10 Mayıs 2017 Çarşamba

Ayrı ayrı gittiler…

Ayrı ayrı gittiler…

Ayrı ayrı gittiler, ayrı ayrı bayraklarını açtılar, ayrı ayrı afişler hazırlamışlar, ayrı ayrı bağırdılar, ayrı ayrı ayrı yönünü öne çıkardılar, her biri tek bir mezara gidip aynı şekilde duygulandılar, aynı şekilde gelecek umudunu içine çektiler...

Ayrı ayrı gittiler bir mezarın başına ve ona söz verdiler, halklar özgür olana kadar bu kavga bitmez! Çünkü ilk yüz adımı en hızlı koşucusu yatar o mezarda, o mezarın başında binlerce aynı isimi taşıyan genç... Mezarın içinde yatar bir delikanlı, içindedir kemikleri ama ruhu başında bağıran her bir gençtedir. Her ziyarette onların ruhlarına bir nefes üfler, "Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm!"

Ayrı ayrı zamanlarda yok edildiği düşünülenler, ayrı ayrı vücutlarda savundukları hayat bulur, dikilir zalimin önünde…

Önce yaşamdır, ölüm güzel insanlardan uzak dursun...

En zor koşullarda bile önce yaşamı savundular, yaşam için kendileri ölümü göze aldı… Yeter ki güzel, yaşam dolu gençler ölmesin diye… Devlet onları yok ederek kendi homojen toplumu kurma projesini başardığını sandı. Kurulan devlette başka birilerinin projesi olduğunu düşünmeden devleti yaşatmak adına, devlet için cinayet işleyenler kahraman olarak tanıtıldı ama sonuçta katildi hepsi. Devlet kendi kahramanını unuttu, kahramanlarının vurduğu gençler bugün dahi yüreklerde, meydanlarda, mücadele alanlarında yaşamaya devam ediyor…

Devlet adına cinayet işleyenler hepsi profesyoneldi, vicdanlarını çıkarları gereği dağlatmışlardı…

Halk adına hareket edenler ise amatördü ve vicdanları en ufak haksızlık karşısında kanıyor ya da acıyordu. Onların vicdanları, onların gelecek hayalleri, onların kavgası bugün dahi kirletilememişse, piyasaya sunup ticari araç olmamışsa hala onlar kadar temiz insanların davalarına sahip çıkmasında yatar…

İnsanlar işini, ekmeğini, çocuğunun cesedini alabilmek için ölüme yürüyor.

Ölüme yürüyenler devletin kendilerini duymayacağını biliyorlar… Ben duydum, sağır vatandaş duydu, kör bir vatandaş gördü…

Daha geç olmadan dönün...

Devlet duymadı ama bir gün bu acıyı yaşatanlar hesap vereceğini tarih zaten bize söylüyor, benim sözümü duymuyorsanız, tarihin sesini duyun, sizler kolay yetişmiyorsunuz, bu kadar kolay yok olmayın aramızdan, anılarınız ile yaşamak istemiyorum...

Yaşamı savunan, dünyanın sevgi ile kurtulacağını düşünenlerin olduğu yerde ölümü biz çağırmamız gereklidir, ölümü durdurmak elinizde; ölmeyin...

İşten her insan atılabilir, her insan işten atılmasına itirazı olabilir. En doğal haktır... Ama birini işten attıktan sonra onu açlığa mahkum etmek, ‘vebalı’ gibi yaşaması için etrafını boşaltmak da nedir?

Elbette her işe başlamak sonlandırılmakta var ama bunlar sonlandırmıyor, çalışma hakkını elinden alıyorlar...

Bütün çalışma hakkı elinden alınan, itiraz ettiği için sürekli dayak atmak, tutuklamak, işkence yapmak da nedir?… Bu vicdansızlığı yapan kulaklarını kapatmış, gözünün önüne pembe resimler almış, magazin dünyasına bakarak kim kimi aldattı diye haberleri ekranlarından izleyenlerin üzerine boşalttığı, yalanlarının her taraftan aktığı bir yerde vicdan kanıyor, kanatılıyor, inadında daha fazla öfke biriktiriliyor... Gerçekten öfkesi olması gereken bilmem ne kadar işsiz, işten atılan, çalışma hakkı elinde alınmışlar neden bugün yaşam alanlarında sokakta değiller, neden evlerine kapanıp razı olurlar?

