3 Temmuz 2010 Cumartesi

İstanbul’da yabancı olmak… (ÖYKÜ)

İstanbul’da yabancı olmak… (ÖYKÜ)

Gece gökyüzünü aydınlatmıştı, gökyüzü şehrin ışıkları etkisi ile kıpkırmızı gözüküyordu. Sıcak bir yaz akşamı, nemin doruk yaptığı bir ortamda yedi tepeli şehrin seması kıpkırmızıydı. Şehir bir önceki gece gibi gökyüzünü kızıla boyamıştı. Yaz aylarında şehir daha ağırlaşır, sesler daha yüksek çıkardı. Sabaha yakın bir saatte sesler yerini sessizliğe bırakırken, biraz sonra başlayacak kuş seslerini bekliyor olacaktı. Bu bekleme anında sessizce camdan dışarıya baktı.

Derin bir nefes çekti içine doğru. Göğsünün şiştiğini hissetmişti. Eskisi gibi genç değildi, dışarıya bakan gözler neler görmüştü o ana kadar, gözlerini yumsa sanki hepsi geçecek gibi. Gözlerini karanlığa doğru yönlendirdi, uzakta parıldayan ışığın dokunuşlarını hissetti.

Sokak lambaları hala yanıyordu. Sokaklar sessizliğin içinde, uzaktan giden araçların sesini yankılanmasına neden oluyordu. Araçlar nereden giderdi bu saatlerde?

Karanlık odasında, dışarında gelen ışık süzmeleri içinde kendi yansımasını camda gördüğünü düşündü. Cama bakmamıştı oysa… Karanlık tüm ihtişamı ile yeryüzünü kucaklıyordu. Şehir evrenin o ışıltı dünyasını yok ediyordu.

Yıllar öncesini düşündü, ilk geldiği günleri. Orient’e giden tren ile yolculuğu ve ilk heyecanı. Şimdi hissetmiyordu bile. O heyecan yerini bir boşluğa bırakmıştı.

Boşluğun içinde, ilk geldiği günleri düşünürken buldu kendisini. İlk mesleğe adım atışını. Gerçi yaptığı işi meslek olarak görmemişti, gönüllü bir evlilik. Evlilik şartnamesine uymuştu, arada küçük düşünsel kaçamakları yok sayarsak…

İkinci dünya savaşı sonrası çocukların sokakları doldurduğu günlerde bu işe ilk adımı atmıştı, çünkü ailesi atılan bombaların altında yok olup gitmişti, kendisinin nasıl kurtulduğunu bile bilmiyordu. Gözünü açtığında dumanların arasında, toprağın havayı doldurduğu ortamda gözlerini açmıştı. Gözlerini açtığında çok korkmuştu, bu korkuyu üzerinden hiç atamayacaktı.

Gözlerini kapadığında kendisini toprak tozu altında nefessiz kaldığını hissediyordu. Belki bu gece o anımsadığı gecelerden biriydi, gözlerini yumamıyordu. Birazdan hava aydınlanacak, kuş sesleri her tarafa hakim olacaktı ama o hala yatağına uzanıp, gözlerini kapamayı düşünmüyordu.

Vücudu yorgun olduğunu söylüyordu ama gözleri ve beyni aksini söylüyordu derinden derine…

İkinci dünya savaşı, insanlığın yaşam ile ölüm arasındaki toplu imtihanı. Bir anda yaşadığınız şehrin savaş alanı olması, gözünüz gibi baktığınız evin bir bomba ile yok olmasını görmek… yılların birikim, umutlarınız, gelecek, çocuklarınız, hepsinin bir an içinde yok olabileceğini can yakıcı şekilde hissetmeniz. Askerinizin sokakları doldurduğunun ertesi günü düşman askerlerinin doldurmayacağını kimse garanti edemediği günler. Savaş aslında gelecek duygusunun ortadan kalktığı günler demektir.

Savaş, en yakınındakine sıkıca sarılmak demektir, üstellik hiç tanımadığın biri ile candan konuştuğun an bile denilebilir, çünkü yukarıdan aşağıya doğru gelen bombaların sesleri altında, korkunuzu yok edebilmek için beklide bastırabilmek için yanınızdaki ile anlamı ya da anlamsız konuşmalara girmeniz gibi. Bombaların sesinin bittiği anda, duyulan o haz kimse anlatamaz, anlayamaz. Kendinizden önce çevreye bakarsınız, çocukların varsa eğer, onlar önceliklidir, başka şeyi gözünüz görmez, bir an önce onarla sarılmak istersiniz… savaş geleceğin yok olduğu günlerde, gelecek güvenceniz sadece çocuklarınız kalmıştır…

Savaşın yıkıcı günlerini çocuk olarak atlatmıştı. Henüz tam anlayamadığı bir çatışmanın ortasında büyümüştü, ailesinin sıcaklığını tam duyamadan onlardan ayrı düşmek zorunda kalmıştı. Diğer ailesiz çocuklar gibi, sokakları yani sokak görünümünü eskide bırakan yıkıntılar arasında kalmıştı. Yıkıntılar onun yeni eviydi. Bir birini tanımayan çocuklar bir arada olmuştu, nasıl olmuştu, kendisini de hala çözememişti. Bir aradaydılar ve birbirlerini cesaretlendiriyorlardı.

Geçmişleri yoktu, ne anneleri ne babaları ne de kardeşleri, yoktu… Kim söyleyebilir, onun adını? Kim bilir onun doğum anını? Her şey bir anda yok olmuştu. Şehir yeni biçimi içinde toparlanmaya çalışıyordu. Yarı sönmüş yangınlar, çığlıklar seslerin hakim olduğu bir şehir.

Gürültü şehir gürültüsü değildi, yıkıntının gürültüsüydü teslim alan. Sadece yıkıntı teslim almamıştı, düşmanları da almıştı. Hiç bilmediği bir dil sokaklara hakim olmuş, sürekli bağırıp duruyorlardı. Emir verdiklerini ses tonundan anlıyordu, korkulu gözler ile onlara yanaşmıyor, olabildiğince kaçıyordu. Neden kaçtığını dahi bilmiyordu, içinden bir ses ona kaç demişti ve o kaçıyordu. Yıkıntılar arasında saklambaç oynar gibi, bir oradan bir oraya gidiyor, düşman askerlerinden uzak duruyordu. Bazen hiç tanımadığı insan topluluğun içine düşüyordu, korkulu gözler ile birbirlerine bakıyor, sonra ana dili ile konuştuklarını anladığında bir sevinç duyuyordu. Neden duyduğunu kendisinde bilmiyordu, o an kimse bunun hesabını da yapacak durumda değildi.

