24 Nisan 2014 Perşembe

İlia’nın Bostanı*

İlia’nın Bostanı*

Bir yerden bahsetmeye başlayınca bizim son yıllarda geleneğimiz haline gelen Evliya Çelebi’nin sözleri ile başlar olduk. Onun anlatımlarını doğru olarak kabul eder ve sonra kendi hikayemizi yazarız. Kuzguncuk’tan bahsetmeye başlarken geleneğe uyayım dedim. Evliya Çelebiye göre; buranın adı II. Mehmed (Fatih) zamanında (1451-1481)buraya yerleşmiş “Kuzgun Baba” adlı bir veliden kaynaklanmıştır. Ama elbette ondan öncede bir yerleşim yeridir, çünkü çok nadir kalan anıtlar ve o anıtların duvarlarından bize yansıyanlara göre İstanbul fethinden öncede bu köy vardır ve köyde İstanbul’un sahipleri olan Rumlar yaşarmış. “Altın Kiremit” anlamına gelen “Hrisokeramos” ismini kullanmışlar önceleri zaman içinde değişerek “Kosinitza” adına dönüşmüş ve bizlerin son dokunuşları ile “Kuzguncuk” şekilde telaffuz etmeye başlamışız. 
Bir yere kendimizin telaffuz edebileceği bir isim taktığımızda / değiştirdiğimizde, kaçınılmaz olarak oraya yerleşmenin, var olan kültürün içine kaynaştığımızın da haberini vermiş oluyoruz. 
Kuzguncuk çok kültürlü yapısına kavuşurken göçlerin ve ekonomik düzeninde etkisi büyüktür. Yahudiler için kutsal bir yer olma özelliğini de 17. Yüzyılda kavuşmuş, ama Yahudilerin ne zaman buraya yerleştiği konusunda kesin bilgiler kaynaklara göre yok. Demek ki önce Rumlar vardı, sonra Yahudiler, Yahudileri izleyen Ermeniler 18. Yüzyılda bu güzel köye yerleşmiş ve dokusunun daha da renklenmesine sebep olmuş. Türkler, Üsküdar şehri içinde yaşarken, Kuzguncuk'u bir safiye yeri gibi algılamış, gayr-ı Müslimler ile iç içe yaşamaktansa Paşalimanı çevresinde yerleşmiş ve komşu olarak yaşamayı tercih etmiş. Düşmanca değil, bir hoşgörü, dayanışma ve kapılarda kilit olmayan bir güven yerleşkesi. Her yerleşen de kendi ibadet merkezini açmış, üstelik bir birine düşman değil, bir arada, sırt sırta açmış. Bir yanı sinagog, diğer yanı kilise, öte yanı cami şeklinde ve bugünde ayakta duran yapıları görebilirsiniz. 
Gerek Osmanlı gerek cumhuriyet dönemi içinde her kargaşa, her siyasi çalkantı azınlıkların üzerine nefret, düşmanlık, cinayet olarak dönmüş.  Kuzguncuk’ta bundan etkilenmiş ve şehrin uzağında, zaman durmuş gibi sakin yaşanırken; savaşlar, göçler, yıkımlardan etkilenmiş, buranın yerli gayr-ı Müslim halkı elindekini avucundakini satmak zorunda kalmış, terk etmiş, bir daha dönüşü olmadan… 
Nüfus yapısı değişirken, dokusu da değişmiş. Ağaçlar içinde ağaçlardan yapılmış, davlumbazı olan evler, sırt sırta ve dar sokaklarında çocuk çığlıklarının, oyunlarının ve bayram sevinçlerinin sesleri duvarlarda kalarak zaman içinde sessizleşmiş, artık kimse ne Rumca, ne İbranice ne de Ermenice isim bağırmaz olmuş. Sessizlik Kuzguncuk sokaklarına hakim olurken, varlık vergisinin soğuk rüzgarı burada fırtınaya sebep olmuş. Para el değiştirirken, elbette para sahiplerinin konakları da, evleri de yeni sahiplerinin olmuş. Yeni rejim, yeni sermayederleri ile ülkeyi kucaklamaya başlamış. Tarih ve dokusu para karşısında ne kadar dayanabilir ki? Ağaçlar kesilmiş, yerlerine beton binalar dikilmiş. Şehre yeni gelenlere beton binalarda daireler satılmış, yeni zenginler boğazın eşiz görüntüsü içinde alışmaya çalışmış. Beton ile ağaç ne kadar anlaşırsa onlarda o kadar anlaşabilmişler. Yeni gelenler buraya yabancı, kalanlarda yeni gelenlere… 
