31 Ocak 2024 Çarşamba

Popülizmin sonu genelde hüsrandır...

Popülizmin sonu genelde hüsrandır...

Can Atalay artık milletvekili maaşı alamayacakmış... Koltuğa oturamadı ama maaşını da kesmişler, yasal olarak!

Can Atalay mücadelesi vekil seçtirip sadece onun özgürlüğü için verilen mücadelenin ne kadar altının boş olduğu gerçeği ile karşılaştık, çünkü Can Atalay işlediği suç diye gösterilen kararda tek değildi, bir bütündü. Hiç ayrım yapılmadan tüm gezi tutsaklarına özgürlük mücadelesi verilmesi gerekliydi... Can Atalay birey olarak öne çıkarılıp, sadece onun özgürlüğü ve vekilliği için yapılan mücadele yasalara uygun şekilde, yasaların üzerine göz göre göre basa basa, anayasa mahkemesini kaale almayan bir tutum ile vekilliği düştü, demektir ki hukuk maddeleri içinde yapılan mücadelede her zaman kaybetmeye mahkum, çünkü yasaları belirleyen ve nasıl yorum yapacağını anlatan bir siyasi irade var ve bu irade açık açık bir şey söylemesine gerek yok, zaten onun adına düşünenler o söylemi geliştirip, hakimlere nasıl karar vereceği önceden sınırları belirlenmiş oluyor. Ya ver koltuğunu, masanı, kariyeri koru ya da sürgün, erken emeklilik, pasif göreve olmazsa “Silivri çok soğuk” denildi...

Siyasi mücadeleler siyasi verilir, mahkeme önünde nöbet tutularak siyasi mücadele olmaz...

Bir zamanlar İstanbul şehir tiyatrosu önünde nöbetler tutulmuştu, dönemim belediye başkanlığı tutup bir spor öğretmenini oyuncuların başına denetmen olarak atadı. Sonuç ne oldu? İşinden olan oyuncular ve kocaman bir sessizlik... “Tiyatro iyileştirir” dediler, “özgürlük” dediler, “biz karar vereceğiz” dediler… En sonunda yeniden tiyatro sahnesinde oyun sergilemek ve oynamak için iktidarın değişimini beklediler...

Yaşananlardan ders çıkarmayanlar yaptıkları eylemi ilk defa kendilerinin yaptığını savunup, denenmiş ama sonuç alınmamış eylemlerden pozitif sonuç çıkmayacağı biline biline, insanları soğukta bile bile, yürüte yürüte bir şeyler yapılıyor gibi gözükülür...

Sonunda biri de aldığı siyasi kararı, hukuku yeniden yorumlatarak uygulatır...

Karar sonrası muhalefet önce bir bardakta fırtına çıkaracak şekilde protestolar ve zamanla sönümlenecek süreç... Vekiller maaş almaya devam edecek, ara ara kürsüye çıkıp kimsenin dinlemediği söylevi yapacak ve görevini yaptığı için maaşını hak etmiş olacak... Bu arada Can Atalay fotoğrafları odalarında seçilen ama onaylanmayan vekil diye sergilenecek... Halkın vekili halkı temsil edemiyor denilecek...

Seçilen halkın belediye başkanları da yerlerine kayyum atandı, onlara başkanlık yaptırılmadı. Halkın başkanı halk adına çalıştırılmadı, bir bölümü içeriye alındı, bir bölümü pasifize edildi... Halkın belediye başkanı halktan uzakta seyirci olarak kaldı, kayyumlar ise baklava parasını dahi bütçeden aldı!

Yerel seçimlere yaklaştığımız bu günlerde soru şu: seçimle kazanılan belediyelere kayyum atandı ve sonuç olarak hiçbir şey yapılamadı. Şimdi yerine kayyum atanan seçilmiş belediye başkanlarının bir bölümü ve aynı görüşe yakın adaylarda yeniden seçime giriyor ve onlarla birlikte birçok belediyede de seçimini kazanacak. Ortada değişen yasa, düzenleme olmadığına göre yeniden kayyum gerçeği ile yüzleşmek kaçınılmaz, bu durumda kayyum atamalarına karşı ne yapılacak? Önemli olan seçimi kazanmak değil, kazandığın alanı koruyabilmek diye bilirim...

Seçimlere muhalif partilerin güçlü olduğu yerde muhalif sol partiler ya da yapılar seçime giriyor, soru şu olmalı: sizin rekabet ettiğiniz parti muhalefet partisi mi?

İktidarın güçlü olduğu yerlerde neden güçlü adaylar ile seçim yarışına girilmez de, var olanı korumak, bu rant/gelir bana yeterli diyerek yandaş adaylar ile seçim yarışına girilir?