Savaş, her şeyin yok olması anlamına geliyordu, bütün birikimlerin yıkıntılar altında kalması… Geçmiş, düşler her şey yıkıntı altındaydı…

Çocukları toplamışlardı, çünkü ne kadar kaçarsan kaç sonuçta yakalanılıyordu. Şanslıydı, kız çocuklarının genelde yakalayan ırzına geçerdi. Düşman askeri genelde öyle davrandığını gözleri ile görmüştü, o anı gördüğünde çok korkmuştu, korkusu onun geleceğini belirleyecekti.

Çocukları toplamışlar ve yaşam alanı yaratılmıştı. Kimsesiz çocuklar bir arada savaşın ilk etkisini üzerinden atmaları için şartlar oluşturulmuştu. En azından yemek yiyebiliyordu, yemek dediğinizde eskiden olduğu gibi değil, bir somun ekmek, bayat taze hiç fark etmezdi, bir de su…

Savaşın sonlanması ile birlikte yeniden yapılanmaya doğru gidiliyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi, dün gibi de olamazdı, çünkü yıkıntılar içinde yeni bir şehir yaratılıyordu. Gelecek düşü olmayanlar içgüdüsel olarak barınak yapıyorlardı, güdüler insanı yönlendiriyordu.

Çocukların biraz büyümüşleri kiliseler bünyesine alıyor, kendi yuvalarında daha iyi koşullarda bakmaya çalışıyordu. Şanslıydı, onu da kilise sahiplenmişti. Belki babasının annesinin hayır işleri ona bu şansı tanımıştı. Yerleri cennet olsun diye içinden geçirdi…

Kilisede kalmak istediğini ve rahip olmak istediğini belirtti, gördükleri ve yaşadıklarından sonra ne çocuk yapabilirdi, ne evlenebilirdi. Onu kurtaran, besleyen rahibeler gibi olmak istemişti. İsteğini iletmişti, memnunlukla karşılanmıştı ama zamanı vardı ve o zaman dolduğunda tekrar karar vermesini söylediler. O bütün dini ritüellere gönülden katılıyor, tıpkı rahibeler gibi davranıyordu… Yardıma ihtiyaç duyanlara karşılıksız yardım ediyordu… Ne söylenirse sorunsuz yerine getiriyordu. O kendisini sevdirmişti, kendiside yaşadığı yeri sevmişti.

Kısa zamanda gözdesi olmuştu, koşuyor, koşturuyor, hiç düşünmemek için sürekli hareket halindeydi, kendisi ile baş başa kaldığında annesini ve babasını düşünüyordu. Kaybettiği geçmişini… İlk zamanlarda her düşündüğünde gözlerinden yaş geliyordu, ama zaman içinde azalmıştı… Zaman gerçekten acının ilacıydı!

Değişik kiliselerde görev yapmıştı, Katolik dünyasının dünyasında kendisine ait bir evren yaratmıştı ve o yarattığı evren içinde mutluydu. Rahibeler ile birlikte sabah duasına gider, sonra günlük işler içinde üzerine düşeni yerine getirirdi. Kilisenin kuralları içinde bir de dış ülkede hizmet vardı. Hep aynı yerde olmayacaktı. Ona Orient’e gitmesi gerektiği bildirilmişti. İlk defa korkmuştu, çünkü konuştuğu dilin dışında bir de başka dinin hakim olduğu bir yerde görev yapacaktı. Korku, endişe ile besleniyordu…

İstanbul hakkında bütün bilgilere ulaşmıştı, İstanbul yani Kostantinpolis hakkında her türlü yazıyı okumuş, bir anlamda içini rahatlatmıştı, ama yine endişe duyuyordu. Dil sorunu vardı, inancını rahat yaşayıp yaşayamayacağı korkusu vardı, çünkü duydukları onda şüpheler doğmasına sebep olmuştu. Oradan görevden dönen hemşireler ile karşılamış, onların anlatımları endişelinin artmasına sebep olmuştu. Görev verilmişti ve bu görevi diğerleri gibi laiki ile yerine getirecekti.

Viyana’dan bindiği tren onu alıştığı toplumdan ve büyüdüğü topraklardan koparıyordu. O artık doğunun gizemi dünyasına doğru trenin hızı il birlikte yaklaşıyordu. Yeni görev yeri İstanbul’da bulunan hastaneydi. Orada da bildiği tüm iyilikleri yapacaktı… Belirli bir süre için yola çıkmıştı ve o belirli süre çabuk dolup geri dönecekti. Arkadaşlarından ayrılırken gözleri dolmuştu. Ailesiz yaşadığı bir geçmiş geride kalıyordu, yeni bir geleceğe tren hızı eşliğinde trenin sesi ile birlikte koşuyordu sanki.

İstanbul, bin bir gece masallarının masal diyarı. Kartpostallarda gördüğü minareler, boğazı ile ayrı bir dünya… Yemekleri görenekleri havası suyu ile ayrı bir evren gibi…

İstanbul’a yaklaştıkça yolun yorgunluğu onun endişelerini yok ediyor gibiydi, çünkü o kadar yorulmuştu ki, bir an önce yatağa uzanıp gürültüden uzak sessizliğin içinde uyumak istiyordu. O sirkeci garına gelene kadar gündüzleri çevreye bakmış gece ise arkadaşları ile birlikte sohbet etmiş, dualar ettikten sonra uyumaya çalışmışlar… Bir yaz günü İstanbul’a geliyordu. İstanbul ayrı bir kokusu ve havası vardı sanki hep onu hayal etmişti… Bir beklentisi vardı, o beklenti hayal kırıklığına uğratacak mıydı, onu bilemiyordu…

Lokomotif gürültülü şekilde vagonlarını çekiyordu. Rayların üzerinde vagonlar daha çok gürültü çıkarıyor giydiler… Kulakları alışması gerekliydi ama alışmamıştı. Rahatsız etmişti ama sesini çıkarmıyordu…

Sirkeci garı, hiç Viyana’daki gara benzemiyordu. Bütün tren garları birbirine benzer derler ama bu benzemiyordu… Bayraklar ile süslü bir gardı. Şehrin dış mahallerinden şehrin merkezine doğru yol almışlardı. Gelirken şehrin siluetini görmüş ve heyecanını saklamamıştı. Camları açıp dışarıya olabildiğince bakmıştı. Arkadaşları ile gülüyor ve heyecandan camların dışına taşmışlardı…
Garda kendilerini bekleyenler vardı. Hastane çalışanları elleri ile koymuş gibi bulmuşlardı, kıyafetleri gerçi hemen ele veriyordu ama hiç soru dahi sormamışlardı. Gelmişler ve eşyalarının aşağıya indirmesine yardım etmişlerdi. Sıcak bir gülümseme ile karşılanmışlardı. Tanrının selamı karşılıklı verildikten sonra yeni devletin topraklarına adım atmışlardı.

