1 Aralık 2018 Cumartesi

Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)


Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”

Cerrahpaşa hastanesinde bir oda ya da bir otel odası… Son geceden geçmişe doğru bakış ya da geçmişin son güne yansıması… Olayların kurgusu şairin iç dünyasına doğru yolculuğa çıkarken yaşadıklarının iç dünyasına yansımasına şahitlik edeceğiz.

Şairin hayatını değiştiren acılardır, annesinin son nefesi onda gerçek ile hayal arasında ki ya da günümüz dili ile söylersek yarattığı gerçek ile yaşadığı gerçek arasında gel gitlerin olmasıdır… Karıştırmaktadır hayalini ve yaşadığını. İç içe geçmiştir iç dünyası ile yaşadığı dünya. O bir rüya görür annesinin öldüğü gün, kendisini telefon ile arayan biri vardır, o arayan da aslında kendisidir. Kendisini bulmak macerasıdır hayatı.

Oyun şairin hayatından kesitler bir oda içinde seyirciye verilmektedir. Dönemim tüm yazarları ve şairleri o odanın içinde sohbete katılmaktadır. Onların İstanbul tutkusu, İstanbul’da yaşamanın getirmiş olduğu zenginlik. O Paris’de de yaşasa, Madrid’te de İstanbul'u yaşamaktadır.

Onun ilk ayrılışı değildir İstanbul’dan, doğduğu ve büyüdüğü şehirlere de gitmiştir. Üstelik Osmanlı toprakları olmasına rağmen pasaport ile gidilirmiş dönemin istibdat kurları içinde… Abdülhamid’in memurları ülke içinde seyahatlere de izin verirmiş. Onun Paris macerası izinsiz bindiği bir vapur ile başlar. Paris’de şiirin nasıl yazılması gerektiğini öğrenecektir, ona kazandırdığı en büyük ödül şiir masa başında çalışılarak ve o şiirinin ahengini yakalanacağını öğrenir ve Türk şiirine ya da kendi şiirine uygular. O bir Türk’tür ve Fransız Devriminden etkilenen bir ulusalcıdır.

Paris’e vardığında Türklerin yaşadığı mahallede bulur kendisini, o dönemin Jön Türkleri ve Prens Sahabettin gibi Osmanlı toprakları dışında Abdülhamid muhalifleri ile tanışır. Orada öğrenir insanın satılan bir varlık olduğunu yeter ki alıcısı olsun. Alıcı bellidir, Abdülhamid! O muhalefetin içinde değildir ama yan tarafında durur, onun ideali Türk yurdu ve o yurdun şiirin dili Türkçedir. O yüzden geçmişe dönmek gerektiğini sürekli vurgular, nedim, yunus... Geleneksel şiirin Anadolu kültürü ile yoğrulması ve yeniden yaratılmasıdır…

On yıl sonra ülkesine döner, o artık eğitimli biridir. Ama ülke de değişmiştir. Bab-ı Ali baskını ve sonrası… Bir baskıdan kurtulduk derken başka bir baskının altında ülkenin savaşa doğru iteklenişi ve ülkenin doğusunda başlayan ‘Kurtuluş’ savaşı… Oraya ilgi duyması ve yeni kurulmakta olan ülkenin idealleri ile kendi ideallerinin paralel olması, onu ülkenin kurusu ile görüşmeye iter. Okullu ve dil bilgisi yüzünden Madrid’e gider ve orada iç savaşın başlamasına şahitlik eder ve kaçar… O silahlardan kaçmaktadır, kan gölünden… İstanbul’da bir otel odasına sığınır… Sevdiği şehirdedir ve orada tek başınadır. Hastadır. Tedavi için gittiği Paris’den dönmüştür. Günlerden bir gün hastaneye gider, Cerrahpaşa Hastanesinde, 1 Kasım 1958’de hastane odasında son nefesini verir.