Faşistlerin ve dincilerin en güçlü olduğu yerlerde yapılan her seçim çalışması ileriki zamanlara gönderilen mesajdır, kazanma azminin göstergesidir... Sol kazanmak istemiyor, örgütlenmek istemiyor, var olan bana yeter diyerek sol çevre içinde kapalı bir yaşamda, bölünme yarışı içinde görünümü hakim...

Sol siyaset ancak faşistlerin ve dincilerin yoğun olduğu yerde çatışmayı göze alarak siyaset yapmaktan geçiyor... Kazanılmış mevzilerde konforlu siyaset yapmak ne siyasi yapılara ne de ülkeye bir yarar sağlamadığı ortada değil mi?

Neyse ki mecliste okunan karar ile tek vekilin maaşı düştü, ya diğerlerin maaşı düşseydi, ne olacaktı?

Popüler siyaset ile yol alanların, diğer sorunlar karşısında tarafsızlığı, hareketsizliği ortada olmasına rağmen, kendilerince yarattıkları gündem ile tüm duyarlı kamuoyunun arkalarında olmasını arzuluyorlar. Fakat buna benzer beklentiler kısa süreli yerine getirilmekte ve kısa sürede sönümlenmektedir, çünkü ülkede o kadar hızlı gündemler değişiyor ki, nerde başarı, nerde başarısızlık olduğunu takip etmek ve yorumlamak da o kadar güç oluyor… popüler siyaset sürekli yeni popülist siyaset ve konu arayışında olur ama kökü olmaz, kalıcı olmaz…

İsmail Cem Özkan

Savaş bitti dediler, biten bizlermişiz!

 Savaş bitti dediler, biten bizlermişiz!

Zamanı ve coğrafyası olmayan bir yerde yaşanmıştı duygular, her zaman ve değişik coğrafyalarda da yaşanacaktı aşağıda yazılanlar… Çünkü her toprak kan ile sulandı bu dünyada, sulanmaya da devam ediyor. Henüz kan kurmadan yeni kanlar dökülür oldu, toprak öldü, insanlık öldü!

Savaştan çıkan biri nasıl algılar hayatı?

Sessizce kulak kabarttım, oradan gelen sesleri dinledim.

 Hepimiz savaştan çıkmıştık, yorgunduk. Bir bölümümüz yaralı, bir bölümümüz aramızda değildi...

Savaş sonrası yaşanan duygular anlatılamaz, çünkü hiçbir şey hissetmiyor insan, ne düşündüğü ne yaşadığı belli değil. Düşman olarak gördüklerin ile savaş bitmiş, artık bir arada yaşamak zorundaydık, barış ötekileştirilenlerin birliği olmuştu ve hiç düşünülmemişti bir arada yaşamak...

Yaşamak...

Sözde yaşıyorduk, nefes alıp veriyor, sonra etrafa bakıyorduk... Daha düne kadar barikat vardı, düşman saldırısına karşı elde silah nöbet tutuyorduk...

Nöbet yoktu şimdi, ne yapacaktık?

Savaş bitmişti ve hepimiz yaşadığımız için şükrediyorduk, belki de sessizce başımıza ne gelecek diye belirsizliğin altında eziliyorduk... Ayrılanlar aramızdan, yok olanlar, gerçek isimleri neydi? Barikatta birlikte nöbet tuttuğumuz insanların gerçek isimleri yoktu, hepsinin kod ismi vardı, uydurulmuş isimler... Nasıl da benimsemiştik kod isimleri, nasılda gerçek kabul etmiştik...

Kod isimlerine şimdi gerek yoktu, sonunda barış gelmişti...

Savaş bitmişti, biten savaşa barış diyorlardı... İsimsiz zamanlar başlamıştı, hepimiz her şeyi yeniden öğrenecektik, en zorunda bir arada yaşamayı... Bir arada yaşamak demek barış demek olduğunu o gün ilk defa idrak ettik... Bir arada yaşamak, ötekileştirmenin kalktığı bir zaman! Barış bu dedik ama hayatımızda değişen pek bir şey yoktu, savaş bitmiş olmasına rağmen biz hala ötekiydik!

Öteki olmak, tarihin başlangıcından bugüne suçlu olarak adlandırıldı...

Öteki olmaktan vazgeçilmemişti, üzerimize yapışmıştı öteki kimlik...

Öteki, yani gizli düşman!

Düşmanlık varsa, nasıl olur barış?

 Düşman ya da öteki olan yerde olur mu barış?