Yolculuğun vermiş olduğu yorgunluğun yanına yeni yeri görmenin heyecanın da yorgunluğu binmişti. Adım atacak gibi değillerdi. Konuşmak ve sohbet etmek yerine bir an önce yerlerine gitmek istiyorlardı. Çevrenden onlara bakanları fark etmişlerdi, biraz çekinmişlerdi, çünkü alışık oldukları toplumun çok dışındaydılar ve nem yüzlerini yıkıyordu sanki. Nefes almakta güçlük çekiyor gibi gelmişti, bir anda sanki suyun altında geçmiş giydiler. Buranın havası çok farkıydı, trenin yaratmış olduğu rüzgarda yoktu.

Tren garından hastanenin olduğu Galata’ya doğru yola çıkmışlardı. Camiler, mısır çarşısı, galata köprüsü onlara açılan ayrı bir pencere gibi gelmişti. İlk defa görüyorlardı bu kadar yakından. Kartpostallarda ki gibi değildi. Daha büyük ve heybetliydi. Deniz ilk anda koca bir nehir gibi gelmişti, fakat Marmara’ya doğru baktıklarında denin güzelliği karşısında nefeslerini tutmuşlardı. Galata onları kucaklamaya hazırdı. Araç dar sokaklardan kıvrıla kıvırla hastanenin olduğu yere kadar getirmişti. Sokaklarda bu aracı döndürmek marifet işiydi, o kadar dar ve keskin ki, o keskinliği şoförün marifeti sayesinde aşmışlardı. Hastaneye vardıklarında kalacakları lojmanında hemen içinde olduğunu görmüşlerdi. Eşyalarını hastane personeli bir anda odalarına kadar taşımışlardı. Sanki eşyalar kuş olmuşta uçmuş gibiydi. Onlardan tecrübeli hemşireler yani rahibeler onları kendi dillerinde karşılamışlardı. Canı gönülden hoş geldiniz demişlerdi ve hoş görmüşlerdi ama bir de şu yorgunluk olmaza…

İstanbul’a Galata’dan bakmak ayrı bir duyguydu. Odasının penceresinden olağanüstü bir manzara vardı. İşleri düşünmüyordu, başının dönemsi eşliğinde bir masal ülkesine geldiğini düşündü. Beklediğinden farklı bir yere adım atmıştı ve ilk görüşte sanki aşık olmuştu. Aşk; hiç bilmediği duyguydu, ağzı alışkanlığı ile söylenmiş bir söz gibi geldi.

İstanbul, aşıkların şehir olmaya adayıydı. Gözünde ilk gördüğü sisin altındaki, nemin boğucu etkisi altında bunları düşünmüştü. Kulaktan dolma masalları gözünde canlandığı an olarak düşündü. Avusturya hastanesi Galata Kulesinin hemen altında yer alıyordu sanki. İngiliz hastanesinin yanında, küçük bir sinagogun önünde yer alıyordu. Sokaklar dar ve dik yokuştu. Hastalar her zamanki mesailerindeydi sanki, martılar her an olduğu gibi gökyüzünün en üst noktalarına çıkmış selamlıyordu. Galata çok kültürlü bir yerleşim alan olduğu dışarıdan gelen değişik dillerden konuşmadan anlıyordu. Almanca sanki bu ülkede binlerce yıldır konuşuluyor gibi buranın yerel dili gibiydi. Çevresinde almanca konuşan tıpkı kendisi gibi rahibeler, günlük kıyafetleri içinde gülümseyerek hastalara hizmet etmeye devam ediyordu.

Galata’da zaman durmuş gibi, sokaklar kurulduğu günden beri dar ve dik olduğunu düşündü. Çöplerin sokakları doldurduğuna şahitlik yapmıştı, geldiği şehirlerde ki gibi değildi. Sokaklar hırpani kıyafeti insanların ve çöplerin bol olduğu yerdi. Hiç görmediği kadar insan vardı, sürekli hareket halinde ve nereden gelip nereye gittikleri belli olmayan insanlar.

Galata’da hastanede kısa bir süre zorunlu hizmetini yaptıktan sonra gidecekti ama gönlünü ilk günden vermişti, geçmişinin bir bölümü yıkıntılar altında bıraktığı topraklara dönmeyecekti. O zamanı durdurmuştu, dönüş tarihi sürekli erteleniyordu, hep işleri vardı ve bir gün emekli olacaksın dediler ama o emekli olmayı hiç düşünmemişti. Olmadı da… Son nefesini verdiği güne kadar o orada hastanedeki odasında kaldı ve canı gönülden hizmet etti… son nefesini verdikten sonra bütün çalışanları hemen yan tarafta duran Avusturya lisesi içinde yer alan kilisede son görevini yapmışlardı. Onun cenazesi almanca ve Türkçe olarak yapıldı ve tanrıya dualar edildi… Son yolculuğu sevdiği ve aşık olduğu topraklara doğru oldu… O Galata’lıydı öldüğünde ve kendisini Galatalı olarak tanımıyordu… Galata onu bağrına bastı… Tıpkı yüreğine bastığı gibi…

İstanbul’da yabancı oluğunu hiç hissetmedi, o hep burada doğmuş, burada yaşamış, burada acı çekmiş gibiydi… Son nefesine kadar burada kendi ana dilini özgürce kullandı, Türkçe konuşmaktan zevk aldı… Zorlayan olmadı, sen şunu konuş, bunu yap diye, çünkü o hep gönüllü yaptı yapacaklarını… Tanrı onu uzun yaşatarak insanlık daha çok yararlansın istemişti o da uzun yaşadı ve doya doya insanlığa hizmette bulundu…

