13 Mart 2023 Pazartesi

Acının hep bir öyküsü vardır...

Acının hep bir öyküsü vardır...

 

Her olay bir şeyleri tetikler, bir arkadaşımızın aramızdan ayrılması bende Almanya günlerine kabaca değinme ihtiyacı çıkardı, içimde kalacağına yazayım dedim!

 

Bir işçi şehrini adını anarken aslında Köln, Dortmund, Berlin, Hamburg’unda pek farklı olmadığını biliyorum… Yabancılar, yabancılar ile iç içe yaşadığı zaman daha rahattır ve kendilerini daha rahat ifade eder. Alman devlet politikası da zaten yabancıları yabancıların arasında yaşamasını uygun görmüştür. Resmi bir bildirim yoktur ama uygulama bunu sürekli sessizce vurgular ve altını çizer.

 

Duisburg bir işçi şehridir, Hollanda sınırına doğru, madenlerin son şehri gibidir. Ruhr bölgesinin sanayi devrimin her türlü pisliğini, acısını, katliamını, alın teri mücadelesini yaşandığı Ruhr havasının batı kapısıdır. İşçi sınıfının olduğu yerde devrimcilerin olması doğaldır. Bizim devrimcilerimiz Duisburg şehrinin Marxloh bölgesi dediğime bakmayın açıkça getto olarak tanımlayacağım yerde yaşar... Orada Türkiye sol hareketinden her rengini bulabilirsiniz, hatta matbaasından, derneğine, kültür evinden yerel lezzetin olduğu esnaf lokantasına kadar...

 

Sol ile ilgisi olanın, gönlü bir yerde atanların bir yerde bir araya gelmesi tesadüfi değildir. Bir dernek, bir arkadaş çeker, alır onu başka şehirlere taşır... Benim ile aynı dünya görüşüne sahip, aynı geçmişin farklı mekanlarında yaşamışların gurbet elinde buluşma noktalarından biri Marxloh’daki dernek olmuştur... Oranın tarihini orada yaşayanlar yazacaktır belki bir gün ama ben en azından giriş yapayım!

 

12 Eylül olmuş, 12 Eylül ile birlikte Avrupa çapında solda güçlenmiş, gelenler ile hareketlilik ütopyaların konuşulduğu, hayata geçirmek için neler yapılacağı tartışıldığı, ülkede olanlara karşı protestolar düzenlenerek Avrupa kamuoyunun harekete geçirilmeye çalışıldığı birçok etkinlik olmuş. Elbette darbeci generallerde boş durmamıştır bu sırada, taviz üzerine taviz vererek Almanya'da yaşayan işçilerin haklarından eleştiri almam karşılığından vaz geçilmiştir. Yeter ki Avrupa darbecileri eleştirmesin! NATO destekli darbenin NATO üyeleri içinde eleştirilmesi hoş karşılanmazdı ama bunu da fırsata çeviren hükümetlerde olmuş, Türklere verilmiş olan haklar bir bir emekçilerin elinden alınmış ve Avrupa’ya göç bir anamda sınırlandırılmıştır.  1961 yılında başlayan göç ve haklar 1980 darbesi ele geçen fırsat sınırlandırılmakla kalmamış birçok hakta elden avuçtan alınmıştır. Haklar elden alınırken öte yandan iltica teşvik edilmiş ve ilticacı gelenler birçok hakka kavuşmuştur.  İlticacı ile işçi olarak gelen arasında bir haklar konusunda ayrışma yaşanmıştır. İltica yolu açılınca Türkiye’de kendisini tehlikede gören veya gördüğüne inananlar bu yolu kullanarak Avrupa'da Türk nüfusu artışına gitmiştir… Avrupa için Türkiye’den gelen herkes Türk’tür! Ayrımı zaman içinde öğrenecektir ama onlar için genelleme yapması ve ona göre politika üretmesini değiştirmemiştir. Ayrım Türkiye’nin iç sorundur!

