7 Ekim 2010 Perşembe

Yasaklar!

Yasaklar!

Yasakları yasaklamak gerek demişti çocukluğumda bir büyüğüm, fakat en fazla yasağı o koymuştu. Yasak koymakta da haklıydı belki, çünkü çocukluğumun geçtiği yıllarda kavgalar, dövüşler, çatışmalar, toplu kıyımların olduğu sürece denk geliyordu. Taraf değildim, taraf olmaya zorlandım. Taraf olmak zorunda kalınca yasaklarda peşi sıra geldi.

Yasaklar hayatımızın başlangıcında da var, sonunda var olduğunu okuduğum okulda görmüştüm. Her şey yasak, ölümü gönüllü seçmek bile yasak.

Yasak, yasak! Yasak kelimesi her dilde var, olmayan bir dil anımsamıyorum… Belki varda ben bilmiyorum, çünkü yasaklar içinde büyüğünce insan, yasaksız dünya düşünemiyor. Yasaklar yaşamın ayrılmaz bir parçası, yasağa uymadın mı, ya millet adına, ya başka şey adına mutlaka ceza görüyorsun. Yasaklar sayesinde hepimiz Pavlov’un köpeği gibi olduk, her uyarıcıya ortak tepki verir haldeyiz. Tepkilerimiz bile eskiden ulusal, bölgesel, küçük köyümüze özgüyken, bugün global tepki verir olduk!

Yasaklar sağ olsun, yiyeceğimiz yemekten, giyeceğimiz kıyafete kadar her şeyimizi belirler oldu! Yasağa karşı olmak için bile giydiğimiz doğaya aykırı kıyafetlerimiz, düşüncelerimiz bile aslında yasağın izlerini taşımaktadır, çünkü karşıtı da bir anlamda yansımasıdır.

Yasaklar karşısında söylenirken, aklımıza dahi gelmeyen yasaklar ile tanışır olduk, o kadar gelişken ve büyüyen bir şey ki, durmadan yeni bir şey için yasak gelmekte ve korkutulmaktayız. Yasak demek, erk sahibinin açığını gizlenmesidir, onun gücü karşısında boyun eğmek için bir araçtır. Erk yasağı koyar, koyduğu yasağı ilk olarak o deler! Fakat aynı delme işlemini sıradan bir yaparsa, vay başına neler gelir! Yaşar ne yaşar ne yaşamaz olur, kimse akıbetini bile soramaz!

Global dünyanın yasakları da farklı olur. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, geçiş sürecinin en kırılgan dönemindeyiz. Ulusal olanın yok olduğu, global olanın yasaklarının hüküm sürdüğü bir süreç içinde, global olanın parçalayan etkisi karşısında ulusal çapta küçük dirençlerin olması kadar doğal bir şey yoktur. O güne kadar halkını inandırdığı gerçeklerin, aslında gerçek olmadığı ortaya çıkarken, başka bir bakış açısının ağırlığı altında ezilip, yeni gerçekler yaratılırken, aslında her şeyin bir kurgudan ibaret olduğunu kabul edilen gerçeğin çatlaması sırasında öğreniyoruz.

Global hakimiyeti yaratanlar, bugün araçları ile her yere sızmış durumdalar. Evrensel çapta hareket eden kara para ve kara paranın yaratmış olduğu yeni insan tipi, her türlü değerlerini para için satabilecek konumdadır. Rüşvet çarkının global olarak döndüğü çağımızda, global olarak gelecekte olması beklenen savaşında provaları sınırların üstünde gerçekleştirilmeye devam edilmektedir. Her yıl, ne tesadüfidir ki salgın hastalıklar peydahlanmakta ve doğada olmayan virüsler sınırları kolayca aşıp, sınır ötesinde toplu ölümlere sebep olmaktadır. Canlı virüs aşarda sanal virüs aşmaz mı? Elbette her dakikada bir virüs üretmek sanal ortamda daha kolay olduğu için, sürekli saldırı altındadır yeni teknolojik ürünlerimiz.

