1 Ağustos 2019 Perşembe

Güzel bir dostun arkasından…


Güzel bir dostun arkasından…

Sivas’ın Gemerek ilçesinin güzel bir yerleşimi vardır, Çepni. Elbette bir çoğunuz ülkemiz içinde Çepni isimli bir yer ile karışılırsınız, çünkü bir çok yerde Çepni ismini kullanan köy, nahiye vardır. Çepni bir göçmen kolunun adı ve göç edenler kendi isimleri ile anılırlar.

Benim yolum üniversite yıllarında kesişti o köy ile. Gittiğimde köydü, şimdi sanırım başka bir isim ile anılır olmuş, büyümüş… Üniversite arkadaşım Celalettin Uludağ ile o köye gittik, o köyün ilginç bir yanı var, köy iki bölümden oluşuyor, yukarı ve aşağı mahalle … Aşağıda yaşayan Alevi, üst tarafta oturan Suni inançlı. Yolun başlangıcında gittiğimde samanlık olan ve karakol olan bir kilise kalıntısı, o kilise yeniden restore edilip ayağa kaldırılıyordu en son aldığım bilgide… Osman Kavala o kilisenin ayağa kaldırılması konusunda çok heyecanlıydı, ilk defa bir köy kendi imkanları ile kilisesini ayağa kaldırıyordu, geçmişine sahip çıkıyordu. Onun sevinci benimde sevincim olmuştu, o köy üzerine yazdığım bir de öyküm vardı. Benim de içinde yaşadığım bir köy olmuştu, düşüncelerimde, öykümde, geçmişimde bir imza… O imzanın mimarları arasında Celalettin’in dışında onun ağabeysiydi.

Türkay. Mahkeme kararı ile bu ismi almıştı, babasının verdiği ismi değiştirmişti. Nasıl değiştirmesin, inancının tam tersiydi... Babası sağ görüşü benimsemiş olması onun insani ilişki içinde ve çocuklarının solcu olmasını engellememişti. Hoşgörü köyüydü, yaşanmışlıkların çıkarılmış bir ders vardı. Yok edilmiş, sürgüne gönderilmiş Ermenilerin yerlerinde anılar ve bir de kilise kalmıştı. Kilise onların geçmişini sembolize ediyordu, devletin karakolu o kilise gelip yerleşmiş olması da dünden bugüne bırakılan bir dersti…

Konumuz elbette Türkay, çünkü onu Ankara’da tanıdım köyüne gitmeden önce. Bir öğrenci evinde. Bir imecenin içinde, okuma telaşı içinde olan türkü sevdalısı abi kardeş. Darlık yaşamışlardı, ekonomik kriz içinde öğrencilik. Dar bütçesi olanlar yan yana gelir ve öğrenci evleri yaratılır okurken…

Öğrenciler yan yana gelir ve ev kiralarlar ve ortaya bir öğrenci evi yaşanır şekilde yaratılır.

Öğrenciler kiralamak zorundalar, çünkü hayat onlara başka yol bırakmamıştır.

Küçük bir bütçe ile okunacak ve diploma alınacak.

İşte yoldaşım, arkadaşım, dostum Türkay'ı öyle bir evde tanıdım. Kardeşi benim yoldaşımdı ki hala yoldaşımdır. O bizlere yardım eden, ihtiyacı olana burs sağlamaya çalışan hukuk fakültesinin öğrencisi olmak dışında iyi bir Türk Halk Müziği sanatçısıydı. Sahnede yerini alır ve içinden geldiği gibi söylerdi. Musa Eroğlu, Yavuz Top, Arif Sağ üçlüsünün “muhabbet konserleri” onun Ankara’da ki adresiydi... Ahmet Yıldız’ın açmış olduğu kültür merkezi bizim en çok zaman geçirdiğimiz yerdi, nasıl olmasın ki, o Halkevleri Genel Başkanlığını yağmış, boyun eğmemiş, Halkevi üyesi olan tüm devrimcileri savunmuş biriydi. Benim de papyonlu amca dediğim ama daha sonra abi dediğim güzel bir insandı…

Burslar çok önemliydi, o dönemde burs işi ile ilgilenen Almanya’da hukuk eğitimi yapmış bir avukat abimiz vardı, onun sayesinde bir çok ekonomik zorluk içinde olan solcu öğrenci burs alıyordu. O ilişkiyi de Türkay sağlıyordu.  Fakir öğrencinin bir umuduydu bir anlamda…

Türkay, benim gözümde sazı elinde türkü söyleyen, kendi çapında besteleri olan ve döneme uygun bir grup kurup sahneye çıkandı. Benden büyüktü, o büyüklüğün getirmiş olduğu bir ağırlık vardı, bir de 12 Eylül’ün üzerinde yüklediği ağırlık. Arkadaşları işkenceden geçmiş, ağır bedeller öderken o dışarıda ağır işkenceleri içinde yaşıyordu. Mağdur olan ve bizden olana karşı bir duyarlılığı vardı. O bir devrimciydi ve 12 Eylül öncesinin devamlılığını üzerinde taşıyordu. Örgütü yenilmiş, ilişkiler dağılmış olmasına rağmen öğrenci evi bir devrimci okuldu, devrimci türkülerin söylendiği ve rahat nefes alındığı bir yerdi.