 

Siyasi mücadele zaman içinde ekonomik mücadeleye dönüşmeye başlamıştır. Ekonomik mücadele öyle hemen olmamıştır, liberal dalganın Avrupa'da gettolarda yaşayanları vurması ve benimsetmesi çok uzun sürmemiştir… 80’li yılların ilk yıllarında olduğu gibi kitlesel eylemler zaman içinde azalmaya başlamış, ülkeye gidip gelenlerin yenilgiyi içselleştiresi ile burada yaşam kurma fikri ağır basmıştır. Zengin olmak, rahat yaşamak, evlilik yuva kurmak fikri ile iltica yolu artık suistimal edilecek boyuta gelmiştir. Mücadele ile ilgisi olmayanların iltica başvuruları hazırlanan dernekler, bürolar kurulmaya başlamış ve iltica işi bir sermaye işine döndürülmüştür. İlticası ret edilenler için para karşılığında evlilik ya da zor ile evlilik kavramları işin içine girmiştir…

 

Siyasetin bıraktığı boşluk doluyordu…

 

Devrimci mücadele edenler tercihleri değişiyor, hayata bakışlarında farklılıklar oluşurken geçmiş ile hesaplaşma ve ayrışmalar ya da birleşmeler olurken, oluşturulan cephe gibi kavramlarda sol içi işlenen siyasi cinayetler ile parçalanıyordu… Generallerin istediği bir muhalefetsiz ya da kontrol edilebilecek kadar muhalefetin oluşma süreci yaşanmaya başlamıştır… Avrupa'da Türk nüfusunun artması Türk lobi faaliyeti yapacak kadar etkili bir siyasi ağırlığın oluşması anlamına geliyordu… Lobi gibi siyasi oluşumları en iyi yapacak kapasitede olanlar ise “vatansever/ yurtsever Türk” solcularından oluşması tesadüfi değildir. Onlar mücadele ettikleri ülkenin çıkarını savunan lobi dernekleri, kurumları kurmaya başladılar. Türk toplumu adı verilen bu oluşumlar zaman içinde eskiden solcu şimdilerde ise Türk konsolosluğu ile ortak projeler üreten ve Türkiye'nin çıkarını savunan oluşumlara doğru eğildi. Bu eğilim Almanya'da bulunan tüm siyasi partiler içinde örgütlenmesi anlamına geliyordu. Bugün Türkiye'nin istediği boyutta bir lobi kuruluşları oluşmasa da en azından küçük çaplı da olsa lobi işi yapan kurumlar oluşmuştur. Türkiye'ye karşı mücadele edenler Türk işverenleri için çıkarını koruyan para sahibi profesyonel elemana dönüşmüştür. Solcuların önemli bölümü proje üreten ve projeler ile hayatlarına yön verenler konuma gelmiştir.

 

Değişim kaçınılmazdır, sürekli tekrarlanan bir söz vardır, “sen gelecek planları yaparken, hayat da kendi planlarını yapıyor”.

 

Ülkede yenilen devrimci hareketler, merkezi yapılarını dağıtırken, yeniden örgütlenmek için zamana bırakılan ama yüzleşilemeyen an ve geçmişin tortuları ve oluşturduğu dalgada Avrupa’da yaşan mültecileri de kucaklayacak ve inadına bir şey yapmak isteyenlerin de şevkini kıracaktır. Göçmenlik tartışması ve Avrupa’da devrimcilik tartışması diyerek ayrılanlar, bir biri ile yan yana gelmekten hoşlanmayanlar, birbirinin hakkında dedikodu mekanizmasını işletenler bir anlamda liberal dalganın gücü karşısında direnç noktalarının bir bir yıkıldığına şahitlik etmiş ve bireyselleşme daha ağır basar olmuştur. Derneklere sadece Türkiye'den gelen birinin mülteci dosyasını hazırlamak için uğranılan noktalar olmuş gibidir. Profesyonel iltica yazıcılar, avukatlar, tercümanlar yeni bir pazarın oluşumuna olanak vermiştir. Kitlesel eylemlerin yerini, küçük çaplı “vardık, varız, var olmaya devam edeceğiz!” bayrakların sallandığı eylemlere bırakmıştır. İltica için gelenler o bayraklar ve dövizlerin önünde fotoğraflar çekilip, iltica dilekçesine konur hale gelmiştir…

