28 Ekim 2022 Cuma

İkon!

İkon!

 

İkonlaştırmak veya ikona inanmak...

 

Yaratılan bir gerçekliktir ikon...

 

Gerçek olması veya olmasına da gerek yok, inanmak yeterlidir ikon için...

 

Bugün ikonlaştırdığımız mutlaka birileri vardır, çünkü ikonsuz kendimizi tanımlayamaz hale geldik...

 

Neden ikona ihtiyaç duyduk? Çünkü tanrısız "olamayacağımıza" karar vermek gibi bir şey, o zaman tanrı yoksa ikon var! Balkonda çizgili pijamalı bir fotoğraf birisinin ikonu olur ve ömrü boyunca "pijamalı fotoğrafım çekilir" diye çizgili pijamalı balkonda oturmadı... Çünkü onun ile yüzleşmektir balkonda çizgili pijamalı oturmak, o oturan kişi ikonlaştırılmıştır, dokunulmaz kılınmıştır...

 

Hepimizin bir dokunulmazlığı var değil mi?

 

Bazı konular hassastır, dokunmaaaa...

Kendisini bu iktidar karşısında güçsüz, yenilmiş hissedenlerin de dokunulmaz konusu vardır, "yetmez ama evet!". Kızdı mı birine mutlaka bir zaman aralığında bulacaktır kızacağı ve üstüne yapışmış olan yenilgi kokusunun çaresizliğinin getirmiş olduğu ezikliği...

 

Yalnızdır ama haklıdır, yenilmiştir ama yalnızdır.

 

Haklıdır ama haksız olarak güç karşısında ezilmiştir.

 

Ezilmiştir ama tarihten gelen haklılığı varır, tarih onu yaşanan olaylara bakarak haklı çıkarmıştır.

 

Üzerine atılan toprağın içinde ikonların kokusu vardır.

 

İkonlar bazı insanlara ağır gelir, taşıması kolay değildir, yüzleşirsen dönek olursun, yalnız kalırsın, sudan çıkmış balık gibi oksijensiz kalırsın! Kısaca ezilirsin, çaresizsin, yalnızsın...

Neden iktidar ile yüzleşmek yerine iktidarın oyuna gelmiş ve çıkar için kendisini satmış/ kandırılmış/ inandırmış insanlar ile yüzleşmeye çalışılıyor? Çünkü seni ezen bugün onu da ezmiştir, aynı potadasınız yıllardan beri...

 

Bugün üçüncü büyük parti olan HDP kurucuları ve bileşenlerin hepsi ya “yetmez ama evet”, “evet”, “boykot”çulardan oluşuyor... İçlerinde “hayır” diyen yok o meşhur referandumda... Varsa da kişiseldir, örgütsel değildir... Geçmiş seçimlerin kaçında HDP'ye oy verdin? Hani “son seçim bu, mutlaka iktidar karşısında olmak gerek, mazlumlar meclise girmesi gerek” diyerek sandığa gidip verdiğin oylar...

 

Bugün cezaevinde olan bir eski parti liderine gücü elinde bulunduran Erdoğan sağlı sollu saldırıyor, o da elinden geldiğince karşılık veriyor, iktidar gücü ve cezaevinde olan birinin karşı savunmasında duruşun nerede?

İkonlaştırmak... İkon olmak... İkon...

 

Acıların, çaresizliklerin, yenilgilerin, aynı çuval içinde olmanın getirmiş olduğu gerçeklik...

 

İkonlarda bugüne yanıt vermiyor...

 

İkonlar geçmişten güç almak için yaratılır.. Kök, geçmiş, yenilgiler tarihi...

Kavga ileride olacaklar için verilir, kavga ile geçmiş düzeltilmez...

Bugün, bir kadın tutuklandı, kadını bahane eden iktidar onun gibi düşünenleri mahkum etmese dahi susturmanın, yalnızlaştırmanın yolunu açmaya çalışıyor... Yani korkuyu ekiyor, tarlanda korku büyümesin istiyorsan o tarlaya düşen tohumu çürütmen gerek ama sen görmezden gelip o geçmişte benim yenilgimin sebebi diyerek bakıp sessiz kalırsan, tarlada büyüyen korku senin kalan cesaret tohumunu da yok eder gider, ikona dua etmeye, balkondan gelip o pijamalı adamın seni kurtarmasını beklersin!