2 Temmuz 2010 Cuma

Samimiyet…

Samimiyet…

Siyaset samimi olmayı yanında taşımaz, siyasette önemli olan çıkarlardır ve çıkara uygun davranış değişiklikleri olur…

Siyasette önemli olan gündem belirlemektir, gündemin akıntısına kapılmadan yol almaktır… Gündemin akıntısı peşinde takılıp gidene siyaset yapıyor denmez, olsa olsa yedek güç olarak işlev görürler… Gündem belirleyenlerin yedek gücü…

Siyaset içinde solun ortadan kalkması 12 Eylül ile bizde olmuştur, üzerine gelen ‘galsnost’ (açıklık) politikası ile evrensel boyuta dönüşmüştür. Evrensel anlamda solun gündem dışına düşmesi ile birlikte, liberal politikaların yedek gücü konumuna dönüşmüştür. Liberal politikalar dediğime bakmayın, global firmaların ihtiyaçları yönünde politik söylem geliştiren bir konuma gelmiştir. Bunun en çıplak olarak yaşandığı ülke Almanya ve İngiltere olmuştur. İşçi sınıfının yüzyılda gerçekleştirdiği birikimini, iki sosyal demokrat hükümet sırasında sorunsuz şekilde erimiş, yok olmuştur. Global çapta söylenen krize çare olarak, işçi sınıfının kazanımları harcanmıştır. Bizde ise, durum daha vahimdir, çünkü sosyal demokrat politika dahi üretmeyen sol, ırkçı söylemlerin yedek gücü konumuna gelmiş ve oluşturulan söylemlerin tartışmacı konumundan öteye gidememiştir.

İsrail yönüne doğru çıkan gemilerin oluşturmuş olduğu ‘tek vücut’ politikası içine, sol istisnasız şekilde katılmış olması ve sokaklarda ‘Katil İsrail’ diye bağırmaları, ‘tekbir’ getirenlerin kuyruğuna takıldıklarını gizleyememiştir. Planlı bir şekilde kurgulandığı çok açık olarak görülen bir olayda, sol kuyruk olmuş, üstelik Hamas gibi bir örgütü Filistin halkının temsilcisi olarak görmüştür. Hamas örgütünün yaptıklarını bir anda temize çıkarmışlardır. Temize çıkarırken, geçmişe doğruda selam göndermeyi unutmamışlar ama tarih bilincinin olmaması yüzünden selam gönderdikleri Filistin temsilcisini karıştırmışlardır. Filistin Halk Kurtuluş Örgütü yerini Hamas alıvermiş! Bu kadar hata kadı kızında da olur! Bu karıştırma sol için önemli değildir, sokaklarda en azından özgürce bağırmışlardır.

Halk ayağa kalkmış, sol onları yalnız mı bırakması gerekliydi… Siyaset, samimi olmayı getirmediği için, çıkara uygun davranılması gerekliydi… Bu olayı yobazlara mı bırakacaklardı, elbette gerçek İsrail düşmanları kendileriydi ve bu düşmanlığı tüm çıplaklığı ile göstermeleri gerekliydi. El altında tuttukları Filistin bayrakları ile sokaklar ‘Katil İsrail’ sesi ile doldurulmalıydı ama tekbir sesleri onları bastırmıştı. Önemli değildi, bağırıyorlardı, yeterliydi… Sol, 12 Eylül’den beri yaptığını yapmıştı, gündemin arkasına düşmüştü yine…

Dinci örgütler ve liberal yapılanmalar; iktidar partisinin yedek gücü olarak sivil toplum örgütleri kurmuşlardır. Bu örgütler sol söylemleri kendi amaçlarına uygun olarak kullanmayı seçmişlerdir, çünkü kendi dilleri ile seslendiklerinde gelecek kesim yoktu, çünkü zaten yanlarındaydı, yanlarında olmayanları yanlarına çekmek için başka söylem gerekliydi, bu söylemde sol söylem olmak zorundaydı. İnsan hakları, kardeşlik, bir arada yaşam, bilmem kimin arkadaşları falan filan gibi uzayacak söylemleri en iyi şekilde kullanırken, sembolleri de kullanmayı ihmal etmediler. Bu sembollerin ve söylemlerin yaratıcıları yaptıkları şeye o kadar inandılar ki, kime hizmet ettiklerini sorgulamadan her yerde kendilerini gösterdiler. Her şey özgürlük içindi… Sol özgürlük demekti… Ailesini dahi solcu yapamayanlar, sol adına ahkam kesmeyi sevmişler ve hatta adam yerine bile konulur olmuşlardır. Gazetelerde köşe yazarlığı bile hediye edilmiştir! Hatta gazete hediyesi bile yapılmıştır… Özgürce ve hiç sansüre uğramadan yazma hürriyeti! Kişiye sansür uygulanmasına gerek yoktur, çünkü onun kapı kulluğu gerektiği gibi otosansürü yaratacaktır… Bu kapı kulluğu içinde; diğer dine inançta olanlar, ırka sahip olanlarında olması şaşırtıcı gelmesin, çünkü Osmanlı geleneğinde, kapı kulları genelde dönmelerden oluşur, dönene de geçmişin nedir diye sorulmaz!

İktidar partisinin hedefleri yönünde eylem yapanlar, iktidar partisini çekinerek eleştirmekten de geri durmazlar, bu sayede inandırıcılıklarını pekiştirmek isterler. Bu iktidar döneminde yapılan haksızlıklar genelde görünmez, görünenler ise törpülenerek verilir, aslında o onu yapmak istememiştir ama birilerin zorlaması ile yapmıştır ya da malum örgüt yaptı, bunların üzerine atıyor. Başbakan eleştiriler karşısında ne der, hepsi ideolojiktir!