Hayatın yüklemiş olduğu ağırlığın altında direnendi... Direnmeyi, en karanlık günlerde dahi umudu yaşatacak ışığı gösterendi... Özveriliydi, o kadar da alçak gönüllüydü. İçinde fırtına eserdi ama bizler o fırtınanın şiddetinden haber dahi olmazdık…

Türkay, hiç bir zaman nedeni anlayamayacağım şekilde intihar etmiş, bir devrimcinin görevi yaşamaktır, yaşatmaktır... O görevini yapmadan kısa yoldan direnmeden geçmiş bu hayattan, çok üzüldüm... Benim Çepni’li güzel dostum, yoldaşım... Bize sadece anılarını bırakıp gitti... Celalettin Uludağ kaldı geriye, kardeşi, yoldaşı, canı, bir de güzel bir oğlu, sadece onlar mı, seveni çoktu, sevenleri de bilememiş içinde ki fırtınanın şiddetini ve gerisine bıraktığı mektupta fırtına dışarıya çıkmış...

Sen her zaman anılarımızda yaşayacaksın, biz var oldukça bu hayata bıraktığı iz var olacaktır… Keşke bize aşıladığın “devrimcinin birincil görevi yaşamaktır, yaşatmaktır” sözünü tutmuş olsaydın…  Unutulmayacaksın…

İsmail Cem Özkan


31 Temmuz 2019 Çarşamba

Hastasını müşteri olarak gören şirketler var…


Hastasını müşteri olarak gören şirketler var…

İzmir’de kurulu olan bir hastane adı son yıllarda belki ilginizi çekmiştir, hemen hemen İzmir sokaklarında elektrik direklerinde asılı olan ilanlarda görmüşsünüzdür. İzmir merkezli Batıgöz… Peki, Batıgöz bir göz hastanesi mi? İzmir Balçova ilçesinde bir göz hastanesi olmadığı normal bir hastane olduğu (Batıgöz Balçova Cerrahi Tıp Merkezi) gerçeği ile karşılaşırsınız, göz hastanesinden normal özel bir hastaneye geçiş… AVM formatında giriş katında bir hastane ya da poliklinik denilebilir… Orada değişik sağlık anabilim dallarına uygun muayenehane yapılan yerleri var. Alanında “uzman” doktorlar ile hastalarına pardon “müşterilerine” hizmet vermekteler…

Bizim yolumuz bu poliklinik diş bölümü ile annemin adım atması ile başladı. Annem reklamlardan etkilenerek bu yere gitmiş. Reklamlarında ne demekteler? "Hizmette kalite ve güven”  şimdi bu iki cümleyi ya da kelimeyi duyunca ister istemez bir o tarafa doğru meyil etme durumu söz konusudur. Annem nereden bilsin ki başına gelecekleri… Bir diş doktoru var ama diş doktorunun etrafında diş doktoru olmayan ama diş doktoru kadar bilgili olduğunu sanan işgüzarlar varmış. O işgüzarların birinin o bölümünün “shop in shop” mantığı içinde ortağı olduğunu işletme müdürü sohbet sırasında ağzından kaçırdı, hatta bu ortağı benim ile karşılaşmasında kendisine güya güvenen bir işadamı görünümündeydi… benim muhatabım o olmadığı için ciddiye bile almadım, çünkü muhatabım hastanedir, küçük kiracısı beni hiç ilgilendirmez, o onların sorunudur, nasıl bir anlaşmaları var ya da yok benim konumum dışındaydı. Kısaca her bölümü başka bir şirket ya da kişi hastane çatısı altında işletiyor… Nasıl olur bu iş demeyin, bir çok büyük mağaza içinde “shop in shop” vardır ve kabul görmüştür, böylelikle işletme maliyeti düşerken “kazan kazandır” mantığı içinde bir anlamı olur… Hem o işletme para kazandırırken mekan kullanımı ve alanın verimli kullanımı da gerçekleşmiş olur. Zarar etse de o “shop in shop” içinde mağaza zarar ederken tüm işletmeye zarar olarak yansımaz, o kirasını alır… Buraya kadar güzel yönlerini anlattım, şimdi kötü yönünden bahsedelim, annemin somut durumundan…