 

İkonlar hiç bir kimseyi bugüne kadar kurtarmadı, kurulmayacaklar da...

 

Varsa bir mücadele, varsa gücün ve cesaretin, varsa geleceğe karşı umudun, varsa çevrende senin gibi düşünenler yenildin, ne ilk yenilgi ne de son yenilgin,  ne der Fidel Castro "Biz kaybedersek yeniden ayağa kalkar deneriz, Diktatörler yenilirse bir daha gelmemek üzere devrilir giderler."

 

Tarih senin haklı olduğuna bakmaz, tarih yaşananları sadece not eder. Senin tarihi değiştirme hakkın var, elbette yorumlama hakkını kullan ama değiştirme hakkını da yorumlar arasında yok etme…

 

İsmail Cem Özkan 

 

27 Ekim 2022 Perşembe

Çamur vücudumu sardı…

Çamur vücudumu sardı…

 

"Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler.

Duygusuz yavan insanlar.

Bu benim ruhum en kutsal varlığım...

Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.

Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım.

Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı.

Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum."

 

Camille Claudel

 

Seneler seneler öncesiydi, aylardan Ağustos, güneş her yaz olduğu gibi toprağı kavuruyordu. Birden hava kararmış yağmur yeryüzüne doğru akıyordu. Yağan yağmurun, çatlamış toprağın çatlaklarından yeryüzünün derinliklerine doğru karışırken ortaya çıkan çamur ile oynamaya başladı beyaz elbiseler içinde olan küçük bir kız çocuğu… Elbisesi çamur olmuştu, vücuduna doğru çamurun suyu akıyordu. Vücudunu sanki kucaklıyor, sarmalıyordu. O kız Fransız geleneklerine büyütülen Camille’den başkası değildi. Çamur ile oynadığı o gün hayatının değişeceğinden farkında değildi. Bir daha beyaz elbisesini giymedi. Çamur ona renk vermişti, o renklerin ve çamurun şekli peşinde koşacaktı…  

 

O güne kadar annesinin belirlediği yaşamı yaşayan Camile, bir anlamda annesinin disipline karşı isyan etmişti, yanında babasını bulmuş ve onun desteği ile kuralları yıkıyordu.  Geleneksel Katolik aile yapısı bir anlamda yıllar öncesi erkekler için olan reform içinde parçalanıyordu. Her değişime karşı direnç vardır bir de değişimin devamını isteyen… İlk adım önemliydi, çünkü Fransız devleti içinde kadınların o zamana kadar fazla bir hakkı yoktu, kız çocukları evliliğe hazırlık olarak yetiştirilir, onların akademiye gitme gibi bir şansları yoktu, akademi kapının önünden geçmelerine izin verilir, heykel sanatçıları için poz verebilir ama onlar erkek meslektaşları gibi davranamaz ve eğitim alamazlardı… Kadının kendisi vardı ama işlevi farklı olarak algılanıyordu. Kadına verilen bir rol vardı ve rolü annesi kızına aşılamaya çalışıyordu, fakat babası isyan eden kızının arkasında onun isteklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Belki babası da üstü kapalı olarak annesine isyan etmişti!

 

İnanmış bir Katolik olan anne, kurallara ve çevreden gelecek tepkilere karşı aşırı duyarlıdır… Baba ise liberaldir, yeniliklere ve özgürlüğe daha fazla önem vermekte ve çocuğuna o düşünceye uygun şekilde olanaklar sunmaktadır. Baba hoşgörülü olduğu kadar anne ise disiplin ve ortaçağdan kalan bir aile yapısına sadıktır…

 

Bir yağmur altında toprak ile buluşan Camille’nin hayatı değişmiştir.

 

Çamur hayat bulur ve heykele dönüşür...

 

Dönüşen sadece heykel değildir Camile’de değişmiştir ve o güne kadar giydirilen beyaz kıyafetler artık giyilmeyecektir. Tanrının unuttuğu isimdir beyaz çiçek, unutulmuş bir yerden ayrık otu gibi çıkacaktır. Kendisine tanrının unuttuğu ismi aramaktadır. İsim bir başarı üzerine verilirdi Asya’da çocuklara, belki o da içgüdüsel olarak ismini yapacağı eserler ile kazanacaktı…

 

Rönesans’ı yaşamış Avrupa’da kadınlar hala yok sayılmaktadır, onlar akademinin kapısının önünden geçmesine bile izin verilmemektedir. Kadın poz vermek için akademiden girebilir ama heykel ve resim çizmek için değildir…

 

Camille kaderini çamur ile oynayarak çizmiştir. Onu izleyen gölgesi hep acıyı, trajediyi taşır.

