26 Ekim 2023 Perşembe

100 yılda bir…

100 yılda bir…

 

AKP ve diğer siyasi İslamcılar 100. yıl kutlamasına gönüllü ya da isteksiz katıldıklarını yaşadığımız süreçte görüyoruz, ona rağmen parçalı, seçim yenilgisi yaşayan muhalefet, Türk solu ve benzeri taraftarı evlerinin penceresine bayrak asma yarışına girmeli, hatta üzerinde Atatürk olunca daha keskin AKP taraftarı olmadığını kanıtlamış olur... Milliyetçi, solcu, devrimci, ümmetçi ama siyasal İslamcı olmayan "en çok Atatürk'ü biz seviyoruz, yaşasın cumhuriyet!" yarışmasına girmiş, banka, yandaş gibi gözükmeyen şirket ve belediyelerin reklamları görünürde çok coşkulu… Birçok şirket reklamı ise yasak savar gibi, ucuza kurtarmışlar, coşku yerine görünürde coşku. Gerçekten kutlamış olsalardı çalışanlarına birer ikramiye vermeleri gerekmez miydi, çalışanların omuzları üzerinde cumhuriyet sayesinde sermaye biriktirdi hepsi…

 

Cumhuriyetin yok saydıkları ise sessizce kenardan izliyorlar, galeyana gelip dükkanları yağmalanmasın, Sansaryan Han eğer eski işlevinde açık olsaydı orada sorgulamamak için diye dua ediyor olmamalılar... Bu ekonomik krizde acaba yeniden bir Varlık Vergisi çıkar mı diye korkuyla, elinde avucundakini satıp yurt dışına kaçayım diye düşünen iş insanları endişe ile gelişmeleri izliyor...

 

Yüzyılda değişenler arasında çarık yerini ayakkabı aldı ama kaliteli ve insana yakışan ayakkabı yerine parasının yettiği kadar ayakkabı alır konumdaysa… Damlı evlerden apartmanlara çıkmak gelişme ise, ağanın yerini patronların aldığı ama hala elinde avucunda kendisini savunacak hukuk maddesi olmasına rağmen savunamıyor, mahkeme kapısına gittiğinde, genelde kaybeden kendisi olduğuna göre; değişen nedir?

 

Padişahın gölgesinin yerini padişah yetkiler ile donanmış bir liderin alması değişim midir?

 

Cumhuriyetin kazanımları sayılmak ile bitmez derler, yok ettikleri toplum içinde çeşitlilik, halkların bir arada yaşadığı İstanbul semtlerinde yaşamış olan Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Bulgarların... Ne kadarı kaldı bu şehirde ve ülkede?

 

İnancı, dili farklı olan bu ülkenin insanları milyonlar ile ifade edilen şehirlerde on binde biri bile yer tutmuyor... Yok edilen, yok sayılanları saymak ile bitmez diyecek başka biri, evet ulus devlet ideolojisi homojen toplum yaratma adına, tek bayrak, tek dil, tek millet, tek lider… anlayışı ile 100 yıldır bu ülkede hayat buldu. Düşünelim bir kere daha, dünyada hayat standardı yüksek ülkeler arasına yani o medeni, muasır milletler arasına girdik mi? İnsan hakları konusunda kaçıncı sıradayız? İşçi ve çocuk ölümlerinde? Saymakla bitmeyen istatistiki rakamlar… Yolsuzluk, rüşvet gibi konuları hiç açmıyorum, tüm üçüncü dünyada yaygın olan şey bizde de yaygın olmuş ne gam! Üretimde, kendi kendine yetme ideali ve hedefi hepsi yalan oldu... Var olanı satıp, olanı korumamak küreselleşme diye yutturuldu ve en iyi ulusun birikimlerini satan liderler hep omuzlarda taşındı…

 

Bugünlerde cumhuriyet kutlanırken, 100 yılda ne başardık, neyi hedefledik ama ulaşamadık diye düşünmek gerek... Ve ulaşamadıklarımız o kadar çok ki, bırakın bir arada huzurlu yaşamı, ülke tarihinde olmadığı kadar keskin sınırların oluştuğu ve ayrılıkların beslendiği, nefret söylemlerin her gün yenisinin eklendiği ülke olduk... Tarihin en kırılgan dönemini yaşıyoruz belki, insan hareketleri tarihte olmadığı kadar yoğun ve rakamlar çok yüksek.