 

Durgun suda çürüme kaçınılmazdır ve hareketin olmadığı yerde çürüme tüm vücudu kaplamıştır…

 

Dağılmanın, çürümenin olduğu zamanlarda Almanya'ya öğrenci olarak geldim… 12 Eylül sonrası oluşan ve ilk sol dalga içinde yer aldığım ve her türlü baskıyı yaşadığım süreç sonrası bende yurtdışına mülteci olarak değil, öğrenci olarak çıkmış, okulu bitirir bitirmez ülkeme dönüp, “nerde kalmıştık” diyeceğim bir anlayış ile geldim… Elbette kafada oluşan ile karşılaşılan arasında büyük bir uçurum vardı.

 

“Manzara-i umumiye şöyleydi;” diye yazmayacağım elbette!  Beklediğimi değil, karşılaştığım zorlukları yaşadım. Yoldaşlığın yerini akrabalık, hemşericilik almış, iş bulamaz, ev sorunu yaşandığı zamanda ev bulamaz, sığınacak yerim olmadığı süreçleri yaşadım. Bir umut ile aynı dünya görüşümde olan arkadaşları aradım, ayağım yere basana kadar dayanışmaya ihtiyacım, yol gösterenim olmasını isterdim ama bunlardan uzak, mücadele içinde yaşadım, çok zaman kaybetmiştim, çünkü ekonomisi düzgün olmayanın öğrenimi ve içselleştirmesi de o kadar zor oluyor…

 

Bu zor günlerimde Marxloh’da yaşayan arkadaşım Zülfü ile tanıştım, birlikte kötünün iyi zamanı yaşarken bir arada olduk. Bir arada olmak, birlikte olmanın önemini biliyorduk ama Avrupa’da yaşanmış ayrışma ve ayrışmanın getirmiş olduğu tartışma ortamı içine almıyor dışlıyordu… Hangi tarafta yer alacağımı bilemiyordum, yaşadığım şehir ile Duisburg çok uzaktı. Yakınımda olan “bizden” biri var mı diye soruyordum ama yakınımda olanların daha fazla feodal ilişkinin içinde bulduğumdan onlara bir türlü dahil olamıyordum…

 

Parası olmayan devrimcinin, devrimciler arasında olmasının anlamı yoktur. Derneklerin parası olana ihtiyacı vardır, parası olmayan onlara ağır geldiği süreç, para getirecekse yatırım yapılır, mülteciliği aldığı an ilk birkaç sene bağış ve sonra yabancılaşma!  Kısaca kendi ayakta mücadelemi uzakta olan ailem ile birlikte yapacaktım. Onların olağanüstü desteği sayesinde ayakta duracak kadar bir alan açmış ve yürümeye başlamıştım… Ülkede yaşanan bir “tartışma süreci” ile ayrılanların da bir arada olduğu, tüm kavgaların bir taraf edildiği tek bir toplantı çağrısı oldu, muhteşem bir hava yaratılmıştı ama toplantı ilk dakikalarından itibaren bu havanın çok çabuk dağıldığına şahitlik etmiştim. Kazanılanı korumak ve yeni roller elde etme mücadelesi…

 

Ortak bir geçmiş, ortak bir geleceği oluşturmuyordu…

 

Kartlar yeniden karılıyor, yeni roller dağılıyordu. Yeni roller ülkede ayrışmaya uygun şekilde oluyordu… Parası olan daha çok ziyaret edilen, geçmiş birikimi ve bilgisi olanın ise görmezden geldiği bir süreç başlamıştı. Türk devleti gurbetçilere nasıl yaklaşıyorsa devrimci hareketlerde gurbetçilere aynı pencereden bakıyordu…

 

