25 Haziran 2010 Cuma

Sokaklar, sesini kaybederken…

Sokaklar, sesini kaybederken…

Sokaklar yeniden hareketlendi, bir şeyler olacak, sessiz ve derinden değil, açık açık olacak gibi. Sokaklarda homurdanmalar, sokaklarda sesler, sokaklar bir başka gözüküyor bu sıralar…

Sokaklar tekin değil, sokaklar bir şeyleri içinde barındıracak gibi, korkuyu büyütüyor…

Sokaklar, batıda farklı, doğuda farklı sesleri içinde barındırıyor… İki ayrı ses, iki ayrı kurgu, iki ayrı vurgu…

Batıda; doğuda doğmak suç gibi bakılıyor, doğuda ise; batıda doğmak suç gibi görülüyor…

Bir ülke, ayrı parçalardan oluşmuş mozaik gibi… Bir birinin içine giren renklerin ayrışmasını yaşıyor gibi hissediyorum, sokaklardaki homurdanmalar renklerin ayrılmasını hızlandırıyor…

Bir savaş var, savaşa bir taraf terör demiş, öteki taraf…

Cenazeler geliyor, gözleri yaşlı analar ve babalar… Gözyaşının rengi, ırkı ve bölgesi olmaz… Fakat gözyaşına anlamlar verilerek ayırmaya kalkıyorlar…

Acı, her yerde acıdır, her yerde zulüm… Gözyaşlarının aktığı yerlerde, ayrışma kaçınılmazdır, çünkü gözyaşı sokakta nefrete, hınca dönüşür…

Sokaklar bu kadar yükü taşıyamaz, patlar bir zaman sonra… Derinden ve gizliden değil, açık açık hem de…

Cenazeler geliyor, cenazeler çoğalıyor, mezarlıklarda özel bölümler artıyor… Cenazelerin üzerine örten toprak aynı, ağıt aynı, acı aynı ama atılan sloganlar farklı…

Teröre lanet mitingleri yapılıyor, miting sonrası dağılanlar hınçlarını daha da bileyleştirilmiş şekilde sokaklara doğu akıyorlar…

Çocukluğunu aynı sokakta geçirenler, şimdi bir birine güvensiz olarak bakıyor… Birbirlerini arkadan bıçaklayacak düşman gibi görüyorlar… Dostluk, paylaşmanın yerini korku ve güvensizlik alıyor… Çocukluk arkadaşları ayrılıyor birbirinden… Henüz sokaklar bir birinden kesin çizgiler ile ayrılmadı ama varoşlar bu ayrılmanın izlerini açıkça gösteriyor…

Teröre lanet mitingleri yapılıyor her cenaze sonrasında… Sloganlar atılıyor, sloganlar cenaze evine yabancı, ama onlarda sese ses verir konuma geliyor… Çünkü acı öfkeyi besliyor, büyütüyor… İstemediği, düşünmediği bir olayın içinde nefer oluyor insan…

Korku, daha büyük acıları çağrıştırır ve davet eder…

Her miting, her gözyaşı düşmanlığı daha da büyütüyor… Kan Davası gibi çıkmaz bir yola sürükleniyor insanlar… Gönüllü adam öldürmek isteyenler, komşusunu sırf doğduğu yer öteki taraf olduğu için öldürmek isteyenler büyüyor…

Kulaklar kapanıyor, kalpler mühürleniyor, sessizlik en ufak bir etkide çığlığa dönüşüyor… Sokaklarda nefretin sesi büyüyor…

Savaştan beslenenler bu olayların dışında ürünlerinin satma telaşı içindeler… Onlar, bu kavgadan kasalarını büyütürken, cenaze sayısının büyümesinden sevinç duyuyorlar…

Savaş, savaş çığlıkları atanlar genelde bu kasaların dolması için attıklarının farkında değiller… Sokaklar önü alınamayacak bir çarpışmaya doğru itekleniyor… Çıkmaz sokakta hesaplaşma kaçınılmaz diye düşünce üretenler, bu kasasını büyütenlerin yanında kapı kulu olduklarını saklıyorlar…