 

Babasının desteği ile eğitim için Paris'e gider… Orada bir çevre içine girer, kadınlardan oluşturduğu bir çalışma atölyesi kurar ve el yordamı ile birbirlerinden öğrenmeye çalışırlar… Gazeteden okuduğu bir ilan dikkatini çeker, akademi dışında öğretim üyeleri özel ders vermektedir kendi özel atölyelerinde… Hemen başvurur, kabul edilir...  Akademiye giremez ama akademi dışında çalışan ustaların yanında eğitim alacaktır… artık bir yol açılmıştır, ustalar ile yan yana gelir, o yan gelişler sırasında dönemin usta sanatçıları ile aynı atmosferi solur ve Auguste Rodin ile tanışır. Onun ile yakınlaşır. Ondan sadece duygusal değil, sanatı açısından da etkilenir, onu taklit ederek elini kullanımını geliştirir…

 

Rodin, onun hayatına iz bırakacaktır.

 

Birlikte yaşamaya başlarlar, bir kadının bir erkek ile evlilik dışı aynı evi paylaşımı annesinin hışmını çeker, çünkü olacak şey değildir! Anne kızından utanır, çünkü onu pervasız tavrı annesinin cemiyet içinde konumunu sorgular kılmıştır. Kızını eğitemeyen annenin duygusal tepkisi çok serttir ama önünde babası annesinin tepkisinin önünde ki engeldir…

 

Duygusal yıkım ailenin dağılmasını da ortaya çıkaracaktır…

 

Tiyatro oyunumuz bir video görüntüsünün duvara yansıması ile başlar.

 

Mekan bir akıl hastanesi, hastane içinde bir oda. Odanın içinde bir kadın. 10 Mart 1913 yılında yatırılan ve ömür boyu orada kalması sağlanan bir heykeltıraşın o ana ve çocukluğuna doğru giden bir öykü. Zamanın içinde kadının konumu, düşüncesi, yaşama karşı duruşu ve çevresinin ona tepkisi. Özellikle annenin kızına karşı hasmane diyebileceğimiz bir tavizsiz duruşu ve onun yaratmış olduğu atmosfer, duvara yansıyan görüntü…

 

Müzik ve dış ses bizi oyunun içine davet eder, yukarıdan aşağıya doğru bırakılan buharın üzerinde görüntü, belli belirsizidir… Sanki Camille’nin iç sessidir/ ruhudur buharın üzerine yansıyan görüntü…

 

Oyun boyunca sahne ile uyumlu video görüntüsü, bizi bir anlamda akıl hastanesinin odasından geçmişe bakmaya teşvik ediyor. Bir odanın içinden yaşanmışlıkların trajedisi. Acı, öfke, beklenti, kıskançlık duyguları arasındayız hepimiz.

 

Ebru Unurtan Urağ öyle başarılı bir performans çiziyor ki, sahnede bir heykeltıraş ustasını her boyutu ile görüyoruz. Gözünün kenarına biriken yaş, öfkede bir sağanak yağmura dönüşecek gibi öfkesini gaz damlasının içinde haykırıyor… Bozulup yeniden yaratılan Auguste Rodin’in büstü… 

 

Her öfke anında büstün çamurları parçalanıyor, her sevgi duygusunda yeniden çamurların yerini aldığını görmekteyiz… Rodin’in o çapkın ama aynı zamanda duygusal bir şekilde sarıldığı, sarılma anında onun en büyük rakibi olarak görmesi, ondan almak istediği gücüde görmekteyiz... Rodin, erkek egemen toplumunda başkaldıran, öfkeli, güzel bir kadına aşıktır ama toplum içinde kendisini daha öne çıkarmak ve göstermek isteminin yaratmış olduğu bir kıskançlık, onu aldatmaya, onu cinsel olarak küçük düşürme yolunu seçmiştir…

 