Tüm insanlık sizin acınızı, öfkenizi duydu, bırakın ölüm yolculuğunuzu, başka yollarda vardır sonu ölüm olmayan...

Son yolculuk, dönüşü olmayan yolculuk, inadınızı, kararlılığınızı hepimiz gördük... Kimse size bir şey söyleyemez, ama en azından ölmeyin, yaşayın… Anılarda yaşatmak istemiyorum...

Devlet sevindiğine biz sevinemeyiz, çünkü devlet bizi değil çıkarları temsil eder.

Devlet öl diye gözümüze baktığı, öldürmeyi ve yağmayı kendinde hak olarak gördüğü dönemde birileri kalkıp kendilerini ölüm yolculuğuna bırakıyorsa ortada direnç yerine birilerin istediğini gönüllü yapmak gibi geliyor bana. Elbette bu düşüncem ölüme kendisini bırakmışların son anına kadar haklı haksız tartışmasını yapmadan desteklemek ve onların bu vicdan kanatan durumlarını kamuoyu önüne getirip -ne bekliyorlarsa önemi olmadan-, beklentilerinin karşılanmasını talep etmektir...

Devletin muhalif olanların hepten yok olduğunu ve sorunsuz bir homojen devlet yaratama içinde olduğunu da hepimiz biliyoruz, ama bilinen başka şey de var ki devlet hiçbir zaman homojen olamayacağıdır.


İsmail Cem Özkan

9 Mayıs 2017 Salı

Zalim, genelde zayıflardan çıkar…

Zalim, genelde zayıflardan çıkar…

Serçeler çimlerin üzerine düşmüş çiyi yudumluyor. Gün henüz kendisini göstermedi ama havada gri bir aydınlık söz konusu... Gölgesiz bir gün daha başlamıştı… Günün ilk ışıkları bulutların üstüne vurmuş ama bulutlardan yeryüzüne daha doğrusu yaşadığımız yere gelmiyordu. Homojen bir aydınlık söz konusuydu, gölgelerimiz olmadan sokaklardan geçerken, gölgesiz dolaştığımızın bile farkında değildik.

Şehir yaşamı insanı hedeflediğini değil bulduğu gibi yaşamasını öğreten bir alan olmuştu. Şehir ticaret demekti, ticaret çalışan insan, çalışan insan ise birilerin artı değeri olacaktı. Çünkü çalışan olmazsa onun üstüne basıp rahat yaşayan olamazdı. Rahat yaşama adına arkadaşının üzerine basıp gitmek yaşadığımız çağın ruhu olarak bize sunuluyordu. Liberal ekonomide her insan koyun gibi kendi bacağından asılır, kasap dükkanlarında olduğu gibi uygun yerine çiçek takılırdı. Gerçi marketlerin içine sığınmış kasaplarda ne koyun ne de gül vardı…

Şehir, mertliğin ortadan kalktığı, zayıf insanların güçlü insanları paraları ile teslim aldığı bir mekan olmuştu… Okumamış, duyduğu ile hareket eden, duyduğunun yanına bin koyan, yaratılmış gerçekliğe inanan ve o inanç ile tek doğrunun kendi düşüncesi olduğunu sanan ve dünyayı tek başına oynatacak kadar güçlü ve de merkezinde gören birinin elbette bilim ile işi olmaz, o sadece güce inanır ve gücü olanın her şeyi yaptığını sanır. Ama güç bilgi olduğunu bilmeden yaşadığı sistemde birisi için tüketici ve tetikçisi olduğunu anlamayacaktı…

Zayıf insanlar kapı kulu olur, sonra kapıdan aldığı yetki ile zalim olur… Zalim olmayanlar ise kendilerini daha güvende hissetmek için kapı kulluğundan bir adım ileri giderek onun kölesi gibi davranır ve her isteğini yeteneği kadar yerine getirirken, geçmişi, geldiği kültürü, konuştuğu dili unutur… Onlar gibi olmak, onlar gibi yaşamak için her şeyini unutur, ne yazık ki kayıtlar onu kodlamıştır, güvenilmeyen insan olmasına rağmen kendisini güvende hissetmek için kayıtsız şartsız hizmet etmeye devam eder…