Kısaca bize dediler “barış geldi”, aslında namlular susmuştu, bizi barikattan çıkarmışlar, sonra çaresiz olarak kendimiz ile baş başa kalmıştık. Başımızda ne komutan ne de yönlendiren vardı, hani derler ya sudan çıkmış balık gibiydik, suyun içinde balık gibi nefes almaya çalışıyorduk. Bir başınaydık, yalnızdık, ellerde sanki sergileniyor gibiydik.

Kurşun gelmiyordu ama kelimeler uçuyordu havada, daha yaralayıcı, daha can acıtıcıydı.

Belki savaş barış geldiği an yeniden başlamıştı…

Barikat yoldaşlığı bitti ve “ötekiler öte tarafa” dendi...

Yaralarımızı sarmışlardı ama toprağa vermekten de çekinmiyorlardı. Peki, neden yaralarımızın iyileşmesini istediler?

“yaralı güvercinleri” iyileştirip öyle mi vuracaklardı?

Ötelenmişlerin bir arada yaşamı başlamıştı...

Öteki ötekinin kurdu mu oluyordu?...

Ötekiler arasında oluşan güvensizlik bir anlamda çınar ağacının gövdesinde mantarların çoğalmasına yol açıyordu. Hepimiz biliyoruz ki mantarlar çınları bile yok edecek güce sahiptir ve sadece zamana ihtiyacı vardır…

Ötelenmiş, düşmanlaştırılmış, hedefe konmuş artık ne dersek diyelim coğrafyada yaşayanların önünde fazla bir seçenek yoktu. Ya olduğu yerde devletin baskısı altında ezilecek, bir gün bir gece yarısı ya da sabahın erken saatinde gelip alacaklar ve bir devlet deresinin içinde nefessiz yatacak ya da işbirlikçi olup en yakının nefesi karşılığında nefes alıp verecek… İkinci seçenek ise kendi kimliğini kaybedeceği büyük şehirlere, ülkelere göç edip, kendisini gizlemek. Kimliği değiştirdi, takma isimler yoktu ama taşındığı yere nüfusunu aldırarak memleketin ismi de yoktu kimliklerinde… Yoktu ata toprağı, yoktu geçmişi, öteki olmaktan kaynaklanan ötekileştirmekten kurtulmak için çoğunluğun içinde çoğunluğa benzeyerek yok oluyordu...

Sessiz kalana daha fazla üzerine gitmediler, sessizce kulağa fısıldanan yasalarda yoktu ama hayatın içinde vardı “ya kimliğini kabul et, ya da yok ol” denmişti…

Yok oluyorduk birer birer ve barış ancak ötekilerin dili, kültürünün yok olması ile geleceğini söylediler...

Cephe savaşı bitmişti ama sath savaşı bizim üzerimizden devam ediyordu...

İsmail Cem Özkan

29 Ocak 2024 Pazartesi

Siyaset popüler olanı kullanır, yeter ki ona para ve oy olarak dönsün!

Siyaset popüler olanı kullanır, yeter ki ona para ve oy olarak dönsün!

 

Yaklaşmakta olan yerel seçimler ve belediye başkanları listesine baktım, listede Yavuz Bingöl’ü gözüm aradı açıkçası, AKP saflarında örneğin Ankara’da Çankaya’da aday olsa seçilirdi! Yavuz'a adı Yavuz olmasına rağmen Aleviler ve eski solcular oy verirdi!

 

Nereden mi çıkarıyorum?

 

Başka bir örnek vereyim o zaman!

 

Yılmaz Erdoğan, soyadı Erdoğan’a benzemesine rağmen onun sadık taraftarı ve sürekli yanında olan bir iş adamı, her ne kadar kendisini sanatçı, yönetmen tanımış olsa da o bir işadamı. Her işadamı gibi kaybedeceği şeyler var ve riske giremez. Bugün iktidar ile yakın olmak, işbirliği içinde olması onun daha rahat ve konforlu yaşaması için bir nedendir. Çatışma yerine işbirliği ve ortaklık! ... O da örneğin Mardin'de Ahmet Türk’ün karşısına aday olsa (MHP ya da AKP farketmez) kazanırdı...

 

MHP ve AKP işbirliğinin oluşturmuş olduğu Cumhur İttifakında hangi parti adında gittiğinin pek önemi yok, seçmeni her ikisine de oy verebilir, yeter ki parti merkezinden adayımız bu densin…  Çünkü Yılmaz Erdoğan’ı izleyen hatırı sayılı Kürt ve solcu taraftarı var, ne yapsa en çok izlenen, en çok takdir gören biri... AKP ve Erdoğan'a desteği biline biline sol çevreler içinde en çok paylaşılan ve yaptığı filmler ile takdir gören biri, çünkü Erdoğan hangi nabza nasıl şerbet vereceğini biliyor... Mardin'in eski eniştesi olur her ne kadar boşanmış olsa da!