Savaş, çığlıklar şehirleri kuşatıyor. Sınır tanımadan her yeri sarıyor. Öyle büyük bir kara bulut ki, altında kim kalırsa kalsın hepsini sarmalıyor, gözlerini karartıyor…

Kan tutulması yaşamaya müsait sokaklar. Tarih içinde kan tutulması yaşayanların yaratmış olduğu dramlar henüz taze, henüz unutulmadı. Henüz zorunlu göçlerin acısı sarılmadı… Yeni göçlere, yeni katliamlar yenilere hazırlık yapılıyor…

Ayrılık isteyenler savaaaaş, savaş diye sloganlarını sivriltiyorlar. ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez!’ diye slogan atanlar çevrelerinde gün geçtikçe kitleyi büyütüyorlar. Bu büyüyen kitle daha büyük acıların altı yapısını şimdiden hazırlıyorlar… Çünkü, vatan bölünmez diyerek ötekilerini toptan yok etmeyi savunuyorlar. Bir arada yaşama kültürünü yok sayıyorlar, benim gibi bak, benim gibi tepki ver ve benim gibi slogan at diyenler bu topraklarda yaşamasına izin veriyorlar…

Savaşa taraf arıyorlar, tarafları geliştikçe ‘hattı’ çatışma alanı olmayacaktır, ‘sathı’ çatışma olacaktır ki, acıların en büyüğünü yaşamaya aday konumuna gelmiş bulunuyoruz…

Çatışmanın neden geliştirildiği ve beslendiğini kimse sorgulamıyor, yok etme fikri gelişiyor gün geçtikçe. Gün geçtikçe tüm sokaklar, yeni çatışmaların alanı olmaya aday konuma geliyor.

Profesyonel ordu, profesyonel öldürücüler çatışma içine sürülüyor, çatışma daha geniş alana yayılsın diye… Çatışmaları ortadan kaldıracak siyasi iradedir deniyor, siyasi irade ise kendisini profesyonellerin eline bırakıyor…

Çatışmaların nedeni olan sorunlar sanki yokmuş gibi davranılıyor, konuşulmuyor. Önce çatışma dursun diye, çatışan tarafın bir tarafın tümden imhası fikri büyütülüyor…

İmha çatışmayı ve sorunu ortadan kaldırmadığını tarih bize kanıtlıyor ama artık kimse onu görecek konumda değil…

Korku, sokağa teslim almak demektir. Sokak ise, çatışmadan beslenenlerin hakim olduğu karanlık noktalardır. Sokakta kasasını büyütenler, kara paralarını dolduracak yeni kasalar yapmaya girişmiş durumdalar…

Ülkede fakirlik artarken, zengin sayısında artış varsa eğer, orada çatışmalardan beslenen bir kesim olduğu açık ve çıplaktır…

Yok ederek çatışmalar durmaz, göz yaşı dökerek çatışmalar durmaz, çatışmanın boyutunu daha da büyütmekten başka işe yaramaz. Çözüm; hemen şimdi barış, hemen şimdi bir arada yaşama fikrinin alt yapısını doldurmaktan geçiyor… Ayrılığı değil, kardeşliği büyütelim… Güvensizliği değil, güven için koşulları geliştirelim... Gözyaşını değil, gülmeleri, sarılmaları ve halayı büyütelim… Demokratik, özgür, tam bağımsız bir ülkenin alt yapısı olan hukuk devletini çağdaş seviyeye çıkaralım… Bir birimize korku ile değil, sevgi ile bakalım… Geçmiş ile yüzleşelim, hatalarımızı bir daha yapmayalım… Sokaklardaki sesleri karnaval sesine dönüştürelim…

24 Haziran 2010 Perşembe

Dansa davet...

Dansa davet...