Her şeyin farkındadır Camile, farkında olmanın getirmiş olduğu bir öfkede vardır, o öfke büstün üzerine şekilsiz duran çamurdan çıkarmaktadır, çamur aslında onun hayatına yön verendir, ilk adımdır ve son adımda da onun hayatını çamur biçimlendirmektedir. Karakterini, bağımsız ve kadın olmanın getirmiş olduğu toplumsal baskı karşısındaki direnci, isyanı…

 

Bu isyan annesine farklı bir şekilde yansır… Annenin tepkisi ise yok sayma, küçük düşürücü davranan kızını evlatlıktan reddetme şeklindedir…

 

Mekan bir koğuş, akıl hastalarının kaldığı bir koğuşta akıl hastalığı tarife uymasa da bir sanatçı ailesinin isteği üzerine orada kürek mahkumu gibi kalmaktadır. Ailesi tarafından unutulmak istenen evladıdır. Dedikodulara, kızlarından dolayı başlarını öne eğmek zorunda oldukları burjuva ilişkisi içinde konumlarını korumak adına canlı canlı mezara gömülen ve unutulan bir sanatçı…

 

Tiyatro salonunda seslendirilen metnin dili muhteşemdir, her vurgu, her hareket öyle içe sinmiştir ki, seyirci ister istemez kendisini Camille’nin yerine koymakta ve oyunun içinde yaşamasına sebep olmaktadır.  Irmak Bahçeci ve Yıldırım Fikret Urağ tarafından oluşturulan metin çok sağlam olunca, oyuna hakim bir yönetmen (Yıldırım Fikret Urağ ) olunca, sağlam bir oyuncu tarafından canlanınca, sizi ister istemez bir akıl hastanesinin odasında o unutulmuşluğun içine itiyor… Sahneye verilen video görüntüsü, suyun üzerine yansıyan görüntü, sahne ışıkları ve müziğin ve dış sesin uyumu ile sizi bir görsel şölenin içinde trajediyi yaşamaya itiyor… Her tiyatro salonunda alışık olduğumuz cep telefonu ile oynama bu salonda yoktu, cep telefonu ışıkları ne seyirciye ne de sahneye ulaşmadı, çünkü açılmadı cep telefonları, seyirci sanki hipnoz olmuş gibi sahnede olanı izledi, küçük aralar eşliğinde…

 

Sahne, müzik, ses, ışık, kostüm, dekor öyle iç içe geçmiştir ki, sahne salona yayılmış şekildedir. Seyirci oyunun içinde, oyuncu bir heykeltıraş olarak yanlarında çamurun parçaları öfke anında sanki seyirciye dokunmaktadır... Oyunun sonunda yazanlar, teknik ekip, oyuncu nezdinde dakikalarca ayakta alkışı hak etti ve hak ettiğini seyircisinden aldı... Muhteşemdi tek kelime ile her salonu terk edenler aralarında aynı düşünceyi ifade ediyorlardı...

 

 

İsmail Cem Özkan

 

Yazan: Irmak Bahçeci & Yıldırım Fikret Urağ

Yöneten: Yıldırım Fikret Urağ

Oynayan: Ebru Unurtan Urağ

Yapım: Pafta Tiyatro & Revocrea Kreatif Yapım & Asiye Değirmenci

Oyun İçi Filmin Yönetmeni: Kerem Çakıroğlu

Müzik: Karen Homayounfar

Dekor Tasarımı: Sırrı Topraktepe

Işık Tasarımı: Mustafa Türkoğlu

Kostüm: Nihal Kaplangı

Afiş Tasarımı: Özgün Kaya

Reji Asistanı: Ayyüce Kar

Genel koordinatör: Nilay Kulakçeken

 

23 Ekim 2022 Pazar

Taşıma suyu ile…

Taşıma suyu ile…

 

Bir ev temeli ile birlikte taşınabilir mi? Bir ağaç kökleri ile taşınır mı? Bir devlet geleneği, devlet geleneğine sahip insanları ile birlikte taşınabilir mi?

Tüm sorulara tarih içinde yaşanmışlıklara bakarak “evet” diyorum...

Devlet nasıl olur diye sorabilirsiniz, haklısınız, diğerleri tamam da devlet olur mu?

Olur!

Osmanlı devleti balkan devletiydi… Peki, Balkanlardan Türkler, Müslümanlar uzaklaştırılırsa ya da zor ile yerlerini terk edilmeleri sağlanırsa!