 

Mülteci alan ülke mülteci ihraç ediyor…

 

Ülkenin sosyal yapısı göçmenlerin kontrolsüz şekilde hareket etmesi ile değişiyor, ona bağlı olarak köle emek gücünün ülkeye girişi ve işçilerin kazanılmış haklarının yok sayılması… O kadar çok sorun birikti ki, Osmanlı devletinden devralınan sorunlar ile yüzleşemeyen ülkemiz, yüzleşmeyeceği sorunlar yumağı içinde krizden krize koşuyor…

 

Çözüm yerine üzerini örtme siyaseti ile geldik bugüne…  

 

Savaşan ülkelerin gökyüzünden füzeler uçarken, bizim sınırlarımızın üzerinden bomba yüklü uçaklar, silahlı insanları taşıyan planörler, kalabalıkların içinde patlayan canlı bombalar ile güvencesiz, gelecek perspektifinden uzak bireyler topluluğu olduk…

 

Günümüzde devletler hem itfaiyeci hem de kundakçı rolünü oynuyor...

 

100. Yılına giren cumhuriyetimiz devlet geleneği çok eski olmasına rağmen, çalışanlarını hala köle olarak gören, emeklilerini yük olarak görüp, onlara hizmet yerine elindeki avucundakini almayı planlayan ekonomi yönetimi, öğrencilerin ve hastaların müşteri gözüyle bakıldığı bir düzenden uzak, insana yakışan, nefret söyleminden uzak bir cumhuriyet oluşabilir mi?

 

Kutlama yerine yüzleşme, yeni hedeflerin koyma zamanıdır...

 

Her yıl dönümleri aslında bir şeyin kapısını açmak için fırsattır ama bizim geleneğimizde açmak yerine kapatmak ve o görmek, konuşmak istemediğimiz hepsi kapalı bir yerde kalıp çürümesi beklenir ama bu beklenti hep boşuna olduğunu hepimiz biliyoruz ama bilmezlikten geliyoruz…

 

İsmail Cem Özkan

 

25 Ekim 2023 Çarşamba

Rumuz Goncagül

Rumuz Goncagül

 

Bol paçalı pantolonların, geniş yakalı gömleklerin hakim olduğu zamanda, çaresiz kalmış ve bir çıkış yolunun evlilikten geçtiğini düşünen kocasından kalan maaş ile geçinmeye çalışan ama maaşı yetmeyince alt katlarında olan odayı Sıtkı’ya kiralayan İnsaf Hanım ve kızı Gülsün’ün başından geçen trajik- komik olaylardır…

 

İstanbul’un tarihi semtlerinden biri sahnemizdir. Apartmanların arasına sıkışmış bir bina. Düzenli kirasını ödeyen ve kirasında artış yapmayı uzun yıllardır kesmiş bir kiracı… Nasıl yapsın ki, maaşı belli, gideri bellidir, hayat sürekli pahalanmakta, alım gücü azalmaktadır. İçine düştüğü geçim sıkıntısı ve toplumsal baskılara bir de giderek değişip dönüşen kent hayatının zorluğu eklenince kiracı İnsaf Hanım, kızının geleceği için bu sıkışmışlığın içinden kendince bir çıkış yolu bulur. Kızının bir evi, bir güvencesi, bir yuvası olması için Goncagül rumuzu ile gazeteye kızıyla birlikte mektup yazar.

 

"Aile kızıyım, ev işlerini becerir, güzel yemek pişiririm. İlkokul mezunuyum. Babam vefat ettiği için annemle, kendi evimde oturmaktayım. Ahlâklı, geçimliliği olan biriyle evlenmek istiyorum. İç güveysi de olabilir. İsteklilerin Goncagül rumuzuna yazmaları"

 

Gazetede ilan yayınlandıktan sonra kısa sürede 261 talipliden mektup gelir. Bu kadar talipli ile görüşmeyeceğini anlayan İnsaf Hanım, kiracısı Sıtkı beyden yardım ister. Sıtkı, anne kıza yardımı kabul eder ve çaktırmadan kendi yazdığı mektubu öne çıkarır, ama pek karşılık bulmaz istekleri ama ona rağmen diğer talipler ile o da görüşür.

