diyen çizerlerde son yıllarda arttı. Bu şekilde düşünen çizerlerde soruların sorulduğu yerlerde kendilerince yanıtlar vermekte ve karikatür üzerine yeni şeyler söylemeye çalışmaktadırlar.
Çalışılan zemin düşünceyi biçimlendirmediği, çevre faktörünün önemli olmadığı, verilen sipariş konuları kendi anlayışı ile yorumlayıp çizdiği konusunda çizer kendince doğrular üretir. O doğruların genel doğrular olduğuna kendisini ikna eder ve bu sayede emeği ile para kazanan bir çizer konumunda olduğunu düşünür.
Mizah ve karikatür her konuyu işleyemeyeceği ve bazı dokunulmazlara dokunmaması gerektiği konusunda kendisini ikna etmiştir. O yüzden o hassas konulara hiçbir şekilde dokunmaz ve bu sayede çalıştığı yerde uzun süreli kalmayı bir anlamda garantilemiş olur!
Karikatürün ne olduğu ve ne olması gerektiği konusunda görüşler çizerin duruş noktasına göre cevaplar ve sorularda değişmektedir.
Bir çok çizer, piyasa koşullarına göre çalışmaktadır ve duruş noktası önemli değildir, ideolojisi vb konulara pek bakmadan eserini üretmeye devam eder.
Sağ görüşlerin uç noktasında olan gazetede eski bir solcu olduğunu düşündüğün çizer karikatür çizebilmektedir.  Yandaş medya olarak kabul edilen yerde günlük politikaya fazla dokunmadan orta bir şeyler söylene karikatürler çizilmektedir.  
O alanda çalışanlar muhalif ve karikatür konusunda bir tartışmaya girdiklerinde bulundukları ortama uygun sorulara yanıt verir.
Çok soru sorup, tek yanıt vermeye kalkarlar… Çizer, kaliteli karikatür çizilmesi vurgusunu genelde yapar ama kaliteli ürün derken neye göre kalite konusunu ortaya koymamış olur... Çünkü kalite çok satılan ve sergilenen iş mi, çok satılan bir yerde basılan şey mi? Nedir kalitedeki zemin? Düşünce ve çizgi bütünlüğü mü?
Çizerler, muhalif olmayı ne olarak algılıyorlar? 
Sadece iktidar muhalifliği mi? 
Yoksa sınıf duruşu mu?
Karikatürcü olgulara nasıl baktığı ile değil, nereden baktığı ile muhalifliğini ortaya koyabilir. Duruş noktasını bilen çizer, muhalif olabilir ama mizahçı olabilir mi bilemiyorum, çünkü mizah ezilenden yanadır ve iktidarlara karşı mazlumdan yana tavır ortaya koyar…
Çizer olduğu ortamı dikkate alarak tavrını geliştir ve sansürünü yaratır. Karikatür ve mizah her konuyu rahat rahat işler ve her ortamda saldırılara rağmen taviz vermeden savunur… Gerçek mizah ile piyasa için karikatür çizen arasında ince çizgi burada çıkar. Biri sansürü sessizce savunur, mizah ve karikatür ise her türlü sansüre başkaldırır.
ismail cem özkan