İki emperyalist devlet bu konuda üşenmeden projeler, programlar, yol haritaları çıkarıp, ona uygun politikaların oluşması için Balkanlarda programlar koysa, ona göre uygun ajanlarını orada istihdam etse, dışarıdan dayatmalar ile yeni Balkan siyasi haritası çizseler?  İstenilen yeni Balkan siyasi haritasına uygun olarak halklar arasında nefret söylemleri geliştirse; bağımsızlık, ulus devlet olmanın birincil koşulu homojen kurtarılmış bölgelerin yaratılması için Kilislerin konumlarının değiştirilmesi… Halkın desteğini alacak, ekonomik olarak kilise tarafından desteklenecek küçük silahlı gerilla birliklerin oluşturulması sağlansa… O güne kadar olmamış ama test edilmesi gereken örgütlenme modelleri oluşturulsa… Osmanlı devletinin yapacağı karşı operasyonlarda mücadele eden hücreler yakalanmış olsa dahi, ancak belirli bölümünü çözecek şekilde yatay örgüt ağı kurulsa... Sonra bu modeli Osmanlı devletini çözecek ve yeni devlet kuracak kadrolara da öğretilmiş olsa...

Tüm bunlar tarih içinde oldu...

Balkanlardan kovulan Osmanlı devletini Anadolu’ya taşırken, devlet birikimine sahip kadroların ve onların destekleyicisi konumunda olan Müslüman ailelerin taşınmasının olanakları yaratılarak, ileride kurulacak olan devletin altyapısı oluşturulmuş ve var olan devlet korunmuş olacaktı...

 

Oldu da!

 

Eğer Balkan göçü olmasaydı, Anadolu’da devlet kuracak kadar (Osmanlı devleti uzun ömrü içinde Anadolu’yu kendi haline bırakmış ve oluşumunu Balkanlarda geliştirmiştir.) siyasi birikim olmadığından, Anadolu daha ağır koşullar altında halklar birbirini daha fazla boğazlayarak, kontrol dışı oluşumların oluşmasına da sebep verilebilinirdi. Kontrol altında oluşumlar hep anlaşmalar ile karşı tarafa dikte edilmiştir. Karşı taraf elde ettiklerini haklarını “büyük zafer” olarak kendi halkına sunmakta özgürdür. Yoktan oluşan bir devlet için her hak kazanılmış zaferdir…

 

Emperyalist devletler ve onun stratejini çizen politikacılar, planlarını kontrol dışına çıkacak olasılıkları en aza indirmek ile yükümlüdür. Politikalar tek bir yol üzerinde oluşturulmaz, karmaşıktır ve o karmaşa içinde her türlü olasılık öncelikle kendi aralarında tartışılır ve akla en yakın olarak kabul ettiklerini uygulamaya koyarlar…

 

Sömürgecilik tarihi emperyalist olan devletlere daha güvenli oluşumları önceden test etmek ve olasılıklarını bulmak konusunda büyük bir birikim sunar...

Bugün içinde yaşadığımız devlet, Osmanlı devlet gelenek ve göreneklerinin devamıdır. Bu devletin “homojen ulus” devleti macerası Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaynaklanan çözülmemiş ve yüzleşilmemiş sorunlardan oluştuğu gerçeği ile karşılaşırız...

Biz sanayi ülkesi olamadık, çünkü bizim sanayi bir ülke olmamız aslında sömürge kültürünü emperyalist devlete aktarmamız anlamına gelirdi ki, bu hiç bir devletin isteyeceği şey değildi... Osmanlı devletinin sömürge olarak kalması, aslında sorunlar içinde parçalanmaya doğru giden yolun önünü açıyordu.

Bir daha “Avrupa içine doğru akım yapan” bir devlet olmamızın önünde engeller, aslında devlet Balkanlardan taşınırken oluşturulmuş ve bize verdikleri olanaklar içinde kendimizi “yurtta sulh, cihanda sulh” kavramı ile ifade etmeye çalıştık. Biz, bize verilen sınırlar içinde kalacağımızı ve bir daha ne emperyalist ne de sömürge politikaları başkalarının topraklarına bakarak ne kurgulayacağız ne de ona uygun stratejiler geliştirmeyecektik. (izin verilene kadar)

 

Var olan sınırlar içinde, cumhuriyet kurulduktan sonra homojen devlet kurmak için her türlü “zoru” hak olarak gördük, ulus devletin mantığına uygun kararlar alınıyordu. İmparatorluktan ulus devlete geçişte homojen devletin oluşumun tek sonucu vardı, sermaye biriktirmek. Devlet eli ile sermaye biriktirip “batı medeniyeti” içinde yerimizi alacağımızı düşündük, planladık. Sermaye, demokrasi ile değil otokrasi ile gerçekleşecekti, bir daha asla geriye gitmeyecektik!