 

Bana göre yanında ki siyasetçiler Tayyip Erdoğan’ı yanıltıyorlar, her yerde kazanmak istiyorsa siyaset içinde olan ve üstelik kendi yanında olan sanatçıları da verimli kullanmalı! Onları da gerekli gördüğü yere aday yapmalı...

 

Bugün Türkiye'de popüler sanat yaptığını iddia edenlerin çoğu gizli ya da dolaylı Erdoğan taraftarıdır... Elbette sanat piyasa işi olduğunu unutmayın, para ile satılmayan eserler sanat değil çöptür şimdilik, ileride değerli olur mu onu bilemem!

 

Bu seçimde eski, yeni milletvekilleri aday olacak, onların yanında siyasete ilgi duyan ama yeteri kadar arkası olan sanatçılarda girecek, fakat gün geçtikçe bu olasılık azalıyor, sanatçıdır sonuçta, ne yapacağı belli olmaz, omurgası yok bakış açısı içindeler... Bir bakarsınız ödül töreni sırasında yüz ifadeleri ile ödül alanın arkasından mesaj verir, bir yere başkan atanır, bir bakarsınız aldığı hibeyi amacının dışında kullanır, gider bir pencereden halkı selamlar, çünkü sanatçı ortamını iyi kollayandır, gemi batıyor diyerek birden ters tarafa selam göndermiş onların gözdesi olabilir. Omurgasızlık çağımızın tipolojisi oldu, çünkü omurganın var olması demek duruş demek, o duruş içinde zemin gerek, zemin de nasıl ve nereye bakması gerektiğini belirtir, sanatçı bu durumda para kazanamaz, hibe alamaz. Sanatçılarımız riske girmeden geçici güzelliği ile para kazandı kazandı, yoksa sigortası yapılmamış Yeşilçam artistleri gibi olur... Ortada olan son onlara omurgasızlığı öğütlüyor ve onlarda bunu yapıyor!

 

Eskiden sanatçılar vekil olur, emeklilik hakkını garanti altına alır, mecliste olmaktansa sahne sahne dolaşır. Vekil olmaktan dolayı açılan işlerinden para kazanmaya bakardı, en sonunda başkanına bağlı kalır, vekil emekli maaşını garantiye alana kadar sessiz, gerçi diğer zamanlarda da sessizdir ama olsun o vekil maaşı için her türlü hakareti, her türlü küçümsemeyi sineye çeker, sonra mizahın dili ile yanıt verir… Belediye başkanlığı öğle mi, onların emekli maaş garantisi yok ama belediye iştiraklerine müdür olup çifter çifter maaşlar, ihalelerde yandaşı görürken, yandaşın kendisini görmesini kullanır, bakıyorsunuz belediye başkanlarına şehrin / ilçenin/ beldenin emlak zengini olmuş! Seçim öncesi ve sonrası emlaklar incelenmediği için belediye başkanı her türlü cüreti üstüne alır ve yanında, eşine dostunu görür…

 

Çevresi zengin olan kendiside zengindir!

 

Belediye başkanı olmak demek, kendi işyerine, oteline, pansiyonuna misafirin garanti olmasıdır. Tüm başkanların çevresinde otel, pansiyon sahiplerin, lokanta, cafe sahipleri tarafından çevrili olması tesadüfi olmasa gerek! İşbirliği, iştirakler, ortaklıklar iç içe geçmiş kavramlar olur mu?

 

Belediye meclis üyeleri ise başkanlar kadar olmasa da ihaleye çıkacak arazileri önceden öğrendikleri için bakmışsınız bazı araziler sahiplerini bulduktan sonra açık artırmada satılmış... zurnanın zırt dediği yer burası: buna sanatçılar onay verir mi? Vermeeeez, o yüzden belki sanatçıları seçmiyorlar, ya da aday yapmıyorlar “olabilir!”…

 

Seçimde neden popüler sanatçılar belediye başkanı olamaz diye sormuyorum bile, ama onları vekil yapanlar neden onları belediye başkanı görmek istemezse yanıt arıyorum!...