Stockholm sendromu sadece yenilenlerin yaşadığı bir durumdur ve ülkemizde bu sendrom her yenilgi ve katliamı yaşamış hakların içinden ve yapılardan çıkmıştır... Neden şaşırıyorsunuz, faşist bir partinin logosunu, siyasi iradede tek adamın imzasını Ermeni yaptı diye... Bugün ki iktidara en çok destek verenler, Suriye iç savaşında IŞİD'e dolaylı destek veren azınlık vatandaşlarımızın olması şaşırtıcı mı? Dink cinayetinde Dink arkadaşı gibi gözüküp Dink cinayetinin üzerine toprak serpip örtmeye çalışanlar? Erdoğan’ın başdanışmanları arasında eski TKP'li olması... TKP’nin son genel sekreterinin AKP’yi destelediği ve onun medyasında AKP lehine yazılar yazdığını... Şaşırmamak gereklidir, çünkü olaylar öyle bir şekilde akar ki birden kendinizi Stockholm sendromu içinde bulabilirsiniz... Bugün birçok liberalin kandırıldık diye piyasaya çıkması bu sendromun etkisi değil mi? Geçmişte Kürt davalarında yargılanmış, cezaevinde yatmış birinin dümdüz edilmiş ilçelere, mahallere rağmen iktidarın yanında yer almasını nasıl açıklarsınız?

Birinin zaferi diğerin yenilgisidir, birinin acısı diğerinin onuru olur... Birinin yenilgisi, diğerinin kahramanı olarak sunulur... Hepsinin üstünü bir bayrak örter. Bayrak, kahramanlık, zafer, şan, onur diye sunulur, ama acı, katliam, boşu boşuna öldürülmüş masum insanları yok sayar... Sırf birilerinin kasası dolsun diye milyonlarca insan bayrak ideali altında öldürmesine, katil olmasına sebep olunur...

Tüm bayrakları yakın, yok edin insanın insana kulluğunu...

Her zaman söylenecek bir şeyler bulunur ama sevgi sözleri dökülmez insanların dudaklarından, dökülüyorsa eğer içtendir, paradigması dökmesini istiyorsa eğer zaten yapmacıktır. Bir insanın neden sevgi gösterisi zordur da öfkesi, hıncı, nefretini daha kolay gösterir? Sevgi gelecektir, yaşadığımız zaman öfke, nefret, yalan üzerine oturmuştur...

Aşina olduğumuz düşüncelerimizden sıyrıldığımız an dünya gerçekleri ile yüzleşmeye başlarız...

Arabesk duygu sömürüsüdür... Duygulara seslenen ve duygular ile hareket etmektir... Bir söz duyar jileti vücudunda gezdirir, çünkü acıyı hissetmesi gereklidir. Arabesk dinleyen kişi duygusaldır... Duygularının fiziki acı ile sonlanacağını ve onu göstereceğini bilir... Çünkü aklın yerini duygu aldı mı, artık orada mantıklı bir şey beklenmez, bir ses onu intihara kadar götürür... Peki, sol arabesk yaşam ile bağlantıyı gecekondular yok olup varoşlar olduktan sonra mı elde etti? gecekondu sahibi oldu apartman sahibi, geçmişi ile dört eğilimi bir arada tutan partiler ile yok etti, paradigma ona duygusal hareket etmesini buyurdu... Elbette Alevi olanları Sünniler arasına almayınca onlar kaldı sözde solcu, diğerleri oldu dört eğilim partinin neferi... Duygulara kim seslenirse, seslendiği sürece popüler, duygulara seslenme bittiği an buharlaşan bir kitleyi temsil eder oldular... Arabesk yaşam biz Ortadoğu ülkesi olmamız ile birlikte dört eğilimin dördünü de kapladı, peki arabesk yerine hala inat ile çok sesli müziği dinleyenlere ne demeli? Onlarda yakında arabesk dinlerler mi?


İsmail Cem Özkan