 

Borçlu bir devlet kendi ayakları üzerine asla yürüyemez, sadece borç verenlerin izin verdiği kadar dışarıya karşı güçlü ama içeride otokrat iktidarların oluşumuna izin verildi. Otokrat iktidarlar her zaman emperyalist devletlerin yarattığı ortamda, onların isteklerini yerine getiren liderleri ile içte oluşacak olan (kontrol dışı) herhangi değişimin önünde bizzat engel olarak konumlandırılmıştır…

 

Teknoloji ithal eden ama teknoloji üretmeyen yarı sömürge bir devlet konumumuzdan bir türlü çıkamadık...

 

Sınırlar içinde ve dışında oluşan / oluşturulan iki taraflı devleti de kontrol edecek şekilde (ileride sorun yaratacak) nedenler yumağı sınır çizgisine bırakılmıştır. Eğer iki tarafta yer alan halkların yaşam alanlarının ortasından sınır çizildiğinde, o siyasi çizgi aynı zamanda her iki devletinde kontrolü için kullanılacak bir silah haline gelebilir. Bu sayede her iki ülkeden birinde kontrol dışı oluşacak “devrim" gibi köklü değişimlere karşı devrim sonrası çatışmalar örgütlenebilir ve o devrimin en kısa sürede başarısız olması için ortam yaratılır…  

 

Kıbrıs’ın parçalanması (taksim edilmesi, 1974) garantör ülkelerin bilgisi dahilinde olmuştur. Birleşik Kıbrıs, bağımsız olarak karar alması ve kendi çıkarını koruması demektir. Ortadoğu’da gelişecek olan olaylar için bir risk teşkil ediyordu.

 

1979 yılında İran’da oluşturulan şahın iktidardan alınması süreci ve şahın yerine getirilen İslam iktidarı aslında emperyalist devletlerin kontrolünde “yeşil kuşak” stratejisine uygun olduğunu yıllar içinde anladık. Bu değişim Şii devletinde gerçekleştirilerek Suudi Arabistan gibi stratejik önemli ülkelerin iktidarının korunması ve devamı sağlanmıştır… İran’da Humeyni iktidarın güçlenmesi için Irak devletinin saldırması gerekliydi. Sınır konusu bahane edilerek Saddam rejimi bir “piyon” olarak İran'a karşı savaş açmış, bir avuç toprak almadan yıllar sonra savaşı sonlandırmıştır. Irak’ın kaderi de bu savaş ile aslında çizilmiş oldu… Kuveyt'in işgali ile Arap dünyasına mesaj verilmiş ve bir daha Kuveyt eski gücüne ulaşamamıştır. Sınırlarda oluşturulan sorunlar ne kadar hayati olduğunu bu savaş ile bir kere daha ortaya çıkmıştır.

 

Balkanlardan taşınan devlet gerek olduğunda emperyalist politikaya uygun olarak uygun koşullar altında kullanılmıştır… Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen projede gereğini devletimiz yerine getirmiştir. “Arap Baharı” sürecinde Ortadoğu’da emperyalist politikalara uygun karar alamayan liderler değiştirilmiş ve yerlerine kaos bırakılarak Ortadoğu’da yeni enerji politikası ihtiyaca göre biçimlendirme süreci içindeyiz… Kesinlikle bir araya geleceği kabul edilemeyen devletler artık bu süreç içinde birbiri ile işbirliği içinde, siyasi olarak birbirlerini tanımışlardır…

 

Taşıma su ile değirmen nasıl ki verimli olmazsa, kuruluşundan kaynaklanan sorunları çözemeyen devletler ve bir arada yaşama olanaklarını nefret söylemleri ile ortadan kaldıran ülkelerin başarılı olma şansı yoktur…

 

İsmail Cem Özkan