 

Zekasını liderine teslim edenler, her zaman başkanın izin verdiği kadar kazanır ve zengin olur. Sonuçta gemicikleri olanlar her türlü malı uluslararası sularda dolaştırır, getirir Mersin Limanına bırakır. Gelen malların arasında uyuşturucu, sentetik maddeler olmuş olabilir canım, kim sorabilir ki, yakalanır mal, arada yakalatmak gerek, sahibi olmadığı için imha edilir gibi yapılıp iç piyasada yeni para hareketlenmesine sebep olabilir… Alan memnun, yakalatan memnun, yakalayan memnun olduğu zamanlarda kimse bir şey soramaz, sorsa da kanıtlayamaz...

 

Hayat bu içinde çok sürprizleri barındırır, gençlik hayallerinde olmayanı yaşayan, refah ve zenginlik içinde, ülke ülke dolaşıp, her ülkede kumarhaneleri gören, kadınları ile cinsel fantezisine hayat bulan bir yaşamı kim istemez!

 

Keşke bende öyle bir lider tanımış olsaydım! Omurgamı söküp atar, dolmalık derimi sunardım, içine kim neyi doldurursa!

 

Kutu kutu para, sen bunu unut! Unutmayanlara ise unutturacak yöntem mutlaka vardır!..

 

İsmail Cem Özkan 

 

28 Ocak 2024 Pazar

İki Efendinin Uşağı Alaturka

İki Efendinin Uşağı Alaturka

 

Tiyatro salonuna girdiğimde ilk dikkatimi çeken sahne ortasında kocaman beyaz nokta gördüm. Işık o beyaz alanın üstüne vurduğunda ise bir gökkuşağının iç içe geçmiş renk bileşimini, renkler arasında geçişe şahitlik ediyoruz. Seyirci salonun içine girip oturacağı koltuğu ararken seyircilerin o beyaz alana ayağını basmadan kenarından dolaştıklarına şahitlik ediyorum.

 

Eğlenmeye gelmiş ve eğlenceli bir oyunun parçası olacağı beklentisinin ağır bastığı seyirci ile karşı karşıyaydım. “Umarım” diyorum kendi kendime “önyargılarım, oyuna karşı bir duvar oluşturmaz…” her insanın yetiştiği koşullardan, içinde bulunduğu atmosferden kaynaklı önyargılarını hep yanında taşıyor. Kapıda biletleri kontrol eden görevliye gelenlerin çoğunluğu cep telefonu ekranını göstererek salona giriyor. Zamanımız kağıt tüketimini ortadan kaldıran ama dijital kirliliğinde oluşmasına sebep olan bir sürecin içindeyiz, neyse ki dijital kirlilik şu anda ve burada bizi direkt etkilemiyor, hepimizi elinde bulundurduğu cep telefonlarının içi ile sınırlı…

 

Oyunun başlamasına daha dakikalar var, o beyaz alana bakıyoruz… Etrafında konumlandırılmış sandalyeler ve yanlarında tefler durmakta… Işık hala merkezdeki o beyaz üzerinde hareketsiz durmakta…

 

…Ve oyun!

 

Ne güzeldi eskiden ve “… perde” denirdi, şimdi “… ve oyun” demek belki daha keyifli… Sahnenin açık olması, bir anlamda seyirciyi oyuna hazırlık, hani sahne öncesi kullanılacak enstrümanlarını ısıtırlar ya, ona benzer şekilde seyirciyi oyuna ısıtıyor, o yüzden perdesiz sahneler daha çok sever oldum…

 

Yazan Carlo Goldoni, İtalyan ve mizah yazarı. Mizah her ülkenin, her kültürün kendisine özgüdür, mizah öyle kolay kolay evrensel olamaz, çünkü o ince dokunuşlar ancak icra edildiği, yazıldığı dile özgüdür ve zamanın ruhuna uygun göndermeler mevcuttur.

 

Her Amerikan gülmece dizisinde gülme efekti var, burada güleceksiniz!

 

Zamanını ruhu içinde küreselleşme ile başlayan tüm medya araçlarında Amerikan mizah kültürü yerleştirme çalışmaları var. O yüzden belki bizim “milli ve yerli mizahi dizilerde” gülme efekti kullanılarak bir anlamda o dizlere öykünme var. Bu durum bende ki yansıması hepimizi Pavlov’un köpeği yapmaya çalışan eğitimin bir parçası olarak görmekteyim…

 

Rekin Teksoy çevirisini Kıvanç Kılınç öyle bir uyarlamış ki 18. Yüzyılda yazılmış eseri 20. Yüzyılındaki İstanbul’a, Edirne’ye taşınmış. Uyarlama sonrasında ikinci büyük işi yönetmen Muhammet Uzuner devralmış ve İtalyan mizahını öyle evirip, çevirmişler ki, bizim ortaoyunu, gölge oyunu, çağdaş dans ve mimikleri ile pantomimi içine alan yeni öyküye görsel şölene döndürmüş. Temelinde oyunun özü aynı ama üzerine giydirilen kıyafet İtalyan mizahını bizden yapmış…

