20 Ocak 2024 Cumartesi

Yarın belirsiz mi?

Yarın belirsiz mi?

 

Elbette içimizde bugünden yarını düşünen birçok insan vardır, yarın hangi ödemeyi yapacağını, kiminle görüşeceğini, işi varsa işinde yapması gerekenleri düşünen, fakat eskisi gibi daha uzun vadeli düşünen var mı?

 

Yaşadığımız zaman diliminde, uzun vadeli düşünenin bile içinden çıkamayacağı büyük bir belirsizlikler mevcut, çünkü var olabileceklerini düşündüğümüz birçok şeyin bugün var olma ihtimali dahi az, emekli hayalleri bile açlık ile sınana emeklilere bakınca yok oluyor, nedir bu zaman dilimin bize hükmettirdiği karamsarlık ve onun getirmiş olduğu belirsizlik?

 

Öyle bir belirsizlik içindeyiz ki, tarihin bugüne yansımasına bakar olduk, tarih acaba bize ne fısıldamaktır?

 

Uzun zamandır geçmişi anımsatan ve onun üzerine konuşan bir topluluk olduk. Yayınlanan dünü anlatan kitaplarda kendimizi aradık, belki kendi hikayemizi o geçmişe kolajlardık... Yarına karşı duyulan belirsizlik ve korku bizi geçmişin anılarında ve yeniden yaratılan gerçeklik içinde vicdanımızı rahatlatıyoruz... Masa başında açılan bir rakı şişesi ve geçmişin türküleri, marşları tekrar edilirken bile o geçmişte yaşarken duymadığımız duyguları ve yoldaşlıkları içimizde yeniden yaratıyoruz...

 

Uzun zaman oldu dünü konuşmaya başlayalı ve bizler dünü konuşan örgütlü bireyler olduk. Yeni örgütümüzün adı; dünde yaşayan ve dünü özleyenler birliği... Aidatımız dün, yaptıklarımız ya da yapamadıklarımız... Dillendirilmeyen şeyler o kadar çok ki, dillendirdiklerimiz onların üstünü örtüyor.

 

Bir prense bir Sırp tarafından vurulacak ve Birinci Dünya Savaşı başlayacak! Şimdi hangi ülkede bir prens, hangi ülkenin vatandaşı tarafından vurulacağını bekliyoruz!

 

Karanlık zamanların tarihi olur mu?

 

Tarihçiler o gördükleri insanlık dışı uygulamaları anlatacak mı? Yoksa hepsi doğal ve olması gerektiği için olmuştur mu diyecekler? Geçmişin eleştirisini ancak geçmişin örgütlü yapısından daha iyi bir örgütlü yapı olunca mı eleştirmiş olacak ya da geçmişin eleştirisi bugün yaşadığımız an mı denilecek?

 

Tarihi doğru okuduğunu iddia edenlerin kurduğu ya da kuracağı oluşumlar neden bana hep sorunlu geliyor? Konuşulmayan, tartışılmayan geçmiş, kime göre gerçek olarak algılanacak? Çünkü durduğu noktaya göre, siyasi atmosfere, baskın olan ideolojiye ve dünyada ki çıkar çatışmasına göre geçmiş sürekli yeniden yaratılıyor, hangi zamana göre doğru kabul edilenler, hangi zamana göre yanlış çıkacağını, kim karar verecek? Elbette hepimiz biliyoruz, güçlü olan, çünkü “güçlü olanlar yenilenlerin tarihini çıkarlarına uygun olarak yeniden yazar!”…

 

Girdabın içindeyiz, dışarıda olan ancak bunun farkında!

 

Hepimiz büyük girdabın içine girdik, her birey bunun içinde savruluyor, savrulma hali geleceği belirsiz yapmakta... Bu belirsizlik insanlarda karamsarlık, korku, çaresizlik hissi vermekte ve ondan dolayı mutsuzluk üstlerine yapışmış olarak hissediyor...