Bu iktidar döneminde açılım olur, içeriği belli olamayan açılımın savunucuları görevlerini laiki ile getirir. Açılım içinde bir çok kişi tutuklanmış, öldürülmüş göze gözükmez. İktidar hata yapmaz, iktidarı zor duruma düşürmek isteyenler öldürür, malum nedenlerden dolayıdır. İktidar seviciliği o kadar işlemiştir ki, iktidarın organize edilen işlerden de payına düşüne geliri almayı ihmal etmezler. Edebiyat, sanat günlerinin vazgeçilmezi olurlar, bir de devlet ekranında program vermece, oğul baba ne güzel yakışır birbirlerine…

Savaşa hayır, barış için yürüyüş yapalım derler… Genelde eylemler hep bir caddede olur ve hep aynı güzergah seçilir. Akşam saatleri uygundur, iş çıkışı daha kalabalık olur. Bazen öğlen yemek saati de olabilir… Söz ve eylem ilk bakışta ret edilemeyecektir, çünkü ölüme karşı yaşamı savunan her eylem desteklenmelidir, ama eylem yapanların niyetleri öyle değil… Çünkü onlar savundukları kesim emir vermiştir, öldürün diye, ötekide görevini yapıyor. Şimdi görevi yapana karşı geliniyor ama emir verene karşı gelinmiyor. Emir veren masum ve ak pak gibi karşımızdadır. İktidar tarihimizin en demokrat iktidarıdır, onların döneminde zorunlu din dersi mahkeme kararı olmasına rağmen uygulanır önemli değildir. Sivas katliamın yapıldığı yer olduğu gibi durur, müze için bile kılını kıpırdatmaz. Okullardaki sınav sistemi sürekli değişir, çocuklar kobay olmuştur ama önemli değildir. Ölümler ve öldürmeler hızlı bir şekilde devam eder, önemli değildir. Başbakan azarlar, baş tutar, en büyüktür… Onun bilgisi dahilinde insanlar ölüme gönderilir, ölüme gönderen suçlu gözükmez, saldıracağı bilinen devlet saldırdığı için katildir. Sanki ilk defa katil olduğunu bilirmişiz gibi aaa gerçekten mi diyeceğiz! Tekbir sesleri ile birlikte tek vücut olacağız! (Bu sefer 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi dükkan yağması olmadı ama bir papaz öldürüldü.)

Sol haksızın yanındadır, haksızlık kim yapıyorsa karşısında durur! Olaylara bakıyorsunuz, görünene karşı direnenler, emir verenlere ve politika belirleyenlere karşı sesleri çıkmıyor. Sol politik arenada yoktur, yok olduğu gündeme belirleyememesinden bellidir. Bugün sol adına konuşan; partiler, dernekler, vakıflar, evler vb ne halde örgütlenmişlerse örgütlenmişler, yayınladıkları bildiriler, açıklamalara bakın ve altındaki imzayı kapatıp tekrar okuyun kimin yazdığını dahi tespit edemezsiniz… Sol, kuyruktan kurtulmadığı sürece, sol olamayacaktır… Bugün yapılan eylemler ve açıklamalar samimi değildir, samimi olmadığı içinde hayat içinde karşılığını bulamıyorlar…

Bugün sol, AKP ve Amerika’nın belirlediği gündemde piyon rollerini en iyi şekilde oynamaya devam ediyor…

Uluslar arası bir vakfın portakal devrimi içinde de rollerini iyi oynayan sol söylemli bir çok solcuyu görmek şaşırtıcı değildir. Bazı haber portalları ve dernekleri bu vakıf sermayesi ile solculuk yapmaya devam ediyor… Üniversitesi olması şaşırtıcı bile değildir, gerçekten o üniversitede sendika için mücadele edenler vardı değil mi, ne oldu sendikalı olabildiler mi, işten atılma tehditleri yapılıyordu en son okuduğumda! Solun sahip olduğu yerde sendikalı işçi olmaz, çalışanı yoldaştır ve özveri göstermek ile yükümlüdür.

Şimdi burada bahsedilen gerçek sol mu? Elbette değil, gerçek solcular sanırım hala yenilginin sarsıntısını atlatamadığı için gündeme dahi gelemediler… Gündem belirlemedikleri içinde sol yoktur… Tarih bilinci içinde, geçmişten aldığı misyonu küçük çıkarları yönünde değiştirmeden olduğu gibi koruyan bir çok solcu vardır, bu solcuların yan yana gelip gerçek sol politika üretmelerini tarih dayatmaktadır, umarım bu dayatmanın karşılığı olur! Gündemin peşine takılıp, kendi gündemini oluşturamayanlar sol adına konuşmaya ve eylemler yapmaya devam edeceklerdir…

1 Temmuz 2010 Perşembe

Göl suya hasret kalınca, çöl olur…

Göl suya hasret kalınca, çöl olur…

Dünya dönüşümünü her daim yapar, dönüşüm olmadığı anı yoktur. Üzerinde yaşayan bizler bu değişime her an şahitlik yaptığımızdan olsa gerek, şahit olmadığımızı söyleriz. Her şey bizim için sonsuza kadar kalacak gibi gelir ve o durağan zaman içinde yaşadığımızı hissederiz.

Zamanın durağanlığı çalışma yaşamımız içinde kendisini çok hissettirir ve sanki hiçbir şey değişmiyormuş gibi masamızın üstüne gelen kişisel sorunlarımız ile ilgileniriz. Çocuğumuzun geleceği çalınıyormuş, kobay olarak kullanıyormuş gibi konuları dahi düşünmeyiz, biz de diğerleri gibi yaşamaya çalışırız. Sorgulamayız, çünkü zaman durmuştur, duran zamanın sorgusu olmaz!

Göl kurumaktadır, hiç kurumayacakmış gibi balıkçıllık yapan vatandaş göle bakar, geçmişini düşünür… Balık ağlarını onardığı günleri, babasının ellerini düşünür. Kayıkların küreklerini çeken eller, oltaları tutan eller ve ağları işleyen eller gözünün önünden geçer. Gözlerin önünden geçen geçmiş bile bugüne anlatmaya yetmez… Bakar, güneşin gölün üzerine düşen aksine… Belki biri şiir yazmıştır, belki biri aşkını göl suyuna atmıştır, güneş o aşkı kızıla boyamıştır…

Toprak, göze göze olmuş çatlamış… Otların gözelerden çıktığı yerler bile tuza dönüşmüş… Beyaz, toprak rengi mavi rengin yerini almış… Yeşil, artık gözlerde bir renk olarak durmuş… Suyun aktığı gözeneklerin yerlerini anımsayan olmamış…

Göl suya hasret kalmış, çöl olmuş!