 

Oyunun başlaması ile birlikte oyuncular toplu olarak ortadaki benim nokta olarak gördüğüm alana girdi. Alaturka bir eseri ve oyunun başlangıç öyküsünü bize ulaştırmaya çalışıyor ama müzik o kadar baskın ki (gerçi ben sanırım hoparlörün altında oturmuş olabilirim,) sahneden gelen sesleri pek algılayamadım ama hareketlerinden neler anlattığını çıkarmaya çalıştım…  

 

Kızını evlendirmeye çalışan bir baba, oğlunu evlendirmeye çalışan dini bütün ama o dini bilgisini çıkarına uygun şekilde yorumlayıp, yeni dini söylemleri yaratan bir babanın evlatlarının mürüvvetlerini görme heyecanı. Kız babası işine geldiği gibi davranış geliştiren, bir anlamda çıkarına daha bağlı ve çıkarına uygun davranış içindedir. Her mizah eserinde toplumun bir yönünü karikatürize edilerek yani özellikleri abartılarak anlatılır. Kıvır kıvır kıvıranların zamanı hiçbir zaman geçmez, her zamanın, her dönemin içinde bu siyasi, politik davranışlar hep var olmuştur. Güçlü ve parası olanın yanında sürekli durup çıkarını koruyanlar, olmaya da devam edecek… Genelde milliyetçilik ve din çıkarını korumanın üzerine kapatan örtülerdir. Dini kıyafetler içinde dışarıya temiz, saf ve yaşamın zevklerinden elini çekmiş olarak gösterirken, dünyevi işler içinde, dünyanın nimetlerinden yararlanmayı da ifade eder…

 

Evlilikler başka bir anlamda “çıkar” sözleşmesidir…

 

Bizim kültürümüzde genelde aşkı için dağları delen, çölleri geçenlerin hikayesi mevcuttur… Masallar umutsuz kavuşumların destanıdır! Elbette her hikaye umutsuz gibi gözükenlerin ayrılığı ile bitmez, bazen de buluşurlar. Yeşilçam filmlerinde iyimserlik havası zamanla hayatımızın bir parçası olmuştur. İyimserlik yakın zamana aittir, gelenekten gelen ise karamsarlıktır. Ülkemiz son yüzyılı hayal kırıklıklarına uğrayan vatandaşların oluşturduğu topluluk olmuştur.

 

Oyunda nikah kıyılırken gelen bir haber, iyimserliği ortadan kaldıracak ve olayın iç kurgusunu baştan sona değiştirecektir. Efendisinin uşağı nikah kıyılan salona girmesi ile olayların algısı değişir, çünkü ölen olarak bildirilen haberin asılsız olduğu iddiası ortaya çıkmıştır. Ölen efendi aşağıda salona girmek için izin beklemektedir.  İşler karışmıştır, öldü denilen kişi nikahı kıyılan kızın sözlüsüdür.

 

Müzik bu sıralarda bana daha çok Yeşilçam filmlerinin havasını çağrıştıran ezgilerini taşır. Kendimi beyaz perdenin karşısında o dönemin unutamadığım film sahnelerinin içinde yaşarken buldum.

 

Ortaoyunu her zaman seyircisini içine alır.

 

Ortaoyununda kurnaz ile safın çatışmasında, kurnazın işlerinin bozulması ve o kadar karmaşadan sonra başlangıçta yaşanan yani fırtına öncesi duruma dönüş ile biter. Hep yanlış anlaşmalar mevcuttur ve o yanlış anlaşmalar karmaşası ve çatışmayı ortaya çıkarır.

 

 Oyunun içeriği ile bu kadar söz yeterli sanırım, çünkü sahnenin tasarımı, oyuncuların kostümleri, makyajlarının ne kadar başarılı olduğunu anlatmak için bu kadar uzun cümleler kurdum. Yüzlerinde ki, gözlerinin kenarlarına çizilen her çizginin, her rengin, ayak bileklerine veya diz boyuna bağlanan iplerin rengi, seçilen ayakkabılar ve ayakkabılarda kullanılan her bağcık ve rengi oyunun kurgusuna bağlı ve seyirciye dolaylı anlatım yolunu işaret eder.

 

Özellikle Osman Onur Can (Dilaver ) oyunda sesini iyi kullanması yanında mimikleri, vücut dilini zamanında ve oyunun akışı boyunca kullanması benim dikkatimi çekti… Elbette onun başarısını ortaya çıkaran şey, rol arkadaşlarının çok iyi omlardır.