Kuzguncuk yağmalanmış, gecekondu evlerine dayar olmuş sırtını. Eşsiz boğaz bir yanda, arkada gecekondu, araya sıkmış kalanlarda. Küçülmüş gayr-ı Müslimler, Müslüman ahali ise çoğalmış. Değişmiş. Ama gözden uzak binalar kendilerini arada korumuş. Kilise, sinagog yerinde durmuş ama cemaati gün geçtikçe azalmış.
Gün gelmiş, devran dönmüş darbe üzerine darbeler yaşamış ve liberal ekonominin çılgın tüketim çağının başladığı günlerde özel televizyon kanallarının dizi furyası üzerine burası da dikkatleri üzerine çekmiş. Doğal olarak şehri yağmalamaya heveslilerin de iştahını kabarttı. Kalan Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlar teker teker göç etmeye zorlandılar. Şimdilerde, elde avuçta kalanlar ise, Kuzguncuk kültürünü benimsemiş sonradan gelenler; Kuzguncuk’a sahip çıkmaya çalışıyor. Bunun somut mücadele alanı bostan olmuş. Dizi filmlere artık kiralık ev vermiyorlar, çünkü yeni yağmalamanın kapısını açtığının farkına varmışlar.
Kuzguncuk’un bostanı yıllar içinde direniş ve sokak gösterileri ile gündeme gelmeye başladı. Rengarenk kuklalar ağaçlara asıldı, sokaklar boyunca bostanın yağmalanma girişimi karşısında duyarlı olmaya çağrılar yapıldı. Kuzguncukta oturan sanatçılar toplantılar yaptı, nöbetler tutuldu. “Elimizde bir bostan kaldı, bu bir kültürdür yaşaması gerek” diyenler bostanı yok edip yerine özel okul yaptırmak isteyenlere karşı direndi. 
1992 yılında ilk direniş başladı, dernekleştiler, kurumsal kimlik ile bürokratik mücadele yerlerini aldılar. En sonunda başarıya imza attılar “bostanın üzerine yapılması planlanan özel okul projesinden vazgeçildiğini” Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Komisyonu derneğe resmi bir yazı göndererek bildirdi.
Elbette, başarı kazanılmış olması bostan alanın tehlikelere karşı kalmayacağı anlamına gelmez, en son belediye yetkileri budama adına bostanın tarihi dokusunda yer alan (24 Nisan günü, günün anlamına uygun olarak sanırım) ‘Nar’ ağacını kesmiş. Bunu gören Kuzguncuklular direnişe geçti ve budama sonlandırıldı. 
Kuzguncuk direniyor, bostanına sahip çıkmaya devam ediyor. Yağmalanan Kuzguncuk elde kalanları korumaya çalışıyor. Çok kültürlü, bir arada yaşama kültürünü geliştirmek için yapılan mücadele ile yeniden bir canlılık kazandığını ve ‘Kuzguncuk Kültürü’nün yeniden oluşturulduğuna şahitlik ediyoruz. Gezi Direnişin yaratmış olduğu yeni düşünce/ yaşam yapısı ve dayanışma ruhu İlia’nın Bostanı üzerinde… Ne mutlu orada mücadele edenlere, ne mutlu yarınlara çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir alan bırakanlara… 
İsmail Cem Özkan