Şairin hayatı yazdığı şiirlerdir. Şairin yazdığı yazılar dekor olmuştur. Yukarıdan aşağıya doğru asılmıştır yapraklar ve yerde sonbahar yaprakları. Basamakların üzerinde savrulmaya ya da çürümeye yakındır…

Şairin hayatı soluksuz ve şiirlerin, kelimelerin arasındadır. O kadar çok şeyi anlatmak istemiş ki öyküyü yazan, hiçbir ayrıntıyı atlamak istememiş. Öykü içinde öyküler vardır ve her öykü bittiğinde başka öyküye geçiş için bile nefes alma aralığı bile kalmamış. Geçişler belirsizdir. Henüz izleyici olarak ben öyküyü tam kafamda sonlandırmadan başka öykünün içinde buldum, oyunun öyküsü ve kurgusunu takip ederken yorulduğumu hissettim. Oyuncu nefes almalıdır ama seyirci de bir nefes aralığı verilmeli ki, öyküyü ve verilmek istenilen mesajı alabilsin. Sorgulamak için kısa bir nefes boşluğu gerekli diye düşündüm…

Oyuncu Okday Korunan muhteşem bir performans sergiliyor. Şiirin ruhuna mimikleri ve hareketleri ile yeni bir şeyler katmakta… Ses inişleri ve yükselmesi ve arka fonda duyulan sesler ile uyumluluk seyirciyi ister istemez sahneye odaklıyor… Görünmeyen insanlar ile konuşması ve sanki karşısında ki ile varmış gibi davranması… Telefon çalması ve onu beklemesi... Nefes aralığını bir tek orada gördüm…

"Ben evlenmedim, yalnızlığın acısını hâlâ çekiyorum." derken yarattığı sevgilisini yaşamaktadır… Yalnızlık… Ailesinin içinde yaşamış olduğu travmanın izlerinin son nefesine kadar üzerinde olması… Hüzün... Bir sonbaharın kışa dönülmesi... Yalnızlık içinde bir hastane odasında ölüm… onu bir şair arkadaşı arayacaktır, soracaktır ama sevgilisiz bir yalnızlık, onun trajedisidir… 

Bir şairin trajedisini bir oyun içinde görmek isterseniz kaçırmayın, en azından Okday Korunan sahnede nasıl bir oyun sergilediğine şahitlik edin… Kurgusu ve oyunun sahneye uyarlaması çok başarılı gördüm. Öykü var ama o kadar çok şey anlatılmak istenmiş ki, ayrıntılar sürenin uzamasına sebep olur korkusu ile sanırım nefes aralığı bırakmadan öyküden öyküye geçiş yaptık... Yaşamalısınız, çünkü tiyatro her sanat dalı ile iç içedir ve o iç içeliği burada görün. Işık, ses, dekor, kostüm, saç tarama ve makyaj… Bir bütünün uyumunu göreceksiniz…


Tiyatro yaşadığı zamana da mesaj vermelidir ama son yıllarda yaşadığımız zamandan uzakta oyunlar sergileniyor ama seyirci ister istemez bugüne dair mesajları da içine alıyor… her seyircinin duruş noktasına uygun mesajlar bulabilir…

İsmail Cem Özkan



Kendi Gök Kubbemiz (Yahya Kemal)
Yazan : Sönmez Atasoy
Yöneten : Okday Korunan
Dekor - Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: İ. Önder Arık
Müzik: Timur Selçuk
Oyuncular: Okday Korunan
Yönetmen Yardımcıları: Funda Eskioğlu, Zuhal Acar
Sahne Amiri: İ. Cem Dağlı
Kondüvit: Süleyman Kaleli
Işık Kumanda: Oğuzhan Çelik
Dekor Sorumlusu: İlker Temur
Aksesuar Sorumlusu: Burçin Özdemir
Erkek Terzi: Kadir Metin
Perukacı: Ramazan Akbaş