Ülkede hareketin paraya ihtiyacı vardı, her yapılan toplantı bir anlamda para toplanması anlamına geliyordu, dayanışma! Dayanışma öyle bir tarif edilmiştir ki, “bakın bizim yarattığımız hareketten burada iltica gibi kavramlar ile sermaye çevresi yarattınız, ödeyin diyetinizi” der gibidir. Ülkeden her gelen parasını alıp giderken, “ayar” vermeyi de unutmuyordu! Kısaca alanda memnun, verende memnun bir dönem yaşanıyor…

 

Yıllar sonra Almanya’da sergi açmaya gittiğimde birçok arkadaşımı gördüm, onların evinde kaldım. Onlar ile geçmişi, bugünkü duruşları ile onur duyuyorum, zor anımda yanımda olan, bana iş bularak destek veren Wuppertal’den Nedim dostum, Essen’den “Köylü” ve Rasim, Köln’den arkadaşlarım, Bochum’da Yavuz, Mustafa, Ercan ve Dortmund’ta Zeki Koşan, Hidayet dostlarım ve üniversiteden arkadaşlarım ile uzun yıllar orada yaşayarak orayı öğrendim… Birçok arkadaşım şimdi aramızda değil, bazıları aramızdadır…

 

Selam olsun birlikte olduğum adını yazmadığım tüm dostlarıma, selam olsun aramızda olmayan güzel dostlarım.

 

İsmail Cem Özkan

12 Mart 2023 Pazar

Roma'da Bir Cinayet

Roma'da Bir Cinayet

 

Eskiden Gırgır diye bir mizah dergimiz vardı. Oğuz Aral yönetiminde çıkan dergi mizah tarihimize önemli iz bıraktı ve bugün o izlerin izdüşümlerini görmeye devam ediyoruz. Kapak ve kapak iç sayfa dışında fazla siyasi olmayan balon ve eğlenceli mizah yarattı. Orta sayfa öyküsü, kurgusu ile okurken gülümseten kısa sürede tüketildiği için ertesi hafta çıkacak öykünün komik hallerini bekler olurduk. Siyasi mizah dergisi Marko Paşa ve arkasından çıkan dergilerin yarattığı politik duruş yerine, daha fazla eğlence, daha fazla komedi, daha fazla popüler olanı seçerek kendi okuyucusunu yarattı Gırgır. Bu sayede Gırgır siyasi yelpazenin neresinde durduğu sorusu sorulduğunda tam ortasında denilebilirdi, Gırgır dergisinden ayrılanların sağa, sola savrulması tesadüfi değildir, çünkü orada nasıl mizah yapıldığı ve gülmece öne çıkarılırken içerik ve sol duruş kapak ve iç kapak sayfasını aşamadığı için o kadar espri içinde kaybolmasına sebep olmuştu. Gırgır mizah dergisi her ne kadar ortada durmaya çalışsa da cezalardan kendi üzerine düşen nasibini aldı…  Sistem ile kavga etmek yerine sistemin aparatı olan lider ve liderin komik halleri ile okuyucusunun önüne çıktı… Elbette zaman zaman çok ince dokunmalarda yapıyordu ama genel içinde o kadar öne çıkmıyordu… Muhalefet yanında duran ama iktidardaki lider ve siyasi partilerin liderlerin günlük tepkilerini rahatlıkla tiye alıyordu, ülkemizde demokrasi bu ti karşısında liderin hoşgörüsü olarak algılanıyordu…

 

Gırgır dergisinin okulundan çıkan bir mizah anlayışı bugün de oradan beslenen sanatçıların eserlerinde görmek mümkündür… Bu kadar zamanın kırıldığı, belirsizliğin hakim olduğu, karanlığı ve baskının altında ezilmiş, açlık ile sınanan bir halkın sığınabileceği mizah ne yazı ki gerçek anlamda istikrarlı bir şekilde kendisini gösteremezken, balon ve anlık gülmelere sebep olan ince zeka ürünü esprilerin anlık oluşturduğu dalgaya maruz kalınabiliyor… Cem Yılmaz bu ekolün en önemli temsilcisidir. Gerek filmleri, gerek stand up’ları Gırgır dergisinin etkisinin sürmesine katkı sunmaya devam ediyor…

 