 

Bu çaresizlik hali bir bölüm insanı; etnik temelli bir arada olmayı, bir bölümü inanç birlikteliği içinde olmayı seçiyor. Sınıf bilinci olanların bu savrulma sırasında oluşan siyasi girdapların arasında ya milli, ya da inancı dolayısı ile saflara iteklenme riski içinde, çünkü dini ya da milli duygular ile yapılan savaşlarda taraf olmaya zorlanacaklardır. Milli ya da dini inanç olanlar elbette bu savrulma içinde her ne kadar bir arada olmuş olsalar da ekonomik olarak en diplerde yaşamayı da peşinen kabul etmiş olurlar, çünkü onların önceliği seçtikleri aidiyet... Sınıf bilinci ise burjuva yaşamını hedef olarak görür ve o seviyede yaşamak için mücadele eder, genel olarak kafalarda sınıf bilinci olmayanlar burjuvaları ortadan kaldırıp, kendi yaşamlarını standart haline getirme hayali içindedir, ki bu mücadele etme azmini ortadan kaldırıp, sadece yerine gelsin diye yapılan eylemler içinde kendisini bulur...

 

Büyük çatışma yakında mı?

 

Hepimiz büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyoruz, bu hesaplaşma sermaye sahiplerinin piyasadan daha fazla kendi lehlerine alan açma kavgasıdır... Bu gelmekte olan savaş kapitalizmin içinde yaratmış olduğu doğal krizdir...

 

Kapitalist sistem her zaman kendi içinde krizleri masumları, halkları öldürüp, onların kanları ile can suyu sağlamayı hesaplar… Birinci ve ikinci bölüşüm savaşında ölen insanların, oluşturulan düşmanlıklar ve nefret söylemleri bugün yeniden keşfedilmekte ve füzeler ile o öteki olanlar üzerinde ve o coğrafyalarda hibrit savaşlar verilmektedir... Bu savaşların yaratmış olduğu atmosferde insanlar göçe zorlanmak da ve mülteci kavramını ortaya çıkarmakta ve savaş için kapitalist devletler içinde kamuoyunun oluşumu ve savaş için gerekli olan düşmanlıklar ve nefret söylemleri geliştirilmesine sebep oluşmaktadır. Göçmenler ve mülteciler gelişmiş ülkelerin savaş için kendi kamuoyunu ikna etmek için kullandıkları birer araca dönüştürülüyor, aynı zamanda bunlar savaşlarda ön saflarda çatışmaya gönderilecek paralı askerler olarak da görülmektedir…

 

İkinci dünya savaşı sırasında Amerika oturum almak isteyenleri öncelikle savaşa gönderdi, sonra onlara eğer sağ kalırlarsa oturum vereceğini bildirmemiş miydi? Savaşta göçmenler ile öteki görülen ve eşit vatandaşlık hakkı olmayan siyahiler aynı cephede aynı ülkenin çıkarı için kanlarını toprağa bıraktı ya da kan akıttılar…

 

Irkçı sağ birçok ülkede iktidar koltuğuna oturdu bile!

 

Bugün ırkçı partilerin seçim ile iktidara doğru emin adımlarla yürüyüşleri sistem için strateji oluşturulan amacına uygun bir yol izlemektedir... Faşistler bugün sevimli yüzlerini göstermektedir ama iktidarı tam ele geçirdikleri gün Mussolini,  Hitler’in tercihleri ve amaçları da ortaya çıkacaktır... Irkçı sağ düşman olmandan ve onun ile çatışmadan iktidar koltuğunda uzun süre kalamaz.

 

Sıkıştırılmış bir zamanda, zaman ve tarih kırılmaktadır…

 

Sıradan bir insan dünyanın hangi şehrinde olursa olsun kendisini sıkıştırılmış ve çaresiz olarak görmektedir...

 

Elbette bir çıkış yolu vardır, bize birinci büyük paylaşım savaşında Lenin ve arkadaşlarının oluşturduğu çıkış yolu önümüzü aydınlatmaktadır... “Enseyi karartmadan” sınıf mücadelesini yükselten ve sınıf dayanışmasını güçlendiren her hareket kapitalistlerin kronikleşmiş savaş çılgınlığından çıkış yoludur...

 

İsmail Cem Özkan

17 Ocak 2024 Çarşamba

Karanlık işler hep yer altında mı olur?

Karanlık işler hep yer altında mı olur?