Balık avlayan ve geçmişini balıkçıllık ile geçiren bir kültürün çocuğu ne yapacağını şaşırmış, göl olan yerde çöle bakarken…

Çölde her şey yetişmezmiş, çöl sıcakmış… Sıcaklar kavurmuş, rüzgar yanığı olmuş dudakları… Suya hasret, suya özlem… Topraklar gibi çatlamış vücudu, toprak gibi suya hasret kalmış… Göl çöle dönüşmüş, göl insanı…

Tanımların, tanımlamaların ve geçmişin yok olduğu noktadayız, geçmişin güzelliklerin üzerini kum örtmüş… Kumu kaldırsan, altından sanki göl çıkacakmış gibi ama göl yok olmuş…

Göl ile birlikte çevrede yaşayanlarda yok olmuş. Önce kuşlar gitmiş, sonra balıklar… En sonunda kurbağalar göçmüş… Belki hepsi buharlaşmış… Su buharlamış dediler ama kim bilir?… Çöl, suya hasret toprakları içinde barındırır…

Gölün suya hasret kalmasını, eskiden orada yaşayanlar elektrik üretimine bağlamışlar… Su gelirmiş eskiden inceden inceye, sonra derelere engeller koymuşlar, enerjiye ihtiyacımız var diyerek… Enerji almışlar ama bir süre sonra enerji alanları da kum olmuş! Göl, suya hasret bıraktırılmış… Gölden geçinenler önce anlamamışlar, sonra onlarda göçmen kuşlar gibi ayrılıp gitmişler, teker teker…

Gerek olursa gölü ben yaratırım demiş insan. Yaratmış da… Kendi yarattığı gölün kenarına ağaçlar dikmiş, içine birkaç balık atmış… Sonra masalar kurmuş, akşamları şen müziklerin eşliğinde bardak ve tabak gürültüleri altında konuklarını ağırlamış… Kendi oluşturduğu gölden yetiştirdiği balığı bir güzel kızartıp yemiş… Balıkçıya ihtiyaç yokmuş, ağı at istemediğin kadar balık gelirmiş… Balığı ne kuşlar tüketebilmiş ne de başka canlı… İnsan kendisi için oluşturduğu yerde kendisi için beslemiş, gerek olmayanı yok etmiş... Göl kenarında yetişen ne küçük uçan sinekler kalmış, ne de kurbağalar! Kurbağa sesi yerine dijital ses bırakılmış!

Göl kuruyunca çöl olur! Çöl içinde vaha yaratınca, küçük gölcükler olur!

Unutulmayacak!

Unutulmayacak!

2 Temmuz, unutulmayacağını Sivas caddelerini dolduranlar kanıtlamış oluyorlar... Peki, 2 Temmuz acısından beslenenler ne olacak? Bu olayı da ticarete dökenler oluşmaya başladı, sanırım yakında Madımak Oteli maketini de satarlar... Her şeyin ticaret gibi gören zihniyet, acıları paraya vb gibi şeylere dönüştürmek için ne kadar çok hazırlık yapmışlar!

Bu acı düştüğü yeri yakmadı, tüm insanlığı yaktı...

Bu acı sadece bir ırkın, dinin, mezhebin acısı değildir, insanlığın acısıdır...

Bu acının yaşandığı zaman diliminde kimler savcı, kimler avukat, kimlerde görgü şahidi olup da, ben görmedim, suçsuzum dediklerini biliyoruz...

Tarihi olduğu gibi kabul edebilmemiz için, tüm belgelerin, bilgilerin bir yere toplanması ve en objektif olarak insanlığa sunulması gereklidir...

Sivas yangınında ölen, öldüren ve parmağı olanların isimleri yayınlanmalıdır...

Orada olmayan ama oradaymış gibi anıları pazarlayan asalakların var olduğu yapılan paneller ile ortaya çıkmaya başlamıştır...

Bu sorunu sadece Alevi sorunu gibi görüp, Aleviliğin para eder konuma gelmesi için çaba harcayanlarında varlığını yok saymayalım...

Kısaca 2 Temmuz, gün geçtikçe daha doğru tanımı yapılması gereken konuma gelmiştir.

Duygusallığı para dönüştüren asalakların ortaya çıktığı bir dönemi yaşamaya başladık...

Bu acılar üzerine beste besleyenler, bestelerini pazarlamak için plakçılar çarşısında dükkan dükkan dolaştıklarını, yapılan etkinliklerde; acıları dillendirdikleri için para talep edenleri tanımamız gereklidir... Bunlar acılar üzerine çöreklenen akbabalardan farkları yoktur ve içimizdeki akbabaları tanıyalım, tanıştıralım ve çevremizden uzaklaştıralım...

Düğünlerde bile, acıların seslendirdiği türkülere göbek atanları suçlamayalım, o türküyü orada seslendirenleri bilelim… Çünkü toplum algıları öyle oynanıyor ki, bir katliamın anlatıldığı türkülerde bile göbek atar hale geldik… Bu algıyı oluşturanları anlamak ve acıların gerçek sesini ortaya çıkarmak için bütün bilgilerin ortaya serilmesi gereklidir…

Kan ile para kazanmayı normalleştirilen bu çıkmaz sokaktan çıkmak gereklidir.

Ölenler bizim değerlerimizdir, peki ölenlerin mezarları nerede kaç kişi biliyor, kaç kişi bu mezarları ziyaret ediyor?

Söz de değerlerimiz olmaktan çıkarılmalıdır… Özde değerlerimiz olduğunu tüm insanlığa ilan edilmesi gereklidir…

2 Temmuz günü yapılanları ve girişilen katliamı tüm insanlığa anlatmak gereklidir. Oraya sadece aleviler değil, tüm dünyanın değişik yerlerinden, kültürlerinden insanların buluşacağı güne dönüştürmek gereklidir…

O günü, o kara ve dumanlı günü, alevlerin canları içine aldığı günü, insanlığın acısının günü olduğunu tüm dünyaya evrene haykırmak gerekiyor…

29 Haziran 2010 Salı

İstanbul 2010 Kültür Başkenti kandırmacaları ile sürüyor…

İstanbul 2010 Kültür Başkenti kandırmacaları ile sürüyor…

İstanbul 2010 projeleri hayat bulduğu yıldayız. Yasa ile toplanan paraların harcandığı yıl olarak da okuyabiliriz. İstanbul 2010 Kültür Başkenti projesi yıllar önce büyük umutlar ile başladı ve yasa gereği tüm Türkiye halklarından para toplanmaya başlandı, sadece Türkiye mi? Elbette değil, gelen turistin harcamasından dahi bu proje için para kesildi ve bir kasada biriktirildi. Biriktirilen paranın harcanması ise yapılan etkinlikler ile kendisini gösteriyor…

İstanbul Cemal Reşit Rey Konser salonunda “Osmanlı Mozaiği” adı altında bir proje 29 Haziran 2010 tarihinde hayat buldu. Tanıtım yazısında; “Osmanlıdan günümüze Klasik dönem den neo klasik döneme günümüze uzanan Sultan bestekarlardan azınlık bestekarlara, dini ve dindışı eserleri içine alan bir repertuar.” Bu yazıyı okuyup da ne anlarsınız?