 

Oyun bu şekilde başlar ve taliplilerin her birinin evlilikten beklentisi ve çıkarı farklıdır.

 

Olayların örgüsü böyle devam ederken sahnede gördüklerime gelirsek eğer, sahne sade, iki perde ayna yansıması gibi konulmuş, araya bırakılmış bir boşluk, o boşluktan arka tarafta duran müzisyenleri görürüz.  Sahne rampadan oluşmakta ve rampa aynı zamanda ev işlevi de görmektedir. Perdeye yansıyan el çizimi görseller ile olayların nerede geçtiği, nasıl bir atmosfer içinde olduğu fikrini vermektedir.

 

Karamsarlık, siyah beyazdır…

 

Yanlara dizilmiş sandalyeler ve oyunda geçen tüm kahramanların sahnede olmasını sağlarken, aynı zamanda izleyici konumundadır. Oyuncudur ama seyirci koltuğunda oturan gibi seyircidir aynı zamanda… Seyirciyi oyunun içine davet etmektedir sessizce.

 

İzlediğim oyun Ortaoyunun modern anlayış ile epik tiyatro içine ilmek ilmek dokunmasıdır. Müzikler, sözler her biri olayı seyirciye taşırken, aynı zamanda seyirciyi de sesleri, alkışları ile sahneye taşımaktadır.  Arkada orkestra, oyunun başından sonuna kadar oradadır, ayrılmaz, gerek olduğunda oyuna arkadan ses olarak dahil olmaktadır. Pavyon, gece yaşantısının sesi, ışığı sahneye seyircinin üzerine vurmaktadır…

 

Timur Selçuk üstadın ezgileri ilk yazıldığı kadar canlıdır. Oktay Arayıcı öyle bir oyun inşaat etmiştir ki, söyleyeceği sözü oyunun içinde, tüm sahnelere yaymıştır. İki büyük sanatçının elinden çıkıp Zafer Algöz yönetiminde günümüzde sahneye taşınınca trajediyi, eğlenceli halde yaşar bulduk. Dramdır ama komiktir, yaşayanlar için trajedi olan seyircisi için komik konumdadır ama günümüze doğru esen olaylar zincirinde teknoloji gelişmiş olmasına rağmen temel çelişki hale varıdır ve doğal olarak yaşamaktadır. Bugün dahi ev sahibi kiracı, yükseltilmeyen maaşlar, alım gücünün yok olması, ev sahibi rant için binasının yıkılmasını istemesi, daha fazla para için hayatların parçalanması…

 

Uğur Keleş izlediğim oyunda sahneyi tam dolduran, rolünü o kadar güzel abartmış ki, sanki doğal bir şey yapıyor gibidir. Yüksek ökçeli ve tabanlı ayakkabı, bir pavyon müdavimi, ayarladığı kadınları pazarlayan bir erkek, her andan büyük bir şevk duyan biri karakteri… Sahnenin tam ortasında mimikleri, gözlüklerini kullanımı ve sesi ile adeta bir şov yapmaktadır… Her rol her insanı kucaklamaz, işi gereği olarak yapan vardır ama işini özümsemiş, içselleştirmiş ve bunu yaparken de hayat damarlarında akan kanın coşkusun artırmış oyuncularda vardır. Sanki bu rol onun için biçilmiş gibidir. Refik Mayısoğlu masum, çaresiz ana ve kızın duyguları ile oynayıp, onların acısından, trajedisinden ekmek kazanmak için kumpas kurandır… Elbette o kadar çok sıçramıştır ki, bir gün yakalanacaktır, yakalanır ama adalete teslim edilemez, adaleti yakalayan kendi eli ile verir, çünkü adalet karışıktır, sonuç alacak kadar net değildir. Mahkemeye düşenin ağzı yanmıştır, o girdaplı süreçlerden bir şey çıkmayacağını bilir…

 