Hrant Dink avukatlarını dinlerken kafamın içinden binlerce kelime sıraya girmiş geçit töreni yapıyordu... Kapitalist sisteme entegre olmuş devletlerin hemen hemen hepsinde gözle görünmeyen ama hissedilen bir de derin devleti var. Görünen ve şirin gözüken bir de karanlık işlerin hareket ettiği derindeki örgütlenmesi... Buzdağının görünen kısmı üzerinde yaşarken, deniz seviyesinin altının ne kadar derin olduğunu içinde yaşayanlar bilemez, ancak uzaktan bakan ve derin sulardan bakanlar bilir.

Neden kapitalist dediğime gelince; Sovyetler, ya da kapitalist sistemin dışında yer alan devletler yıkıldığında yer altındaki devlet, var olanı korumadı, olsaydı korumak için direniş alanları, suikastlar oluşturması gerekliydi, en azından Moskova Belediye Başkanını rejime karşı geldiği için ortadan kaldırması gerekliydi, demek ki orada öyle bir bildiğimiz kontrgerilla örgütlenmesi yok.

Bizim ülkemizde ise ilk defa yeraltı örgütlenmesini haberleştiren, dönemin başbakanına soran Abdi İpekçi'dir. Onu da bir tetikçiye emanet ettiler ve o tetikçiye iyi organize edilmiş şekilde cinayet işletildi. Tetikçi ortadaydı ama arkasındaki güç ortada hiçbir zaman olmadı. Davalar, davalar, davalar arasında cezaevinden kaçırmalar, yurt dışında sipariş üzerine papaya suikastlar ve hepsi karanlıkta kalan bir tarih... O cinayetin izi sürüldüğünde karanlık bir güç vardı ve o güç örtülü ödenek istediği zaman ortaya çıkıyordu. Ülkenin başbakanı bu istek üzerine konuyu kendisine en yakın gördüğü gazeteci İpekçi ile konuşuyor ve sonuçta gazeteci ele geçirdiği bilgiyi haber yapıyordu, haber olacağını bilmeden. Dönemin başbakanı bu istek üzerine karanlık yapıdan haberi oluyordu, çünkü o güne kadar onların ödeneklerini Amerika veriyormuş, o tarihte demişler “artık kurumsallaştınız, kendi ödeneğinizi kendi hükümetinizden alın!”... Bu istem üzerine ortaya çıkmış, o güne kadar neler yapıldığı karanlıkta kalmış, soru soran ise bir suikast ile ortadan kaldırılmış oldu. Suikast faili meçhul kalmaması gerekliydi, doğru mesaj doğru kişilere gitmesi gerekliydi, sonuçta bir örgüt kendisini kamuya gözdağı verecek şekilde sunuyordu. Bir anlamda gücünü de test ediyor ve dönemin iktidarına gözdağı / aba altından sopa göstermiş oluyordu. Ne kadar denetim içinde oldukları, nerede bağımsız davranacaklarını bu şekilde göstermiş oldular.  Bundan dolayı tetikçi yakalatılarak, o suçun kimin işlediği ve bir daha ona benzer soru soranların başına ne geleceği ilan edilmiş oldu. Bir gözdağı değildi, açıkça bir tehdit... Tetikçiyi istedikleri an cezaevinden çıkarmışlar, istedikleri an yurtdışına çıkarmışlar, belki de onun üzerinden para kazanmış bile olabilirler, sonuçta papa suikastı muamma olarak duruyor...

Her siyasi cinayetin elbette siyasi sonucu olur, 12 Eylül darbesine giden yolda katliamlar, cinayetler ile örüldü. Darbe sonrası bu cinayetlere işkence altında failler de bulundu ve onları o suçlardan dolayı ya yargıladılar ya da faili meçhul dosyalar içine kağıt üzerinde cümleler bırakarak unutturdular...