Gökyüzü yeryüzü ile buluştu. Şimşekleri ile kucaklaştı, yıldırımları ile doyumun son noktasına erişti. Gerçi burada bilim insanlarının açıklamaları kafa karıştırıyor ama ben gördüklerime inanayım diyorum bu seferlik de olsa. Çünkü bilim adamları yıldırımın yeryüzünden gökyüzüne doğru hareket ettiğini söylemekteler. Ben onların yalancısıyım ama göz görüyor ki, gökten aşağıya doğru hareket eden bir ışık demeti! Doyum birkaç saniye içinde oluyor ve bitiyor! Ne fark eder, ha gökten gelmiş ha yeryüzünden sonuç değişmiyor! Gök yer ile doyumsuz ve gürültülü dansını taçlandırıyor!

Tek tanrılı dinlerde bu doyum noktaları zina olarak kabul edilmiş. Ama kim bilebilir tanrı, gök ile yeryüzünü evlendirmediğini? Ama tek tanrılı dinler ne der, benim haberim olmadan ulaşılan doyumlar zinadır ve zinanın cezası bellidir! Recm! Yani taş ile öldürmek… Gerçi bütün cezalar recm değildir, başka cezalarda vardır… Zinanın kanıtlanması çok güçtür ama nedense hep kanıtlanır! Kanıtlandığı içinde sürekli ölümler olur!

Yeryüzü ile gökyüzünün birleşim anına şahitlik edenler genelde dal altında olur ve şahit olmanın bedeli de ağır olur. o ana kimse şahit olmak istemez ama bir anda olur her şey!

Yeryüzü gökyüzü ile buluştuğu zaman dilimi içinde yeryüzü yağmur sularının hakimiyeti altında olur. Toprak ana onu olabildiğince içine alır, eğer toprak ana içine almaz ise, su ile birlikte sürüklenir gider. Her yağmur yeni doğumlara gebedir, bazen doğumlar ölü doğar!

İnsanın yarattığı şehirlerde ise bu anlar, yani gökyüzü ile yeryüzünün buluşma anları doğada olduğundan daha serttir ve daha güçlüdür. Yeryüzüne ulaşan damlaları yutacak toprak olmadığından anında büyük ve güçlü akıntılara dönüşür. Önüne ne kattıysa alır götürür. Gök gürlemesi binaların arasında daha güçlü yankılanır, sanırsınız yeryüzü oynuyor! Gökyüzü yeryüzünü dansa davet eder, bazen bu dansa yanıt verir yeryüzü. İşte o yanıt verme anı yeryüzünün sallanması ve yerle bir olması anlamını da beraberinde getirir. Güvenli binalar inşaat eden insan, o binaların altında yok olur gider. Gökyüzünden gelen su damlacığı ile gözlerinden düşen damlacık birleşir. Kimse düşünemez, doğanın normal hareketliliğin kendisi onu olduğunu! Doğa milyonlarca yıldır bildiği gibi dans eder, ama arasına döşenen betonları da gerektiğinde yok etmesini bilir, çünkü toprak gökyüzü ile buluşma anında bıraktığı o güzelim kokuyu salmak ister…

Gökyüzü yeryüzü ile birleştiği bu günlerde, şehirler yaşanmaz hal alır, sokaklar su ile doludur, kanlalar taşmıştır, alt katta oturanlar su ile boğuşurken, dere yatağında kurulu olan yerleşim birimleri en zor anlarını yaşıyorlardır. Doğa bildiğini yaparken, zaman karıştırmış olabilir, çünkü insan doğanın öyle dengesini bozdu ki, kış günü açan çiçekler, yaz günü yağan dolular, bahar aylarında yazı yaşamalar hepsi ama hepsi allak bullak oldu ve doğa kendinse uygun hareket alanı yaratmak için mücadele eder. Önce insanın bu yaratmış olduğu dengesizlikleri kendisine göre dengeye koyar, sonra o denge içinde hareket eder.

