Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”
Cerrahpaşa hastanesinde bir oda ya da bir otel odası… Son
geceden geçmişe doğru bakış ya da geçmişin son güne yansıması… Olayların kurgusu
şairin iç dünyasına doğru yolculuğa çıkarken yaşadıklarının iç dünyasına
yansımasına şahitlik edeceğiz.
Şairin hayatını değiştiren acılardır, annesinin son nefesi
onda gerçek ile hayal arasında ki ya da günümüz dili ile söylersek yarattığı
gerçek ile yaşadığı gerçek arasında gel gitlerin olmasıdır…
Karıştırmaktadır hayalini ve yaşadığını. İç içe geçmiştir iç dünyası ile
yaşadığı dünya. O bir rüya görür annesinin öldüğü gün, kendisini telefon ile
arayan biri vardır, o arayan da aslında kendisidir. Kendisini bulmak
macerasıdır hayatı.
Oyun şairin hayatından kesitler bir oda içinde seyirciye
verilmektedir. Dönemim tüm yazarları ve şairleri o odanın içinde sohbete
katılmaktadır. Onların İstanbul tutkusu, İstanbul’da yaşamanın getirmiş olduğu
zenginlik. O Paris’de de yaşasa, Madrid’te de İstanbul'u yaşamaktadır.
Onun ilk ayrılışı değildir İstanbul’dan, doğduğu ve büyüdüğü
şehirlere de gitmiştir. Üstelik Osmanlı toprakları olmasına rağmen pasaport ile
gidilirmiş dönemin istibdat kurları içinde… Abdülhamid’in memurları ülke içinde
seyahatlere de izin verirmiş. Onun Paris macerası izinsiz bindiği bir vapur ile
başlar. Paris’de şiirin nasıl yazılması gerektiğini öğrenecektir, ona
kazandırdığı en büyük ödül şiir masa başında çalışılarak ve o şiirinin ahengini
yakalanacağını öğrenir ve Türk şiirine ya da kendi şiirine uygular. O bir
Türk’tür ve Fransız Devriminden etkilenen bir ulusalcıdır.
Paris’e vardığında Türklerin yaşadığı mahallede bulur
kendisini, o dönemin Jön Türkleri ve Prens Sahabettin gibi Osmanlı
toprakları dışında Abdülhamid muhalifleri ile tanışır. Orada öğrenir insanın
satılan bir varlık olduğunu yeter ki alıcısı olsun. Alıcı bellidir, Abdülhamid!
O muhalefetin içinde değildir ama yan tarafında durur, onun ideali Türk yurdu
ve o yurdun şiirin dili Türkçedir. O yüzden geçmişe dönmek gerektiğini sürekli
vurgular, nedim, yunus... Geleneksel şiirin Anadolu kültürü ile yoğrulması ve
yeniden yaratılmasıdır…
On yıl sonra ülkesine döner, o artık eğitimli biridir. Ama
ülke de değişmiştir. Bab-ı Ali baskını ve sonrası… Bir baskıdan kurtulduk
derken başka bir baskının altında ülkenin savaşa doğru iteklenişi ve ülkenin
doğusunda başlayan ‘Kurtuluş’ savaşı… Oraya ilgi duyması ve yeni kurulmakta
olan ülkenin idealleri ile kendi ideallerinin paralel olması, onu ülkenin
kurusu ile görüşmeye iter. Okullu ve dil bilgisi yüzünden Madrid’e gider ve
orada iç savaşın başlamasına şahitlik eder ve kaçar… O silahlardan kaçmaktadır,
kan gölünden… İstanbul’da bir otel odasına sığınır… Sevdiği şehirdedir ve orada
tek başınadır. Hastadır. Tedavi için gittiği Paris’den dönmüştür. Günlerden bir
gün hastaneye gider, Cerrahpaşa Hastanesinde, 1 Kasım 1958’de hastane odasında
son nefesini verir.