12 Eylül darbesinden sonrada siyasi cinayetler, suikastlar olmuştur. Onların içinde en çıplak olanı Dink cinayetidir. Beyaz bereli çocuk cinayet mahallinde yakalanması gerekirken Samsun'da bindiği otobüsten alınarak bir şova dönüştürülmüştür... Bayrak önünde verilen pozlar ile yeni bir Ağca yaratılıyordu. Bu cinayetinde siyasi sonucu olacaktı, oldu da! Yıllardır süren, ilişkiler bir şekilde ortaya çıkmış ifadeler dava dosyası içinde yerini almış... Emir verenler karanlıkta, üçüncü ilişkiler ise mahkum olmuş konumda... Peki, bu durumda siyasi olarak ne elde edilmiştir? Azınlıklara açık mesaj var mı, var!... Ama sadece azınlıklara verilen mesaj ile yetinmez, çünkü siyasi mesaj daha geniş tabana yayılır...

Dink, cinayet öncesi yalnızlaştırıldı, cinayete giden adım göz göre göre döşendi, beyaz bereli bir çocuk geldi tetiği çekti... Tetikçi yakalanırken, katiller kahraman, Dink suçlu ilan edildi. Cinayeti işleyenleri kışkırtan “Dink” dediler! Kahramanlara ceza verilmesi dahi düşünülemez ama piyonlar satranç tahtasının dışında olabilirler, oldular da! Oyunu kuran her piyonuna sahip çıkacak değildir, yıllar sonra bazılarına ceza verildi, çoğuna ise dava bile açılmadı, kapatıldı dosyalar, raflarda yerlerini almaya başladılar. Sabahattin Ali’nin katili Vali olmuştu, bu sefer eğer beyaz bereli çocuk okursa onu da devletin bir kademesinde görev verirler, yoksa bir vakfın ya da bankanın yönetim kurulu oluverir!

Dink davası sonrası ülkemizde hızla bir siyasi değişim yaşandı, alışkanlıklar, geleneksel monşerlerin politikası bir yana atıldı, eski yıkıntıların üzerinden yeni bir devlet yaratıldı... Bu süreç içinde kumpas davalar, çuvala sığan yasal düzenlemeler, torbalardan çıkan yeni yaşamın kuralları, ulus devletin olmazsa olmazlarının içinin boşaltılması ve zamanı geldikçe tek tek hayatın içinden, devletin geleneğinden çıkarıldı... Batı eksenli, batının istemlerine değer veren ülkeden “benim çıkarım önce ve çıkarımı güneyde Arap çölleridir” diyen bir strateji ulkenin yeni yol haritası oldu...

Devlet değişirken iktidar mücadelesi ve o mücadele ile bir darbe girişimi oldu, o darbe girişimi ülkenin değişimine daha büyük bir ivme kazandırdı, siyasi sonucu otokrasinin anlamının altını doldurdu... Tek bir merkezden, bir şirket yönetir gibi ülkenin yönetilmesi artık bir sorun olmaktan çıktı ve devletin bekası olarak savunulur oldu...

Siyasi cinayetler ve toplumsal olayların bir negatif ya da pozitif sonuçları olur, elbette kime göre negatif ve pozitif olduğu görecelidir... Bu sırada fakirlik konusunda muhteşem ilerleme sağlandı, her alanda çürüme ile birlikte ay sonunu düşünen, yardıma muhtaç büyük bir seçmen kitlesi yaratıldı...

Siyasi sonuçları yaşadığımız bir süreçteyiz, bakalım bu tarihin kırılma noktasında oluşan girdaplar bizi daha nerelere savuracak, çünkü yukarıda fillerin tepişmesi karşında ayrık otlarının da söz hakkı yoktur...

İsmail Cem Özkan

16 Ocak 2024 Salı

Faşizm seçimle iktidara gelir!

Faşizm seçimle iktidara gelir!

Almanya'da AfD (Almanya İçin Alternatif Partisi) denilen faşist parti, bizdeki karşılığı MHP, BBP, İYİ Parti, Zafer Partisi'dir... AfD almanya’nın bir şehrinde iktidara geldiklerinde ne yapacaklarını konuşmuşlar, bir anlamda beyin ve fikir fırtınası... Neyse ki yıldırım savaşı ilan etmemişler!