Doğa yeni dengesine kavuşama kadar sevişmelerini zamansız yapacakmış gibi gözüküyor. Geçen günlerde sabaha kadar bu izdivacı şehrin gürültüsünü bastıracak ve parlaklığını yok edecek şimşekler eşliğinde izledim… Dansa bütün şehri davet ettiler, şehir uykusuz daveti korkak gözler ile seyretti!

23 Haziran 2010 Çarşamba

Şehir ve insan

Şehir ve insan

Şehirler, ticaretin gelişimi sonucunda doğduğu arkeologlar yaptığı çalışmalar ile kanıtladılar. Eğer yeni bilgiler ortaya çıkmaz ise bu bilgiyi doğru kabul edeceğiz.

Şehirler, canlı varlık gibi ticaretin canlı olarak yaşadığı alanlardır. Şehri canlı yapan şey bu ticarettir. Ticaret ise, toplum içinde olan dengelerin bozulması anlamına da gelmektedir. Sınıflar ve katmanlar bu ticarette elde edilen artı değerin paylaşımı ile oluşmaktadır. Artı değer ise, teknolojinin gelişimi ile birlikte bazı kişilerin yaşam kalitesini en üst noktaya taşırken, büyük bir kesimi en alt düzeye indirmektedir.

Toplum biçim değiştirirken, kendisine ait ilişkileri de karmaşıklaştırmakta ve yeniden biçim vermektedir. Şehirler doğadan kopuşu sembolize eder, çünkü insan ile doğa arasındaki savaşta, insan, doğayı kontrol altına alabilmek için ve aynı zamanda ticareti canlı tutabilmek için şehirleri geliştirmiş ve büyütmüştür. Şehirler doğadan koptukça, doğal yaşam içinde var olan canlılardan da uzaklaşmıştır. Emeği için ehlileştirilen hayvanlar, zaman içinde bahçeden evin içine doğru geçiş yaptı. Doğal güdüleri olan hayvanlarda, bu değişim içinde güdülerinden oldular, uysallaştıkça doğal davranışları dışında davranış gösterir oldular. Bir anlamda, insan çocuğunu taklit eder oldular. Sahiplerini üzmeyen ve onların istekleri yönünde hareket eder oldular.

Şehirler, insana yeni korkuları yarattı. Korku, şehirlerin daha da büyümesine bir anlamda sebep oldu. Korku, zaman içinde soyut kavramlar üzerine oturdu. Korku kendisini öyle geliştirdi ki, insanı teslim alır boyut geldi, korkular tıpkı canlılar gibi gelişti, büyüdü ve salgın hastalık özelliği gösterir oldu.

Şehirler, korkuyu büyütürken, doğal yaşamında keskin sınırlar ile kontrol edilmesi anlamını taşımaya başladı. Çünkü korktuğu doğal canlığı çevresinden uzaklaştırdı. Fareyi, hamam böceği hala bir çok yerde insan ile iç içe yaşıyormuş gibi gözükmesine rağmen, bunlarında yeni binalar içinde yerleri artık yoktur. Ehlileştirilmiş olanları hariç!

Alt yapısında, üst yapısına kadar insanın istekleri yönünde biçimlenen şehirde, doğanın en saf hali olan ağaçların ve bitkilerin bile biçimlendiğine şahit olmaktayız. Belirli alanlar içinde yaşamasına izin verilen bitkiler, doğal gelişimine engel olabilmek için değişik araçlarda geliştirilmiştir. Şehrin bütün sokakları betonlar ve taşlar ile kaplanırken, doğal olan yağmurun suyunun akış yönünden, karın ne zaman yağacağa kadar bilgilerin de önceden alınmasına sebep olunmuştur. Henüz kar konusunda ve yağmur konusunda tam denetim olmaması, olmayacağı anlamına gelmez. İnsan doğa ile kavga ederken, kendisine yeni bir dünya yaratmıştır ve bu dünya şehirlerdir.