İşletme satış sonrası hizmet vermezse reklamasyon yani kötü reklam kime doğru döner… “shop in shop” mağazanın gerçek sahibine, yani kiraya verene, markasını kullanımı verene, çünkü bir “güven” kavramını yıllarca başarılı bir şekilde götürmüş ve markalaşmış… Kiracının kötü uygulaması direkt marka sahibini vurur, çünkü tüm sorumluluk marka sahibindedir, küçük kiracıya ait olmaz… Marka sahibi ne yapmak zorundadır, o kiracısı ile yeniden oturup anlaşma yapması ya da fesih etmesi gereklidir. Peki, fesih ederken ne yapacak, var olan mağduriyeti ortadan kaldırıp orta bir yol bulmak ile yükümlüdür… Sonuç ben yapmadım sorumluluk bana ait diyemez…

Şimdi annem öznelinden gidersek, diş tedavisi yanlış, Diş Odaları rapor ile kanıtlandı, onun dışında bir çok alanında uzman kişilerin fikirleri alındı… Yani hata somut… Annem tedavi olalı üzerinden uzun zaman geçti, elbette acı ve mağduriyetten kaynaklı hem maddi hem de manevi bir kayıbı var… Tedavi masraflarını mutlaka karşılayacaklar, biraz zamanı uzatabilirler ama karşılanacaktır, o konuda ulusal ve uluslar arası tüketiciyi koruyan kanun maddeleri var. Ki Batıgöz uluslararası bir marka, yurt dışında ve ülkemizin değişik kentlerinde hizmet veriyor. Genişleme hedefi olan bir şirket konumunda. Annemin mağduriyeti ve kötü deneyimi elbette şubeleri olan yerlerde yerel ve ulusal medya dillendirecek yazılar çıkacak, çünkü günümüzde iletişim muhteşem ilerledi… Bırakın ilişikleri kullanmayı, ilişkileri kullanmadan bile sıradan birkaç yazı bile bir markanın reklamlarında belirttiği sözlerin altının boş olduğunu potansiyel hastalarına ulaşır… sadece yazılar ile gündemde tutarak bu süreç ilerlemeyecektir elbette, İzmir il sağlık müdürlüğünden başlamak üzerine cumhurbaşkanlığı bilgi edinmeyi, sağlık bakanlığından uluslar arası şirketlerin çalışma izni ve şube açmalarına izin veren kurumalarına kadar bu konu taşınacaktır… Çünkü bir marka iddiasında olan şirket nerede olursa olsun hizmetinde bir aksilik yapmışsa ve reklamlarda kullandığı sözlerin altı boşa düşünce “müşterisini aldatma” durumuna düşer… Reklamlarda aldatıcı kelime ve çağrıştırıcı herhangi bir şey kullanılamaz…

Bizim şirketimiz sahip çıkalım, kol kırılır içinde kalır mantığı bu aşamadan sonra bende yoktur, çünkü artık bizim gibi gördüklerimizde bizim olmadığını biliyoruz.. Var olan sistem her ne kadar şirketleri korur gibi gösterilmiş olsa da rekabet yasası gereği aslında şirketlerin en zayıf noktasını da ortaya çıkarır…

Bugün yeni bir kampanya başlatıyoruz, Batıgöz hasta memnuniyetinden pek ciddiye almadığını görmekteyiz (bir çok yazı yazılmasına rağmen geri dönüş yapmadıkları ortadadır, her yazı sonrası ‘aldık, ilgileniyoruz’ diye bir mesaj dahi atmamışlardır.)  ama müşteri konusunda bakalım tavırları nasıl olacak?

Batıgöz özel bir göz hastanesi değildir, adını kullanarak yeni hastane açmak için prosedürleri ortadan kaldırmak için kendi adına “shop in shop” mantığı içinde poliklinik açma yetkisi olmayanlara olanak sunması bile başlı başına bana göre suçtur…

Sağlık alanı sıradan bir market mantığı ile yapılanmaz…

Şimdi duyumlar ile gerçekler ne kadar bir birini örtüştürecek bilemiyorum ama her dedikodunun altında gerçekler var olmaya devam eder, bürokrasiyi kandırabilirler ama hastasını kandırmazlar, çünkü sonuç somut olarak ortada olur…

Diş tedavisi ile çıkılan yolda tedavi memnuniyet ile sonuçlanmadığını ve mağduriyet yarattığını görmekteyiz. Aynı şekilde annemin de yalnız olmadığını diş odasına yapılan şikayetlerden çıkarıyorum… Çünkü bilirkişiye gittiğimizde “ilk siz değilsiniz, madem mesleğini bilmiyor doktor, gitsin başka iş yapsın zorunlu değil diş tabibi olmasına” demiştir…

Bugün köşe yazımı öznel bir durumdan yola çıkarak yazdım, sanırım sonda olmayacak, her gelişmeyi okuyucu ile paylaşmak sanırım bir sorumluluk yüklüyor…

İsmail Cem Özkan