Şairin hayatı yazdığı şiirlerdir. Şairin yazdığı yazılar
dekor olmuştur. Yukarıdan aşağıya doğru asılmıştır yapraklar ve yerde sonbahar
yaprakları. Basamakların üzerinde savrulmaya ya da çürümeye yakındır…
Şairin hayatı soluksuz ve şiirlerin, kelimelerin
arasındadır. O kadar çok şeyi anlatmak istemiş ki öyküyü yazan, hiçbir
ayrıntıyı atlamak istememiş. Öykü içinde öyküler vardır ve her öykü bittiğinde
başka öyküye geçiş için bile nefes alma aralığı bile kalmamış. Geçişler
belirsizdir. Henüz izleyici olarak ben öyküyü tam kafamda sonlandırmadan başka
öykünün içinde buldum, oyunun öyküsü ve kurgusunu takip ederken yorulduğumu
hissettim. Oyuncu nefes almalıdır ama seyirci de bir nefes aralığı verilmeli
ki, öyküyü ve verilmek istenilen mesajı alabilsin. Sorgulamak için kısa bir
nefes boşluğu gerekli diye düşündüm…
Oyuncu Okday Korunan muhteşem bir performans sergiliyor.
Şiirin ruhuna mimikleri ve hareketleri ile yeni bir şeyler katmakta… Ses
inişleri ve yükselmesi ve arka fonda duyulan sesler ile uyumluluk seyirciyi
ister istemez sahneye odaklıyor… Görünmeyen insanlar ile konuşması ve sanki
karşısında ki ile varmış gibi davranması… Telefon çalması ve onu beklemesi...
Nefes aralığını bir tek orada gördüm…
"Ben evlenmedim, yalnızlığın acısını hâlâ
çekiyorum." derken yarattığı sevgilisini yaşamaktadır… Yalnızlık…
Ailesinin içinde yaşamış olduğu travmanın izlerinin son nefesine kadar üzerinde
olması… Hüzün... Bir sonbaharın kışa dönülmesi... Yalnızlık içinde bir hastane
odasında ölüm… onu bir şair arkadaşı arayacaktır, soracaktır ama sevgilisiz bir
yalnızlık, onun trajedisidir…
Bir şairin trajedisini bir oyun içinde görmek isterseniz
kaçırmayın, en azından Okday Korunan sahnede nasıl bir oyun sergilediğine
şahitlik edin… Kurgusu ve oyunun sahneye uyarlaması çok başarılı gördüm. Öykü
var ama o kadar çok şey anlatılmak istenmiş ki, ayrıntılar sürenin uzamasına
sebep olur korkusu ile sanırım nefes aralığı bırakmadan öyküden öyküye geçiş
yaptık... Yaşamalısınız, çünkü tiyatro her sanat dalı ile iç içedir ve o iç
içeliği burada görün. Işık, ses, dekor, kostüm, saç tarama ve makyaj… Bir
bütünün uyumunu göreceksiniz…
Tiyatro yaşadığı zamana da mesaj vermelidir ama son yıllarda
yaşadığımız zamandan uzakta oyunlar sergileniyor ama seyirci ister istemez
bugüne dair mesajları da içine alıyor… her seyircinin duruş noktasına uygun
mesajlar bulabilir…
İsmail Cem Özkan
Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)
Yazan : Sönmez Atasoy
Yöneten : Okday Korunan
Dekor - Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: İ. Önder Arık
Müzik: Timur Selçuk
Oyuncular: Okday Korunan
Yönetmen Yardımcıları: Funda Eskioğlu, Zuhal Acar
Sahne Amiri: İ. Cem Dağlı
Kondüvit: Süleyman Kaleli
Işık Kumanda: Oğuzhan Çelik
Dekor Sorumlusu: İlker Temur
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir
Erkek Terzi: Kadir Metin
Perukacı: Ramazan Akbaş