• Sultan Mehmet Reşat döneminden kalan 16 bin 445 metrekarelik yeşil alan, uzun yıllar bostan olarak kullanılmıştı. Bostan son sahibi Rum İspiro Şoro'dan 1977’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmişti. Bostana, İspiro Şoro’nun oğlu İlia Şoro’dan dolayı Kuzguncuklular İlia’nın Bostanı da diyor.


23 Nisan 2014 Çarşamba

Tiyatrocular dertli…

Tiyatrocular dertli…
Tiyatrocular gün geçmiyor ki dertlenmesin, üzülmesin, çünkü öyle bir atmosferde yaşıyoruz ki kara bulutlar onların da üzerine gelmesin…  Devlet ve şehir tiyatroların özelleştirmesi tartışması ile başlayan süreç, şimdilerde ödül veren jürilere ve özel tiyatroları destekleme fonun yapılan itirazlar ile başka bir aşamaya geçti.  
Tiyatrolar üzerinde kara bulut hiç eksik olmadı ama bu kara bulutlar şimdilerde tiyatronun yapısını, dokusunu ve etik duruşunu da bozma aşamasına kadar ileri gidiyor…  Sanki gökten asit yağmuru boşalıyor ve dokunduğunu her yapı eriyor… 
Hep dert olmayacak ya, bazen de güzel haberler oluyor, bir biri ardına kurulan yeni tiyatrolar ve küçük oda salonları… Küçük tiyatroların oluşturulduğu birlikler ve mesleki dayanışma içinde olan tiyatroya gönül vermiş insanlar. Kulisler ve salonları arasında ömürlerini tüketmiş insanlar ve tozlar arasında kendisine sahne yaratanlar. 
Her meslek erbabı gibi kendi ayakları üzerinde durmak isteyenler, kendi kişilikleri ve dokusunun belirleyeceği özel alan yaratma dürtüsü…  Özel tiyatrolar bu dürtüler ile yola çıkar, kendisine ve ekonomik şartlara uygun oyunlar ile seyircisi ile buluşma macerası. Bazıları bu macerada başarılı olur, bazıları erken havluyu atar! Özel tiyatrolarda başarı genelde en az oyuncu ve teknik kadro ile yapılanlar olarak ortaya çıkıyor. Çünkü bu sayede her türlü salonda seyirci ile rahatlıkla buluşabiliyor ama buda içinde bir tehlikeyi barındırıyor, klasik ve tiyatro seyircisine doyumsuz zamanlar yaşatan oyunların ortadan kalması ve yeni kuşağın bu oyunları sadece isim olarak duymasını oraya çıkarır. 
Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin organze ettiği ödül törenindeydim, tiyatro sanatına gönül vermiş büyük ustaların buluşması olarak kabul edeceğim bir gündü. Geceye Kenter Tiyatrosu damgasını vuru diyebilirim. Evet, Kenter Tiyatrosu orada yoktu ama öğrencileri orada bu sene ödül alanlar arasındaydı. Özel tiyatrolar kısıtlı imkanlar ile büyük okul olacağının kanıtıdır, Kenter Tiyatrosu. Tiyatro ödülleri Sadri Alışık Kültür Merkezi'nde yapıldı. Orada her ne kadar mutlu bir gün de olsa tiyatroda yer alan genç kuşak salonda yoktu, gönül vermiş ustalar ile bir arada olma imkanını kaçırdıklarını düşündüm. 
Ödül tören öncesi Metin Boran müjdeli haberi tiyatroya gönül vermişlere veriyordu. Her tiyatrocunun gönlünde yatan bir düşü gerek yapmıştı, tiyatro salonu açıyordu. Rampa adını verdiği cafe -  tiyatro 23 Nisan günü Genco Erkal dayanışma adına bir oyunu Rampa Tiyatro Cafe’de sahneleyecek. Dostlar Tiyatrosu adına yıllardır Nazım Hikmet ile özdeşleşen Genco Erkal tiyatro adına Rampa Tiyatro Cafe ile dayanışmada bulunacak… 
Rampa Tiyatro Cafe, tiyatroya gönül vermiş amatör ve usta oyuncalara sahnesini açıyor, bu sayede kara bulutlar altında bulunan tiyatro için bir anlıkta olsa güneşe kavuşmasına olanak sunacağını düşünüyor, Metin Boran. Bir nebze de olsa dertli olanların yüzünün güleceği kısa bir an yaşamak isteyenler için yeni bir mekan göz kırpıyor. Hayırlara vesile umarım…
İsmail Cem Özkan