Refik Mayısoğlu’un kurbanıdır tesadüfen orada bulunan Ayşen. Fark etmiştir el yazısından ve yıllar sonra ilk eşi ile yüzleşme fırsatı doğmuştur. Bir yüzleşme, aynı zamanda olayın üstünün kapatılması… Duygu Gökhan pavyon şarkıcılığı, o sürece giden yollarda yaşadığı acılar ile oluşmuş olan tecrübesini Gülsün’e aktarır, onun başından geçmesin ister. Çaresizlik insanı beklemediği bir sürece sürükler, yanında yatan kocan olacağına satın alan bir erkek de olabilir… Duygu Gökhan bu oyun içinde parlayanlardan biridir, aynı zamanda seyirci ile iyi iletişim kuran diğer oyuncular ile bir bütünlük sağlar… Sahneyi kullanması, sesini çok iyi ayarlayarak seyirci ile birlikte sözlere nota katması…

 

Efe Erkekli, komşu, kiracı ve aşık Sıtkı olarak karşımıza çıkmaktadır. Gençliği, dinamik duruşu, hareketli olması ve rolüne ayrı bir içerik vermiştir.

 

Zafer Algöz oyuncuları çok iyi tanıdığını oyunun bütününden oluşan süreklilik, akıcılık ve sahne kullanımından anlıyoruz…

 

Şebnem Bilgeer benim izlediğim oyunda Gülsün’ü canlandırıyordu. Dilek Güven ile birlikte rolünü o kadar doğal hale getirmiş ki, seyirci ile rahat iletişime geçiyor…

 

Oyuncuları tek tek değerlendirmek yerine hepsinin rolünü çok iyi yaptığını, seyircinin alkışları ile oyun sırasında ve sonrasında katılması, şarkıları birlikte söylemesinden ve mutlu olarak anı yaşadıklarından anlayabiliriz.

 

Peki, hiç mi eleştirilecek yönü yok derseniz elbette var! Oyunun zamanı ve ruhunu bugünkü kuşak bilmeyebilir, çünkü yeni kuşak gazeteleri sadece dijital olarak görüyor ve çoğu okumuyor bile… Geçmişte gazeteye verilen bu tip ilanlar günümüzde web siteleri ve uygulamaları içinde var. Oyun henüz başlamadan önce zamanın ruhu, gazeteye neden ilan verildiği, neden bir rumuz kullanıldığı yeni kuşaklara açıklanmasına fayda var diye düşünüyorum, örneğin bir anlatıcı gelecek oyunun başında kısa bilgi verecek ve seyirciyi oyunun içine davet edecek… Bu iş için bana göre Halet Rezâki rolünde oynayan Erdoğan Aydemir çok rahat bir şekilde yapabilirdi.

 

Bu kadar sıkıntının içinde bir normal nefes almak için tiyatro salonları bir olanak sunuyor, ben de bu olanaktan faydalandım ve içimdeki oluşan karabulutları bu oyunu izleyerek dağıttım, anlıkta olsa orada çok eğlendim, şarkılara katıldım, Timur Selçuk şarkılarının o muhteşem dünyasına dalıp birazda geçmişime doğru yolculuk yaptım…

 

Oyunda emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ederim, bu oyunu sahneye taşıyan, emek veren, planlayan, salonun kapısında bizi karşılayandan, uğurlayana kadar herkesin emeğine sağlık…

 

İsmail Cem Özkan

 

Rumuz Goncagül

 

Yazan: Oktay Arayıcı
Yöneten: Zafer Algöz

 

OYUNCULAR:

Dilek Güven
Eylem Yıldız, Şebnem Bilgeer 

Efe Erkekli
Duygu Gökhan
Rezâki Erdoğan Aydemir
Engin Delice
Ahmet Dizdaroğlu
Uğur Keleş
Buğra Kağan Kahraman

 

Müzisyenler:
Piyano: Rahim Ozan Demir
Ud: Bayramcan Boy
Klarnet: Ercan Yalazan
Keman: Ahmet Bekir Bağcı
Kanun: Harun Uğur Kaya
Ritim: Berat Melemez
Vokal: Şebnem Bilgeer

Dekor Tasarımı: Nur Sinem Mete

Kostüm Tasarımı: Burcu Melek Bozan

Işık Tasarımı: İ.Önder Arık

Müzik: Timur Selçuk

Müzik Direktörü: Rahim Ozan Demir
Koreografi: Kerem Kuraner

Dramaturg: Derya Özer

Yönetmen Yardımcıları: İşdar Gökseven, Eylem Yıldız, Ergun Akvuran, Ahmet Dizdaroğlu