Elbette Cem Yılmaz’ın etkilediği ve komedi alanında ürün veren sanatçıların olması kaçınılmazdır… Onların eserlerini gerek sinema, gerek stand up, gerekse tiyatro eserlerinde ve oyunlarında görmek mümkündür… Roma’da bir Cinayet oyunu o kategori içine alabileceğim bir çalışma…

 

Evlenmek için İtalya’nın Roma kentinde yer alan Türk Konsolosluğuna giden gençler ve onların anne ve babasının oluşturmuş olduğu tek mekan, değişik bölümlerden oluşan öykü sarmalı içinde tiyatro salonunu anlık gülmelere hazırlayan ve bunu başaran bir oyun ile karşı karışayız… Benzer öyküleri farklı alanlar içinde görmüş olmanız ya da çağrışım yapması doğaldır... içinde bulunduğumuz zamanın kadının üzerine oluşan baskı bu oyunda ana konusu değildir, sadece üzerinden hafif geçilirken iyi zaman geçirebileceğimiz, kahkaha ile oyuna katılabileceğimiz bir öykünün canlandırılması ile karşılaştık.

 

Magazin dünyasında Türk konsolosluğunda evlenen birçok bireye, ünlü ünsüz karşılaştık. Değişik gazete sayfaların ve ekranların magazin bölümüne konu oldular.

 

Ülke dışında Roma’da evlenmek!

 

Oyun içinde bol bol vurgulanan “cinayet” ile ne kastedildiği ancak oyunun son sahnesinde anlıyoruz. Konsoloslukta bir cinayet işlenecektir! “Katil her zaman cinayet işlendiği alana gelecektir”…

 

Oyun kurgusunda hemen kafanızın içinde oluşan uşak yok!

 

İki genç insan. (Tevfik ve Melis /eski ismi Kezban) Kızın annesi, oğlanın babası nikah günü nikaha hazırlık odasında yaşadıkları… Kızın annesi (Bendegül) boşanmış, oğlanın babası da (Avukat Hakkı Eroğlu) boşanmış ve sonra hiç evlenmemiş bir boşanma davalarına bakan ünlü bir avukat. İki bekar ebeveyn, evlenmek isteyen kadın ve erkeğin oluşturduğu duygusal geçişlerin olduğu sahneler…

 

Öykü kurgusu sahneye uyarlandığında seyirciyi sahneye doğru ilgisini hiç eksiltmeden devam ettirmesini sağlayan diyaloglar öyle ince ince işlenmiş ki, ister istemez zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Sahneye oyuncuların girişi, çıkış, diyalogları o kadar hızlı ve tempolu ki bir an dahi gözünüzü ve ilginizi sahneden alamıyorsunuz… Oyunda hem anlatıcı hem de baba rolünü oynayan Kubilay Penbeklioğlu bir anlamda oyunun akışına ve oluşacak olan aksaklıkların üstünü örtecek kadar oyuna hakim ve yönlendiren konumdadır. Mimikleri, oyunun akışına uygun duygusal geçişler, zaman zaman temponun hızlanmasına uygun çevik hareketleri ile sahneyi dolduruyor.

 

Boşanmalardan para kazanan, kısaca evlilik olmazsa para kazanamaz, çünkü evlilik demek boşanma anlamına gelir. Bir yandan evliliği teşvik ederken, diğer yandan boşanma üzerine kurmuştur kariyerini ve geçimini. Bunu en fazla çevresi ve eski eşi üzerine uygulamaktadır, çünkü eski eşi Füruzan çok fazla evlilik yaşamış ve hepsi boşanma ile sonlanmıştır.