Yeni dünya içinde hapsolan insan, aslında orada özgür olduğuna inanır ve ticari yaşam içinde her türlü özgürlüğü fütursuzca kullanır. İnsan ticari yaşamın gereklerine uygun olarak eğitim kurumları kurmuştur, bu kurumlar hem piyasa için eleman yetiştirirken, toplumun devamı içinde bir biçim ve anlayışa sokmaktadır. İnsan yaşadığı çevreye uygun düşünür ve hayal eder ve hayal dünyası bu çevre içinde, eğitim sayesinde kendi soyut tarihi içinde biçimlendirilir. Bu sayede toplum içinde huzursuzluğa neden olacak her türlü hareketinde önüne geçilmiş olunur. Şehir yönetimini elinde bulunduran devlet erki, kendi geleceğinin sonsuz olduğuna inanır ve bu sonsuzluk ideali içinde gerek gördüğünde toplumun enerjisini boşaltması için kontrollü etkinliklere de izin verir.

Şehir yaşamı, doğadan kopmanın yanında yeni bir evreni de yaratmaktadır ve şehrin karmaşasından kurtulmak için tatiller turlar halinde geliştirilmiş, bu sayede dünyanın daha da küçültülmesini beraberinde getirmiştir. Dünyanın ufalması doğanın yenildiği imgesini şehirde yaşayan insana bilinçaltından verilmiştir. İnsan gittiği tatil yerlerinde, yaşadığı alan gibi izole edilmiş ve doğadan kopmuş olarak yaşar ve kontrollü olarak canlılar ile ilişki kurmasına izin verilir. Büyük av partiler ve denizde balık avcılığı bu konuda geliştirilmiş en iyi ticari yöntemdir. İnsan doğadan o kadar kopmuştur k, bir yanardağın gökyüzüne toz bulutu yaratmasını bile büyük hayretler içinde izleyebilmektedir.

Şehir yaşamı, doğadan kopuşu anlatırken, doğadan kopan insanında en büyük eseridir. Bu büyük eserde yüzyıllar boyunca değişik zamanlarda kurulmuş ve yok olmuştur. Bugün turistlik geziler içinde eski şehirlerin kalıntıları olması, bizde şehirlerin yok olabileceği fikrini dahi çağrıştırmayacak boyutta soyutlanmış yaşamaktayız. Yaşadığımız alanların sonsuza kadar yaşayacağına inancımız büyüktür ve büyük düşünce içinde şehirlerin sonsuz enerji üreten bir döngüde olduğunu düşünmemize neden olur. Şehir içinde insan kendisine yeni roller arar ve bulur ve betonların içinde izole edilmiş bir yaşamın gerekliklerini sorgulamadan kullanır ve yaşar. Şehir bir anlamda kendisine uygun insan profilini yaratmakta ve biçimlendirmektedir. Başlangıçta şehirlere biçim veren insan, şehirlerin içinde yaşayan bir köle konumuna dönüşmüştür. Tüm hayalleri çalınmış, doğadan kopmuş ve kendisine ve çevresine karşı zayıf bir birey olarak korkularının içinde teslim olmuş halde bulunur. Şehir insanı teslim almıştır bir anlamda.

İnsan, yok olmuş şehirlere bakarak neden yok olduklarını düşünmez bile, gittiği yıkıntılar içinde bol bol fotoğraf çektirir ve tatil dönüşünde arkadaşlarına o gidilen yerlerin güzelliği anlatılır. Hiçbir şehirli o yıkıntılar içinde yaşantıdan, aşklardan ve hayallerden haberleri dahi olmaz. Hangi tanrıya dua ediyorlardı o şehirdekiler, kaç insan bilir? İnsan yarattığını yerine yenisini koyarak eskisini yok ettiğine inanır her zaman! Şehirde yaşam yaşadığı an başladığına inanır! Şehirlerde zaman yok olur, mezar taşlarında iki rakam arasında kalan ince çizgi bile şehir yaşamı içinde anlamsızlaşır…