 

Erdi Öztürk (Zekai Sarpasaran), Rizeli birini şivesi ile birlikte canlandırmaktadır. Uşaktır ama aç kaldığı için yemek ısmarlayacak başka bir efendi bulması ile uşak rolünü ve olayın kurgusunu yazılı bir metne bağlı kalırken, zaman zaman seyirci ile diyalogları ile metin dışına çıkıp metin içine geri döndürmesi başarısı ile dikkatleri üzerine çekmekte, bir anlamda Ortaoyunun Pişekar’dır… Yanşanan karmaşa onun okuma yazma bilmeyen ve bitmeyen merak duygusudur. O da aşık olmuştur ve efendisinden o aşkı için yardım etmelerini istemektedir, o yardım isteği onun iki efendisini ortaya çıkaracak ve iki aşkın ayrılığının mutlu sona evirilmesine aracı da olacaktır…

 

Can Seçki (Alim Seyfettin) dini bütün birini canlandırma yanında uzun havası ile seslendirmesi ile üzerinde olan dikkatleri daha fazla üzerine çekmiştir. O uydurduğu ya da metne bağlı olarak ayetleri ile açıklaması o kadar doğal ve içten yapmaktadır ki, hem seyirciye bu başarını gösterirken, seyircinin de tepkisini olumlu olarak sahneye yansıtmasına sebep olmaktadır. En fazla gülme sesi onun sahnede olduğu anlarda ortaya çıktığını söylemek gerek. Seyirci ile yaptığı diyalog, sorduğu sorular ile oyunun kahramanlarını da oyunun hala oyun oynanırken sorgulatması önemli bir katkı olmuştur.

 

Yusuf Kısa(Otelci Sadık Sırvermez), otel ve lokanta sahibi, aynı zamanda aşçı olmasını başına taktığı şapkadan anlaşılıyor ama oyunun kilit noktasında o kargaşanın olduğu mekanında sahibi konumdadır. Gerek sesi, gerek mimikleri ile oyuna kattığı hava bizi Yeşilçam filmlerin o meşhur aşçılarına doğru yolculuk yapmamıza sebep olmakta. Onun sahnede olduğu zamanlarda o abartılı vurgusu ve gerek diğer oyuncular ile ortak sahnede dans ederken vücut dilini iyi kullanması alkışı hak etmektedir…

 

Berfin Karatay (Gülnihal), olayın ana karakterlerindendir. Aşıktır, evlenmek istemektedir ama aşkına kavuşurken babası çıkarı yüzünden zengin bir adama söz vermesi yüzünden çıkmaz içindedir. Baba baskısını, babasının istemleri onun istemlerinin önündedir ve ezikliğini, duygularını ve isyanını o kadar güzel ifade eder ki, oyunun içinde diğer oyuncular gibi öne çıkmaktadır.

 

Buraya nokta koyayım diyeyim ki, oyunda gölgede kalmış tek bir oyuncu yoktur, hepsi çok başarılıdır…

 

Ayça Öztürk (Yeter), hizmetçidir, aşık olmuştur, belki de arayışı onu aşka iteklemiştir. Feminizm gibi kavramları seyircisi ile tartışır, yeniden yorumlar… Feministtir ama çelişkisi hizmetçi olarak çalışmakta ve kendi başına karar verecek düzeyde değildir, onu işvereninden istemek zorundalar…

 

Onun işvereni ve baba rolü ile kıvır kıvır kıvırması ile çıkarı için her esen rüzgara göre yön belirleyen rolünde ise Alper İrvan (Yakup Efendi) öne çıkmakta ve modern saç şekli ile zamandan uzakta günümüze taşımaktadır rolü. Oyun her ne kadar 20. Yüzyıl içinde geçiyor gibi sunulsa da bugüne seslenmektedir…

 

Gözde Yıldız (Firuz Yadigar kılığında Firuze), abisinin ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş, ayrı kalan işlerini yerine getirirken sevdiği adamı da aramaktadır. Bıyıklı, fesli hali ile bıçkın delikanlı, kendisine kızları aşık edecek kadar serveti olan biridir. Fakat o aşık aramamaktadır, aşımı aramakta, abisinin alacaklarını almaya çalışmaktadır. Gözde Yıldız hem vücut dilini, mimiklerini, sesini kullanması açısından diğer oyuncular kadar başarılı görmekteyim, onu öne çıkaran ise oyunun başından sonuna kadar en fazla sahnede olması ve bu yüzden de üzerine düşen görev daha fazladır. O, o yükü çok hafifletmiş ve çok rahat taşımaktadır.