Görsel Tasarım: Cihan Kahraman

İllüstratör: Nur Sinem Mete

Asistan: Şebnem Bilgeer

Sahne Amiri: Burak Akyüz

Kondüvit: Ersin Sönmez

Işık Kumanda: Ozan Çelik

Dekor Sorumlusu: Necati Işık

Aksesuar Sorumlusu: Serkan Dürser

Kadın Terzi: Nimet Çelebi

Erkek Terzi: Meral Şeker

Perukacı: Zeynep Bolkısık Bağ

Projeksiyon Kumanda: Korhan Boduroğlu, Uğur Akcan

Afiş Tasarım: Cem Yılmaz

 

24 Ekim 2023 Salı

İkiyüzlü zamandan geçiyoruz…

İkiyüzlü zamandan geçiyoruz…

 

Batıda Hamas taraftarlığına karşı bir sert tepki var.

 

İsrail devletinin yaptıklarını eleştirenlere karşı sert tepki veriyor batıda ki devletler, çünkü kökü 2. Dünya savaşında oluşan siyasi atmosferin bir daha asla olmaması için geliştirmiş siyasi bir tercihtir. Bunu İsrail devleti suistimal etti mi, etti, yıllardır ediyor. Ama bu durumu ezik, geri kalmış, kendi geçmişi ile yüzleşmekten korkan ulus devletlerinde yaşayanlar nasıl algılıyor?

 

Batı demokrasi işte bu!

 

Kendisinde olmayanı batıdan beklemek...

 

Her gün artan hayat pahalılığı karşısında çaresiz olan, artan ilaç fiyatları ve ona bağlı olarak piyasadan yok olan ilaçlar ve karaborsası için tek laf etmeyenler batının Hamas destekçilerine tavrını eleştiriyor...

 

Hamas değil de Filistin halkı olsun, peki sorarım Filistin halkı için bugüne kadar ne yaptınız? Toprakları yok olurken, sürülürken, kamplarda yeni yaşam kurarken... Sessizce izlediniz...

 

Hükümetlerinizin İsrail'e verdiği desteği, Cezayir bağımsızlık savaşında ezen Fransa'nın yanında yer aldığınızı, o durumda sessizce izlemek ve suça ortak olurken neredeydiniz?

 

Bir Ermeninin gözyaşı karşısında zalim olurken, bir Filistinlinin gözyaşı karşısında vicdan yapıp, batıyı suçlarken ikiyüzlü olmuyor musunuz? Bir Ermeni ne kadar acı çektiyse bir Filistinli de o kadar acı çekti…

 

Bu ülkede birlikte yaşadığın Rum vatandaşın mübadele ile toprağından koparılırken, boşalan yere gidip yerleşirken bari timsah gözyaşı dökseydiniz… Dökmediniz! Batının demokrasi anlayışı bu!

 

Peki, senin anlayışın ne?

 

Empati kuracaksanız madem Ermeni bir vatandaş ile de kurun, bu topraklarda kiliseleri kalmış ama kendileri yok olmuş olanlar... Boş kiliselere bakıp, burada ganimet var diyerek binanın temelini oyarken hiç mi utanmadınız? Ganimet avcılığı için dedektör alıp mezarlık mezarlık dolaşıp metal arayıcı ile oralarda dolaşıp, bir ses ile eline kürek kazma ile definecilik oynarken, soyarken ölenleri hiç mi utanmadınız?

 

Batı'nın demokrasisi böyle! Çünkü onlar 2. Dünya savaşında işlenen suçunu hala üzerlerinden atamadılar, onlar suçlu, suçlu olduklarını bile bile pozitif ayrımcılık yapıyor ve İsrail bu işi çok iyi kullanıyor...

 

Ama muhalif Yahudi vatandaşların protestolarını, Filistin halkı ile birlikte yaşama mücadelesini neden görmezden gelip bir devleti, ırkı kökten yok etme çığlıkları atıyorsunuz? Yeni bir soykırım çağrısı yaptığınızı ve ikinci dünya savaşı sırasında Yahudileri yok eden düşünce yapısı ile paralel olduğunuzun farkında değil misiniz?

 

Batı medeniyeti böyle, peki senin medeniyetin nasıl?

 

İsmail Cem Özkan