20 Haziran 2010 Pazar

Bir savaş düşünün, bizden uzak olsun…

Bir savaş düşünün, bizden uzak olsun…

Bir savaş düşünün, savaşta karşı cephelerde savaşanlar aynı sloganı atıyor, ölende öldürende…

Bir savaş düşünün, karşı cephelerde savaşanlar aynı silahı kullanıyor…

Bir savaş düşünün, savaşan taraflar aynı ülkenin kimliğini taşısın… Ölende aynı ülkenin kanunlarına tabi, öldürende…

Bir savaş düşünün, savaşta taraflar aynı elbiseleri giysin… Aynı markaları üzerlerinde taşısın… Aynı yemek kültürüne sahip olsun… Aynı sanatçılara hayran olsun…

Bir savaş düşünün, savaşta kullanılan teknoloji sahibi üçüncü devlet olsun! İstihbaratı verende, o devlet olsun, silahı da…

Bir savaş düşünün, savaşta ölenlerin aileleri de aynı olsun… Ağabey karşı tarafta, kardeş karşı cephede… Karanlıkta bir birlerine kurşun sıksın…

Bir savaş düşünün, kurşunun üzerinde yazan ‘made in’ yazısı aynı olsun...

Bir savaş düşünün, savaş çığlıkları atanlar hep savaşın ulaşmadığı noktada olsun! Savaşın olduğu yerlerde ise, ölenlerin yakınları vatan sağ olsun desin… Ateş düştüğü yakar densin ama hep ateş belirli gelir düzeyinde olanlara düşsün…

Bir savaş düşünün, savaşta kim kazandığı kimin kaybettiği ortada olmasın… Savaş uzadıkça uzasın… Savaş uzadıkça silah satan tüccarların kasaları gün geçtikçe dolsun…

Bir savaş düşünün, savaşın olduğu ülkede işsizlik, yoksulluk artarken, zengin insan sayısı da gün geçtikçe artsın…

Bir savaş düşünün, savaştan elde edilen kara para ile ülkenin ekonomisi normalde çok kötü olması gerekirken, pratikte teorilerin iflasına şahitlik etsin… savaş ekonomiyi kötüye götür derler, günümüzde ise, savaş ekonomiyi düzelttiğine şahit oluyoruz… savaş oldukça dünya hakimi devletin krizi ortadan kalkar oldu… kendi toprağında olmadığı sürece, ölenler haber ajanslarına bile düşmez olsun…

Bir savaş düşünün, bu kara paranın kaynağını öğrenmek için, ülke ekonomisine yön veren devletler, yeni yaptırımlar ile kontrol mekanizmalarını geliştirsin…

Bir ülke düşünün, kara paraya ve vergi borçları için sürekli af çıksın…

Bir ülke düşünün, orman arazi olmaktan çıktığı kabul edilen arazilere sürekli yerleşim yapma kanunları çıksın… Yeni zenginlere bu arazilerde villalar verilsin…

Bir ülke düşünün, savaş süresince değişen başkanların, iktidar erkini elde ettikten sonra yakınları ve kendilerinin zengin olmalarını hediyeler ile açıklanması doğal karşılansın…

Bir ülke düşünün, ülkenin doğusunda ayrı, batısı için ayrı yasal uygulamalar olsun… Her şey olağan kabul edilirken olağanüstü uygulamalar doğal olsun…

Bir ülke düşünün, bu ülke dünyada her hangi bir yerde olsun…

Bir ülke düşünün, ülkenin isimlerini kapatıp olaya bakılsa, her olay sanki tanıdık geldiğini göreceksiniz, sürekli olaylar artar ve azalır ama olaylar hep süreklidir… Barış isteyenler vatan haini gözü ile bakılır, savaş çığırtkanlığı ekranlar aracılığı ile yapılması olağan karşılansın…