Bizim Türkler, Kürtler ilk defa duymuş gibi bu olayı heyecana kapılmış bir şekilde anlatıyorlar ama onların ne ilk toplantısı ne de son olacak, çünkü iktidara emin adımlar ile gidiyorlar... İktidarda yer alan Yeşiller, Sosyal Demokratlar onların önünü öyle bir açtılar ki, ister istemez iktidar olacaklar...

Yaşanan süreç Almanya içişleri denilerek geçiştirilecek şeyler değil Almanya’da yaşananlar, çünkü onların tarihi hala sıcak ve aktüel...

Avrupa'da faşistler seçim ile iktidara geliyorlar, İtalya'da faşist parti ve ayağından asılan Mussolini'nin torunu şimdi başbakan! Avusturya'da zaten faşist parti iktidara geldi, korkulan şeyleri yapmadı, Avusturya faşistleri alman efendilerinden izin almadan kötü işler yapmazlar! Yumuşak, sevimli yüzlerini gösteriyorlar, Almanya’da faşistler iktidara gelene kadar, çünkü faşizmin direksiyonu Almanya’da!

Dünyanın en gelişmiş ülkeleri, refah seviyesi çok yukarıda olan kuzey ülkelerinde faşistler zaten on yıllarca örgütlü, toplumun her alanında kendilerini göstermekten çekinmiyorlar, Danimarka’da, Hollanda’da kuran yakmak bir ritüel oldu, tepkileri ölçüyorlar...

Amerika'da faşistler Trump ile iktidara gelmişlerdi, şimdi yeniden gelmek için seçimi bekliyorlar, ona rağmen faşistlerin bu kadar kitlesel olmasına rağmen Amerika'da ırkçılık sokaklarda ölüm kusmuyor, sadece bireysel okul basmaları ile kendisini hissettiriyor...

Almanya'da faşizm iktidara gelecek bu gidiş ile peki, ne yapacak Almanlar?

Bir iki sokak gösterisi, protesto, antifa grupların taşkın eylemleri ve devletin onları bastırması...

Hedef kitle yabancılar ne yapacaklar?

Yahudiler gibi sessizce bekleyecekler mi? Naziler iktidara geldiğinde size anlatıldığı gibi Yahudiler sessizce beklemedi, direnişi örgütlediler ama devlet olanakları karşısında ne yapabileceklerdi? Dışarıdan destek alamayan Yahudiler, önceden planlanmış, IBM firması tarafından kodlanmış olanlar bir bir önce getolara, sonra toplama kamplarına alındılar... Bugün IBM firması yerinde yapay zeka faşistlerin hizmetinde! Yabancılar bugün Almanya'da bir anlamda zaten gettolarda yaşamakta, etrafları sadece surlar ile çevrili değil!

Faşistler iktidara geliyor tüm Avrupa’da, üstelik Avrupa demokrasi kurallarına uygun olarak... Ülkemizde de AKP demokratik yollardan zaten iktidara geldi, iktidara yapıştı!... Peki, biz ne yaptık, AKP'yi iktidarda tutacak cephe seçim stratejisine uygun CHP ve onun aday gösterdiklerini destekledik... Kısaca iktidarda kalmasını sağladık...

Almanya'da da yabancılar bizim yaptıklarımızı yapacak, başka yolları yok!

Almanya'da yabancıların kaçacağı bir ülke var, peki bu ülkede yaşayanların kaçacağı ülke var mı?

İsmail Cem Özkan

 

Neredeyse Eşittir!

Neredeyse Eşittir!

 

Hayatımız bu sistem altında para üzerinde, yani kapital üzerinde devam eder, “kapitalin kadar hayatı güzel ya da sürünerek yaşarsın”, çünkü kapital her şeyi metalaştırır, hayallerimizi bile!

 

Basit, sıradan yaşamak yerine daha karmaşık, anlaşılmaz ilişkiler içinde bizler birçok şeyi düşünmeden yaşarız. Kapitalist ilişkiler düşünmek için bize o zamanı da vermez, çünkü “düşünme ihtiyacını karşıla!”. Bu sistem içinde ihtiyaç sonsuz gibi algılatılır, her gördüğümüz, bize her sunulan sanki bizim ihtiyacımızdır…

 

Neden biz sürekli karmakarışık ilişkiler içinde yaşıyoruz, neden biz basitçe çevremizde olanları algılamıyor ve altında başka şeyler arıyoruz?