20 Nisan 2014 Pazar

Eskiden yalanlıyorlardı…

Eskiden yalanlıyorlardı…

Erk sahibi hata yaptığında yanında yer alan danışmanları onun hatasını düzeltmek için değişik girişimlerde bulunurlardı. Fakat yaşadığımız zaman diliminde ise artık danışmanlarda o hataları düzeltmekten vazgeçmiş görünüyorlar, hatta danışmanları bile o hatanın üstüne daha büyük hata yapar konuma geldiler. 
Danışmanın esas görev farklıdır ama bizde danışman sözcü gibi işlev görür, erk sahibinin sesidir, medyada ki gözüdür, istihbaratta ki kulağıdır. Kısaca danışman erk sahibinin siyasi geleceğidir. Para, itibar kazandırırken, kendisi de kazanır. Bütün ticari ilişkiler danışmanın bilgisi ve gözetimi altında olur. Erk sahibi ile gönül bağı yanında cep bağı da vardır.
Bugüne kadar erk sahibinin yanından ayrılmış danışman, erk sahibi aleyhine tek söz söylememiştir. Bunu elbette mesleki etik kuralları içinde açıklayabilirsiniz ama yeterli değildir, çünkü danışman ile erk sahibi arasında gönül bağı yanında cep bağı olduğunu belirtmiştik. 
Cep bağı bireyleri birbirine bağlar ve birlikte nefes alırlar. Ortak nefes almak demek karşılıklı olarak susmak ve çıkarlarını korumak anlamına gelir. 
Erk sahibi, her şeye hakim olduğuna inandığı ya da danışmanlarına güvenemediği an her şeyi tek başına yapmaya başlar ve tek başına kararlar alır ve konuşmalarını tek başına yazar. Elbette tek başına olmanın en büyük dezavantajı hata üstüne hata yapmaktır. Kısa vadeli kararlar verip, o anlık sorunu çözerken başka sorunların da kapısını araladığının farkına varamaz. Her aralanan kapı ileride oluşacak olan kaotik ortamın zeminini oluşturur. 
Danışmanlar genelde erk sahibinin ses ile konuşur, ona bir anlamda tercüman olurlar… 
Tercümanlık ilk başlarda yabancılaşmayı getirmiş olsa da bir süre sonra duygudaşlık yerini onun kelimeleri ile ve onun düşünce yapısıyla konuşmaya başlar. Erk sahibi ile tercümanlık yapan arsında ince çizgi ortadan kalkabilir… Erk sahibi mi konuşuyor, danışman ya da sözcü mü belirsizliği ortaya çıkar, çünkü cep birliği ticaretin seyrini ve verilen hediyelerin başka kasalara akması ya da birikmesine sebep olabilir, bu durum elbette çıkar çatışmasını ve yolların ayrılması anlamına gelir. 
Kasaların ayrılması ile sonuçlanan ayrılıklar düşmanlıkları ortaya çıkarır. Birkaç gün öncesine kadar içli dışlı olanlar, bir anda düşman ve ağza alınmayacak küfürlerin hedefi hatta tapelerin hedefi olabilir. 
Sözcüler veya basın danışmanları genelde erk sahibini dikkatli izler ve yanış anlaşmalara sebep olabilecek cümleleri veya kelimeleri yenileri ile değiştirirlerdi, düzeltilemeyecek gibi olanlar da yalanlıyorlardı. Yaşadığımız zaman diliminde ne yalanlama ne de düzeltmenin bir anlamı kalmadı, kısaca işlevi ortadan kalktı… 
Zaman geçti, devran döndü ve erk sahipleri danışmanlara ihtiyaç duymadan gönül rahatlığı ile hata yapmakta ve de hatalarını da kısa bir süre sonra açıkça ya da dolaylı itiraf etmiş olmalarına rağmen, ne özür dilemekte ne de yaptığından utanır konumunda olmaktadır… 
Değişim öyle zaman dilimleri yaratmakta ki, sanki liberal ekonominin gereğiymiş gibi; hırsızlık, yalancılık, dolandırıcılık, fesat karıştırma… gibi kelimelerin anlamını sorgulamak bile gereksiz olmuş, onlarsız erk sahibi olunamayacağı fikri yaşanan zaman dilimi içinde genel kanı görür oldu. 
Yaşadığımız zaman diliminde alışkanlıklar değişmekte ve farkına varmadan yeni oluşumlara hemen uyum sağlamakta ve kanıksamaktayız. Kanıksamakla kalmıyor hemen alışkanlık haline getiriyoruz! 
Erk sahibi her şeyi yapabileceği fikrine sahiptir, kendisine karşı yapılan her türlü eleştiriyi erke yapılmış bir saldırı olarak görmekte ve düzenlenen yasalar ile kendisini sırça köşkün içinde kasaların bıraktığı sıcaklık ve güven duygusuyla güvenceli olarak hissetmektedir. 
İsmail Cem Özkan