Ben o yazıdan şu sonucu çıkardım; Osmanlı döneminde yaşamış değişik dillerden ve dinlerden bestekarların besteleri ile Osmanlıyı gerçek boyutları ile görmek… Ermenice, Rumca, Bulgarca, Hırvatça, Kürtçe, Arapça… yani Osmanlı mozaiği içinde yer alan her kültürün bir bestekarının örneğinin sergilendiği bir konser. Mozaik; renklerin birbirine karışmadığı ama uzaktan bakıldığında bir şeyler anlatan bir bütün olduğunu görürsünüz. Mozaik içinde her renk olabilir ama durduğu nokta önemlidir. Her renk her yerde duramaz, devletin belirlediği noktada durur ki, uzaktan bakana bir şey ifade etsin. İmparatorlukta da her rengin durduğu yer bellidir ve öyle güzel işlenmiştir ki, renkler arası kavga olmamıştır… Renkleri birbirine tutan sıvanın çürümesi ile birlikte doğal olarak renkler kaybolur ama bütünlük eksik olsa da güzelliğini hep korumuştur…

İstanbul’un gerçek dokusunu anlatan bir etkinliğe şahit olayım diye gittim. Konser öncesi program kapıda bekleyenler tarafından elime tutuşturuldu, o kağıda baktığımda beklentimin boş olduğunu gördüm. Çünkü, Osmanlı mozaiği adı altında Osmanlı döneminde yaşamış, Türkçe müzik üreten ve değişik makamlarda beste yapan bestekarların koro halinde seslendirilmesi olduğunu gördüm. Bu mozaik anlamına hiç alakası olmayan bir durumdur. Bu olsa olsa Türk müziğinin makam çeşitlerinin sergilendiği alan olabilir, çünkü güftelerin hepsi Osmanlı Türkçesidir. Mozaik anlamı içinde renkler kendi sesleri ve dilleri ile katılır. Burada mozaik kelimesinin anlamı çeşitlilik olarak değiştirildiğini ilk anda gördüm ve doğal olarak kandırıldığımı hemen hissettim. Kandırıldım, çünkü 2010 tanıtım yazısında yer alan bilgilerin hiç biri doğru değildir, açıkça yalan söylemiş olduklarını gördüm. Dinlerin, dillerin sergilendiği bir konser olacağı belirtiliyordu. Büyük bir kandırmaca ancak ve ancak yalan ile ortaya konulabilinirdi. Mozaik kelimesinin anlamı yoksa ben bilmeden değiştirildi mi? Eğer değiştirildiyse neden bu kelimenin anlamı açıkça yazılmamıştır?

Saray müziği içinde yer alan Türkçe güftelerin değişik bestekarlar tarafından bestelendiği bir konser denilebilinirdi, bu konseri izleyecek mutlaka bir izleyici kitlesi olacaktır. Şimdi adamın orijini, Rum olması, Ermeni olması onun bestesinin Türkçe olmasını değiştiriyor mu? Bu değişiklik mozaik olmaz, sadece değişik makamlarda besteler olur… Şimdi olur derseniz, o zaman şunu sormak ihtiyacı hemen duyarım. Ortaköy’de deniz kenarında camii Ermeni mimarlar tarafından yapılmış olması caminin Ermeni Camisi mi yapar? Onların eseri Müslüman eserleri arasında yer alır, Ermeni eserleri adı altında olmaz, Ermeni mimarisi dendiğinde kiliseler gözümüzde canlanır, camiler değil!

2010 projesini hayata geçirenlerin kandırmacaları yanında, aynı zamanda ‘hırsızdırlar’, çünkü ben oraya gitmek için zaman ayırdım, işlerimi ona göre planladım ve etkinlik için tam zamanında salonda oldum. Fakat verilen program ile kandırıldığım ortaya çıktığı anda, benim zamanımı çaldıkları içinde aynı zamanda ‘hırsız’ konumuna düştüler. Ben bir beklenti ile oraya vardım, Osmanlı renklerini bir sahnede izleyecektim. Geçmişimin güzelliklerine sahnede şahitlik yapacaktım. Fakat ne yazık ki, hepsi bir kandırmaca olduğu ortaya çıktı. Bu kandırmaca benim zamanınım da boşa gitmesi anlamına gelir. Ben, uzun zamandır bu projeler için vergi vermişim ve vergilerimin karşılığını görmek için gittim. Vergilerim ile kandırılmak için projeye para vermem! Vergilerimin nerelerde ve hangi amaçlar ile kullanıldığını öğrenmek benim en doğal hakkımdır. Vergilerim bana yol, su, elektrik değil, kültür olarak dönecekti ama dönen kocaman bir kandırmacadır!

2010 projesini hayata verenler ve kontrol edenler bu projeleri kontrol etmek ile yükümlüdürler, çünkü kendilerine verilen proje, gerçekten hayat buluyor mu bulmuyor mu diye kontrol etmek ile yükümlüdürler ve bu yükümlülüklerini bizden aldıkları para ile yapıyorlar. Bu kontrol etmesi gereken makamı da, vergi veren bizler kontrol etmek ile yükümlüyüz, çünkü vergimizin ve cebimizden çıkan her kuruşun laiki ile kullanılması önemlidir. Eğer kullanmıyorlarsa ve bizim cebimizden başkasının cebine para gidiyorsa, o giden kasayı sorgulamak ve bilmekte bizim hakkımızdır ve bu hakkımı vatandaş olarak yapıyorum.