 

Bendegül rolünde ise Çiçek Dilligil görmekteyiz. O kadar rahat, o kadar içtendir ki, hem oynuyor hem yaşıyor gibidir. Kız isteme gününden nikah gününe kadar damadın babasına ilgi duymaktadır. O oyun içinde pek vurgulanmayan ama son sahnede ortaya çıkan bir kurgunun içinde başrol oynamaktadır. Çiçek Dilligil oyunun akışında o kadar önemli rol oynar ki, seyirciyi yumuşak sesi, gerektiğinde hırçınlaşan ve yükselen sesi ile seyirciyi sahneye yönlendirir, bir an dahi seyirci oyunun dışına düşmez…

 

Dilara Mücaviroğlu, Burak Uyanık ise oyunun başından itibaren oyunun temelinde yer almış iki ayrı role hayat verirler. Bir evlenmek zorunda olan kız ve o rolün kurbanı ama aşkından her türlü zorbalık karşısında boyun eğmiş bir damat! Bir anlamda babasının ve annesinin evliliklerinden ders almış ve uzun soluklu birlikteliği düşünen ve o yüzden boyun eğ rahat et mantığı içinde eşini ya da sevgilisinin her isteğini yerine getirecek kadar imkansız koşullarını babasının maddi yardımı ile aşmaya çalışan konumdadır… Zaman içinde kız arkadaşının gerçekliği ile yüzleşir… Burak Uyanık bu role öyle doğalmış gibi hayat verir ki, seyirci içinde ona karşı bir sempati duyulurken öte yandan acıma duygusu uyandırdığı için rolüne hakkını vermiş diyoruz… Baskın kadın rolü ile seyircinin karşısına geçen Dilara Mücaviroğlu ise gerek hırçınlıkları, gerek şımarık ama muhtaç kadın rolüne hayat verirken seyirci olarak şaşkınlık içinde baktım, çünkü o kadar uçlarda geçişleri o kadar rahat ve doğalmış gibi geçişler yapıyor ki, bravo demeden kendimi alamıyorum…

 

Melek Şahin (Füruzan) oyunun son bölümünde sahnede yerini alıyor, gerek peruk, gereksiz peruksuz hali ile sonradan katıldığı bu kadar hızlı tempoya kısa sürede uyum sağlıyor, çünkü sonradan oyuna dahil olmak ve bir parçası gibi algılanmak kolay bir iş değildir… Oyuncular kendileri o kadar oyunun içinde verişlerdir ki, onlar bir anlamda yaşarken sonradan gelen birinin davranışı, algısı, kattığı yeni atmosfer ile sahnede bir soğumaya neden olabilir, çünkü maraton koşusunda bayrağı alan yeni bir ritim yaratacaktır… Sahneye sahne önündeki merdivenlerden dahil olur, bir anlamda seyircinin içinden çıkan biridir… Büyük bir planın parçasıdır ve o planı kimler ile yaptığı gizemlidir… Başarılı oyuncu başarısını bu oyunda da devam ettirir…

 

Oyuna sessizce katılan müzik, dekor, kostümler oyuna öyle bir katkı sunar ki, tempoya katkı sunarken, engel de çıkarmaz… Gerçi oyunun Türk konsolosluğunda geçtiğini ilk etapta düşünmüyoruz ama diyaloglardan anlıyoruz… Tül perdelerin yere doğru uzanması, sahne yan duvarında uygulanan perdeler aynı zamanda bölümler arası geçişte kapı ve duvar görevi görmektedir…

 

Bu kadar ağır koşulları yaşadığımız bu günlerde biraz olsun kafanız dağılmasını istiyor ve dışarıdaki yaşamdan kopmak için bu oyuna gidin, hem eğleneceksiniz hem de bu ülkenin dışına çıkıp hayatın komik taraflarını da göreceksiniz…

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Yazan: Elçin Gürler

Yöneten: Kubilay Penbeklioğlu

Oyuncular: Çiçek Dilligil, Kubilay Penbeklioğlu, Melek Şahin, Dilara Mücaviroğlu, Burak Uyanık

Müzik Tasarım: Orhan Enes Kuzu

Dekor Tasarım: Selin Ölçen

Dekor Uygulama: Selçuk Yılmaz

Işık Tasarım: Kaan Eman

Afiş Tasarım: Galip Aksular

Afiş Fotoğraf: Bahadırhan Erkoç

Proje Asistanı: Damla Özovalı

Yapım: Mi Entertainment & amp; Nova Oyun Yapım

Genel Sanat Yönetmeni: Mutlu İgdi