Bir ülke düşünün, savaştan aletlerini satan firmaların verdiği rüşvetler yokmuş gibi kabul edilsin ve sürekli aynı firmalardan savaş aletleri alındığı sorgulanmazmış… Alan ve satanın memnun olduğu ülkede, her şey doğal ve güzel olarak sunulsun…

Bir ülke düşünün, ülke dışında yaşayanlar, iç işlerinde yaşananları yok sayarak, dünyanın en demokrat ülkesi olduğunu diğer ülkelere kanıtlamak için lobiler kursun, lobi kuramadığında ise, kurulu lobilerin kararını değiştirmek için ‘örtülü ödenek’ten para aktarılsın…

Bir ülke düşünün, savaş isteyenler, barış isteyenlerden fazla olsun…

Bir ülke düşünün, her ölümden siyasi çıkar sağlayanlar olsun…

Bir ülke düşünün, ölenlerin aileleri, öldürenlerin ailelerinde cenaze masraflarını talep etsin…

Bir ülke düşünün, şahit olarak kabul edilenin, bir gün nasıl öldüğü açıklandığında şahitlik mertebesi elinden alınsın ve o ana kadar ödenen şehitlik parasının ailesinden geri istendiği doğal karşılansın…

Bir ülke düşünün, devlet uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir diyen bir başbakanı olsun…

Bir ülke düşünün, savaş karşıtı eylem yapanlara, dönemin başbakanı ‘glu glu dans’ı yapıyor diye küçümsesin…

Bir ülke düşünün, savaş sırasında gazilerin ve şehitlerin ailelerine maaş bağlansın, IMF ve Dünya Bankası gelsin tasarruf için o maaşların kesilmesini istesin…

Bir ülke düşünün, bizden uzak olsun…

Çorum



Çorum

Tarihimiz içinde öyle noktalar vardır ki, kırılma noktası olarak görebilirsiniz. Bu kırılma noktaları, gelen büyük felaketin ayak sesleridir. Cumhuriyet gibi kısa tarihimiz içinde öyle toplumsal olaylar yaşadık ki, toplum içinde travmalara ve güvensizliklere bizleri sürükledi.

Çorum, Maraş olaylarından sonra başlayan olayların sadece biridir. O dönemin başbakanı olan Demirel; “Siz Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın!" diyecek kadar gözlerini karartmıştır. Olaylarda taraftar olan hükümet, gerekli önlemleri almayarak ölü sayısını fazlalaşmasına bir anlamda destek vermiş oldu. İktidar koltuğunu kaybetmek istemeyen Demirel, “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” gibi vecizeleri bu çatışmalar sırasında söylemiştir.

Çorum’da Maraş katliamında olduğu gibi senaryo uygulanmış ama bu sefer direniş komiteleri kendiliğinden kurulduğu için başarıya göreceli olarak ulaşamamıştır ama sonuç itibarı ile gidilen o süreçte hedefine tam anlamıyla ulaşılmıştır. Çorum, 12 Eylül sürecinin önemli kırılma noktalarındandır ve MHP destekli bu katliam haklar arasında ki güvensizliği daha da artırmıştır ve cepheleşme birilerinin istediği yönde gelişmiştir.

Çorum’da sağ sol ve mezhep çatışması yoktur, açıkça sivil faşist bir katliamdan söz edilebilinir. Bu katliamın meyvesini 12 Eylül’de almışlardır…

Mayıs sonlarında başlayıp 10 Temmuz'da biten olaylarda toplam 57 kişi öldü, iki yüzü aşkın kişi yaralandı. Üç yüze yakın bina tahrip edildi. Binlerce aile başka yerlere göç etmek zorunda kaldı.

Çorum olayları davası 8 yılda bitti: Mahkeme, 2 sanığa önce ölüm cezası verdi, daha sonra 24'er yıl ağır hapis cezasına çevirdi. Öteki sanıklar serbest bırakıldı.