 

Canberk Dikmen (Hüsnü), sevdiği kızın abisini vurdu şüphesi ile Edirne’de aranır duruma düşmüştür. Bunun üzerine İstanbul’a kaçmış, sevdiği kızı arkasında bırakmıştır. Bir otele yerleşmiş ve sevdiğinden haber gelmesini umut etmektedir. Tesadüfen tanıştığı birini yanında çalışmaya ikna eder ve uşak olarak alır. Uşağından ilk isteği postaneye gitmesidir, o bir mektup beklemektedir.  O mektup tarihin bir cilvesini hayat bulmasına sebep olur, haber beklediği ve sevdiği kızı olayların örgüsü sonunda oyunun sonuna doğru karşısında bulur ve ne yeniden hayata dönüşü sembolize eder. Gökte ararken yerde bulmuştur sevdiğini ama o bulma sürecine giderken canından can eksilir… Canberk Dikmen yönetmenin istediği role hayat verirken tıpkı Gözde Yıldız gibi özlem dolu olduğunu ve arayışını vücut dili ve hasretini söylediği şarkılar içinde ezgilerin arasında seyirciye ulaştırır. Başarılı yüz ifadeleri ile oyunun bütünselliğine büyük katkılar sunar.  

 

Son sözlerime doğru gelmekteyim, sanırım unuttuğum bir şey kalmamıştır. Mekan, ışık, kostüm, müzik… Şarkı sözlerinden bahsetmemişim sanırım, çok özür dilerim, çünkü o şarkılar o kadar güzel bestelenmiş, sözler notlar üzerinde o kadar güzel hareket ediyor ki, seyirci bilmediği sözlere katılacak eğer biraz tekrar olsaydı…  Sahnede her oyuncu aynı zamanda orkestranın bir parçasıdır, ellerinde tuttukları tefler, koro halinde söylenen şarkılar, role uygun bestelenmiş ve değişik tekniklerin kullanıldığı müziklerdeki geçişler, duygusal oluşan atmosferi seyirciye doğru hafiften üflerler. Seyirci sahnenin o ortada duran kocaman noktanın ikinci noktası olur ve onlarda ayrı bir sahnede ortaoyununa katılır, zaman zaman Kavuklu, zaman zaman Pişekar olurlar…  

 

Muhammet Uzuner öyle bir oyunu sahneye koymuş ki, oyuncu seçiminden, oyuncu rollerini dağıtması, ışığı, kostümü, kısaca her şeyi bir yaşayan bir canlının organı yapmış, vücut bulmasına neden olmuş. Muhteşem bir uyarlama ve sahneleme. Burada yönetmenin başarısını özellikle belirtmek gereklidir… Keyifli, hoş, aynı zamanda günümüze de ayna tutan, mizahın olmazsa olmazı iğneyi seyirciye batırmaktan çekinmeyen bir oyunu sahneye koymuş…

 

Ellerine ve emeğine sağlık, alkışım sahnede yer alan almayan tüm emeği geçenlere…

 

Commedia dell'Arte’den orta oyuna geçiş, sahneye vuran ışıkların bir biri içine karışması gibi olmuş, iyi ki karışmış, salondan ayrılırken tüm seyircilerin yüzlerinde gülümseme, bu yaşadığımız sıkıntılardan bir anlıkta olsa kurtulmasızı sağlamış oldu…

 

İsmail Cem Özkan

 

 

İki Efendinin Uşağı Alaturka

Yazan: Carlo Goldoni

Çeviren: Rekin Teksoy

Uyarlayan: Kıvanç Kılınç

Yöneten: Muhammet Uzuner

Müzik: Berktay Akyıldız

Kostüm Tasarımı: Veli Kahraman

Koreografi: Hicran Akın

Işık Tasarımı: Onur Alagöz

Makyaj Tasarımı: Arzu Gamze Kılınç

Şarkı Sözleri: Kıvanç Kılınç

 Orkestra (Stüdyo Kayıt)

Piyano: Berktay Akyıldız

Kanun: Mehmet Orçun Cengiz

Klarnet: Ulaş Uysal

Bas: Ceren Akyıldız

 Oyuncular

Alper İrvan

Ayça Öztürk 

Berfin Karatay

Canberk Dikmen 

Can Seçki

Erdi Öztürk

Gözde Yıldız

Osman Onur Can

Yusuf Kısa

​Afiş Tasarımı: Ali Can Elagöz

​Işık Kumanda: Dorukhan Kenger

Efekt Kumanda:  Ela Güldüren