Tüketiciyi koruma dernekleri, aydınlar, izleyiciler, vergi veren herkes bu hesabı sorma hakkı vardır ve bu projeyi yürütenler, denetleyenler hesap vermek ile yükümlüdürler… Benim cebimdeki para ile kandırılmak istemiyorum. Param o zaman cebimde kalsın, başka yerden alsınlar paralarını… Bugüne kadar verdiğim bütün parayı geri isteme hakkım var mı bilmiyorum, bunun için hukukçu arkadaşlarımdan yardım bekliyorum.

Katıldığım etkinlikte amaç dışında bir hayat buluşa şahitlik ettim ve kandırıldım. Bunun hesabını mutlaka birileri vermek zorundadır. Kaybettiğim zamanı, yol ücretimi birleri bana ödemek ile yükümlüdür. Bir de bu proje için cebimden çıkan parayı istiyorum. Eğer vermezler ise ben bu parayı onlara haram ediyorum!

27 Haziran 2010 Pazar

Dildeki ırkçılık!

Dildeki ırkçılık!

Ana dilimiz içinde öyle kelimeler vardır ki, ister istemez insanı yönlendiriyor. Ulus devletin yaratmış olduğu kültür ortamında, dilimizde o sisteme uygun değişim göstermiştir. Dilimiz bükülmüş, evirilmiş ve bugünkü halini almıştır. Bugün bir çok kelimeye anlamlar yükleyerek konuşuyoruz. Eskiden daha fazla kelime ile konuşurken, şimdi az kelime ile her derdimizi anlatmaya çalışmaktayız.

Kelimeler ve kullandığımız kelimelere yüklediğimiz anlamlar, bizim hangi kültürden geldiğimiz gösterir. Fakat global dünyanın yaratmış olduğu teknolojik iletişim devrimi ile birlikte yeni kelimeler bilgi dağarcığımıza girerken, eskiden anlamı olan bir çok kelime yerini boşluğa bırakıp gitmektedir. Bugün yetişen bir gencin, bundan o kadar uzak değil, 30 yıl önce yazılan bir romanı anlamakta zorlanacağını düşünüyorum, çünkü bugün kullandığımız kelimelerin içinde yabancı dillerden aldığımızı ve kendi ses tonumuza uydurduğumuz bir çok kelime mevcuttur.

Kelimeleri çevreden topluyoruz, yeni dil yaratıyoruz. Her kuşak kendisine ait bir dil ile dünyayı anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor. Bizim kuşak içinde ‘Ermeni Dölü’ sözü çok geçerken, bugün Ermeni kelimesi yanına başka kelimelerin yer bulduğunu görüyoruz. Irkçılık barındıran cümlelerin yerini, yeni düşmana uygun kelimeler almaktadır. Üstelik bu kelimeler ithal olmaktadır. Global düşmana uygun kelimeler bizi belirler olmaya başladı. Başkalarından ödünç alınan kelimeler, gerçek anlamlarından çok başka anlamlar içinde kullanılıyor.

İdeolojik derken erk sahibi, aslında orada ideolojiden bahsetmiyor, aşağılık görmüş olduğu solu suçlu göstermek için kullanıyordur. Terör derken, devletin yaratmış olduğu terör değil, devletin zemin hazırladığı koşullarda büyüyen çatışma ve daha çok sol ve var olan ideoloji dışında olanlara karşı verilmiş üst kimlik olabiliyor. İslam içinde terör kullanılabilmekte, ulusal mücadele eden içinde, hatta devlet yöneten yönetici kesimi bile terör tanımı içinde bakabilmektedir. Terörün aslına tam tanımlanmış anlamı yoktur.

Kullandığımız bilgisayarda, yazı programında yazı yazarken, bazı kelimeler altına -programın özelliğine göre rengi değişmek koşulu ile - genelde kırmızıçizgi çizilir. Kırmızıçizgi, o programı kodlayanlar tarafından tanınmayan anlamına gelmektedir. Örneğin Kürt kelimesi yazdığınızda baştaki K küçük yazar, ama Türk yazdığınızda baştaki T hemen büyük olur. Ermeni kelimesi altında hiç kırmızı işaret bile göremezsiniz. Programı yapanlar bile bilinçaltına ırkçılığın tohumlarını rahatlıkla yaymaya devam etmektedirler.

Global dünya, siyah tenli insana global çapta isim vermektedir, bu isim ise Amerika’da Ku Klan Klax adlı ırkçı örgütün kullandığı kelimedir. Ve hiç kimse bunun o anlamın temelinden çıktığını düşünmeden rahatlıkla kendi dilinde kullanır. (orijinal kelime, diğer dillere geçerken sadece ses değişimi gösterir ve yazı kurallarına uygun dönüşür, zenci anlamı olan bu kelime, artık her dilde Amerikalı beyazların kullandığı şeklindedir, yaygınlaşmaya da devam etmektedir.) Giydiğimiz kıyafetler, tercihlerimiz ve dış görünümüz bile başka bir kültür içinde öteki anlamına hemen bürünebilmektedir. Bugün Avustralya’da Ortadoğulu gibi olmak, en alttaki olmak ve dışlanmak anlamını içinde hemen barındırır, Ortadoğu’nun hangi kültüründen geldiğin pek sorgulanmaz.

Avrupa’da; Türkiye’den gelenler bir sınıfa dahil edilmiştir. 11 Eylül sonrasında İslam üst kimliği altında aslında, her an arkadan bıçaklayan ve bombalayacak olan potansiyel tehlike anlamına gelmektedir. Bu potansiyel durum Türkiye’den giden her kültür ve inanca eşit mesafede yaklaşır. Ortodoks inancına sahip biri bile, Türk pasaportu taşıyorsa, o batılı gözünde Müslüman’dır ve potansiyel teröristtir. Türk kelimesi Avrupa ülkelerinde başka anlamı içinde barındırır.

Kavgalarda ve yüksek sözler ile söylenen kelimelere bir dikkat edin, dilimizdeki ırkçılığın boyutunu görebilirsiniz… Her kelime, bir anlamda anlamlar yüklenerek, ırkçı hale rahatlıkla dönüştürülebilmektedir. Bu ırkçı söylemlerin dilimize hakim olması demek, dünyaya bakış açımızın da ne kadar at gözlüğü ile kaplı olduğunu kanıtlar. Bugün iktidarın / erkin dilini kullanan medya, aslında devletin istediği çatışmalara zemin hazırlamakta ve savaşı körüklemektedir.