 

Bu arayışlar bizde neden belirsizlikler oluşturuyor ve belirsizliğin olduğu noktada “korku” her şeye hükmeder…

 

Kapitalizm hükmetmek için bilerek mi belirsizlikler yaratmakta? Neden bu sistem içinde içimizde çocuğu korumak ve büyütmek yerine korkuyu büyütüyoruz? Biliyoruz ki, çocuklar kolay kolay korkmaz, korkunç denilen şeyi gidip sevebilir hatta ama büyük biri öyle önyargılar ile doldur ki bırakın elini sürmeyi adını duyar duymaz tiksinir, korkar, uzaklaşır… Bu sistem bizim bir şeylerin farkına varmamızdan korkuyordur belki, korku hem yönetileni hem de yöneteni yönlendirir, ona göre strateji geliştirir…

 

Ne kadar kazanıyorsun? Kime hizmet ediyorsun? 

 

Ne kadar maaş aldığını sadece “sen bil” ama başkası bilmesin, çünkü kazancı açıklamak bile günümüzde işten atılma sebebidir. İşten atılanın iş bulma şansı sanki yok gibidir, çünkü çevremizde o kadar diplomalı işsiz var! Diplomalı işsizler bizim işimizde boşalacak pozisyonu bekler! Bize durmadan bu sistem fısıldar “sana verilen görevi yap, ‘gözünü kapat, işini yap!’ ne bekleniyorsa senden onu yerine getir!”

 

Oyunumuz günlük kıyafetler içinde bir sunucunun elinde para dolu şeffaf bir kasa ile gelip seyirciye soru sorması ile başlar, soru basittir ama o basit olanı cevaplamak zordur.

 

Seyircilerin arasından ses gelir, ister istemez kulağımız o tarafa doğru yönelir…

 

Seyirciden beklenen cevabı beklenirken arkadan biri para istediği ses gelir… Karşıya geçecektir ama parası yoktur, yardım istemektedir. Her işlek caddede gördüğümüz modern dilencilik!

 

Oyun yazarı kendi ülkesinin normlarına göre yazmıştır ama uyarlama ya da çeviri yapılırken orijinaline sadık kalınır, ben ise bu sadık kalmak yerine uyarlama tarafındayım. Oyun sürerken Amerika’da popüler olan oda tiyatrosunda kullanılan küfürler bizim dilimizde sırıtmaktadır, bize özgü küfürler varken Amerika ya da İngilizce düşünceye göre küfürler yerleşince hiç hoş olmuyor… Bizim kültürümüzde küfrün de bir adabı ve sırası vardır ve çok doğaldır!

 

Dilencinin adının Cihan olduğunu öğreneceğiz. Cihan tesadüfen çıkmış bir isim değildir, “evren, dünya” anlamlarını içinde barındırır, demektir ki dilenen bir dünya var, bu sistemin bir parçasıdır.

 

İlk çağrışımlar, ilk izlenimler oyunun nasıl bir yol izleyeceği konusunda bir fikir verir… Aslında oyun izleyiciye bir önyargı oluşturur, o açılan yoldan seyirciyi kendi dünyasına davet eder…

 

Sahnenin ortasında iki sandalye, tüller ile süslenmiş, bir market arabası… Çok sade bir sahne, bu bize fazla bir şey anlatmıyor başlangıçta ama ilerleyen zaman içinde ne kadar doğru düşünülmüş bir dekor ve sahne düzenlemesi olduğunu anlıyoruz. Sahnede oyuncular, aynı zamanda modern dans ile oyunun akışına katkı sunarken, nelerin vurgulanması gerektiğini çıkardıkları sesler ve vücut dili ile seyirciye ulaştırırlar… Her birinin mimiklerini, vücut dilini çok başarılı buldum, oyunu bir görsel şölenine döndürüyorlar… Bu şölene ses, ışık katkısı hem anlatım dilini hem de oyunun içeriğini seyirciye doğru ulaşmasını sağlıyor. Sağ tarafta yukarıda asılı olan ekran ile hangi bölümde olduğumuz, hangi konu işlendiğini semboller ile anlatılmakta... Bekleme salonlarında müşteriye bilgi veren bilgi ekranı gibi düşünülmüş…

 

İç içe geçmiş öyküler, postmodern dil ve kurgu ile birbirine bağlanmış metinler sahnede hayat bulurken, seyirci de hangi öykünün nerede başladığını ve nasıl devam ettiğini dansçıların içinden öne çıkan oyuncuların mimikleri, davranışları ile o öykünün devamına hemen geri dönebilmektedir. Kopukluk sadece arada öteki öykünün anlatımı ile olmuştur, bir karmaşa vardır ama karmaşa bilerek oraya yerleştirilmiştir. Kara mizahın tüm öğelerinin kullanıldığı dilde elbette bir sınıf vurgusu yerine, sistemin kurbanı olan bireylerin kendisine yansımasını anlatımına şahitlik ediyoruz…

 

Beyaz yakalı ya da yaka rengi ne olursa olsun her bireyin kendisini bulacağı bir oyun sahneye konmuş, eğlendirirken seyircisini iğneleyen bir dili vardır… İşini kaybeden bir kadın, işini alan kadını bir kaza süsü verip arabanın altına atması ve onun ile hastaneye kadar gelmesi, hastanede öldürmek için fırsat kollayıp öldürmemesi sonucu, ertesi gün işyerine gidip kaybettiği işini geri isteyen kadının o muhtaç sesini bu oyunun içinde bize bir şeyler fısıldar…

 

Oyuncuların her birinin ismini ne yazık ki tam bilmiyorum, o yüzden yanlış bir isim yazmak yerine genel olarak vurgulayalım, her oyuncu yaptığı rolde çok başarılıydı, amatör ruh ile yapılmış ama profesyonel bir oyunun için o karanlık salonda olmaktan büyük bir mutluluk duydum…

 

Cihan rolünü yapan aslında kapitalist sistemin kurbanıdır ama aynı zamanda öteki yüzüdür. Kurnazdır, sistemin açığından yararlanmaktadır, hep hayali olarak sunulan ablasının bir gerçek olduğu, öteki yakada yaşadığı gerçeği ile karşılaşırız.

 

Cihan’ın anlattığını yaşayan, çaresiz ama iş bulma umudu olan yeni üniversite mezunu ama iş arayan genç Cihan’a karşı acımasızdır, öfkelidir. Cihan’a karşı gösterilen şiddeti ve sonrasındaki vicdani hesaplaşması oyunun mizahi yönünü vurgular… başka bir öyküde üniversiteyi bitirmiş, o üniversitede öğretim üyesi olmayı düşünenin çaresizliği, yen kurduğu ailesinin ihtiyaçları o kadar güzel bir dille anlatılır ki, o dili hem vücut, hem de dansları ile ortaya koyanların, dans sırasında oluşturdukları mimikler görmeye değer… Modern dansın tiyatro içinde uyarlaması muhteşem olmuş…  

 

Oyunda emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum, oyuna verilmiş parayı çıkışta isteyen bir seyirci olacağını düşünmüyorum, alın terleri ile hak ediyorlar…

 

Bu sistemde yaşayan yönetilen herkes neredeyse eşittir, trajikomik tiyatro sahnelerde zaman zaman yer almaya uzun yıllar devam edecek gibi…

 

İsmail Cem Özkan

 

Neredeyse Eşittir

 

Yazan: Jonas Hassen Khemiri
Çeviri: Hasret Güneş
Yöneten: Serpil Göral

Müzik: Berkay Özideş
Koreografi: Hicran Akın
Sahne-Grafik-Afiş Tasarımı: Veli Kahraman 

Kostüm Tasarımı: Nihan Şen​

Işık Tasarımı: Muhammet Uzuner​

 

Oynayanlar:

Dorukhan Kenger

Ela Güldüren

Kerem Aktı 

Mithat Seçinti 

Nihal Parlak

Özge Doğan

Seren Köken

Serhat Güney

Yusuf Kısa​

Kostüm Uygulama: Seren Köken
Reji Asistanı-Efekt Kumanda: Gözde Yıldız 

Işık Kumanda: Ekin Bora Boran