Yasaklar her yerde var, global yasaklar daha başka anlamaları içinde barındırıyor, çeşitliliği ortadan kaldıran, tek dil hakimiyetine teknolojik ilerleme sayesinde geçiş yaptığımız bu kırılma noktasında, yerel çapta ulusal sınırlar içinde bu gelene ve gelmekte olan tsunami dalgasına karşı direnmeye çalışılmaktadır.

Youtube yasağı sadece ulusal sınırlar içinde şifreyi bilmeyenleri etkilemiştir. Yasak vardır ama yasağı koyan sitemin başındaki tarafından yok sayılmaktadır. Şimdi Facebook yasağı başlayacakmış, ulusal sınırlar içinde 30 ayrı dava açılmış, bu davalara ulusal yasaların ne kadar etkisi olacağını bilgisayar ekranımızda yasak yazısının çıktığında farkına belki varacağız, çünkü iletişim adresleri zaten değişmiş durumdadır. Yasak varsa, yasağın kenarından geçen yolda vardır.

Global dünya evrensel hukuk kurallarını koyarken, ulusal yasaların üstünde olduğunu da ilan etmiştir. Yasaları ancak ve ancak güçlülerin çıkardığı bir zaman diliminde, güçsüzleri kollayacak bir şey beklemek saflık olur. Örneğin Dünya Ticaret Örgütü; gümrüklerden geçen malların birimini ve boyutunu belirlerken, istisna ülkelerin olduğunu pek düşünmeyiz. Eğer egemen devlet, çıkarına uygun gelmediğinde veto ediverir. Çünkü veto sadece güçlü için vardır, güçsüz o alınan karara uymak ile yükümlüdür.

Ulusal sınırlar içinde dokunulmaz olarak görülen yasalarda global yasaların karşısında dokunulur. Dokunulamaz ise, dokundurmak için sistem bile değiştirilir. Değişim ulusal sınırlar içinde olmaktan daha çok, dışarıdan gelen baskılar sonucunda olmaktadır. Ulusal devlet içindeki hükümetleri, alınacak kararları bile artık global efendiler belirlemekte ve kendi çıkarlarına göre düzenlemeler yapabilmektedirler. Bizde 30 yıl önce toplumsal kırılmanın olduğu gün, bir başkentte bizim çocuklar başardı diyerek şampanyalar patladığını saklamıyorlar. ‘Onların çocukları’nı bizler yıllar boyunca hep ‘bizim çocuklar’ olarak bildik!

Yasaklar yaşamın her anında varlığını korumaktadır ve bizler yasaklara karşı gelenlerde bir anlamda yasağı meşrulaştırmaktan öte bir şey yapamıyoruz. Yasaklar ulusal sınırların ötesinden belirlenir hale geldi, ulusal sınırlar içinde alınan yasaklar artık gülünç olmaktan öteye geçemiyor.

Yasakları yasaklamak gerek ama artık yasakları yasaklayacak irade global boyutta olmak zorundadır.

5 Ekim 2010 Salı

Ölüm, kendisini savaş ile taçlandırıyor!

Ölüm, kendisini savaş ile taçlandırıyor!

Saipan bir ada. İkinci dünya savaşı sırasında Amerikalılar tarafından işgal edildi. O gün bin Japon kendisini uçurumdan aşağıya attı. Aşağıya atmadan önce çocuğunun boğazını kesti. Ve baba, anne; elinde cansız çocuğunun vücudu ile uçurumdan aşağıya kendilerini attı .

Saipan kimse bilmez, belki de duymamıştır. Orada, intihar edenlerin yaşadıkları korkuyu kim anlayabilir? Korku, ölümü getirmişti. Hem de toplu ölümü.

Ada; Filipin denizinin, Pasifik denize birleştiği noktadaydı. Küçüktü, savaş tam orada 30 gün sürmüştü. Savaşın sadece ölüm getirdiğini orada yaşayanlar çok yakından bilir, çünkü onlar toplu olarak uçurumdan aşağıya kendilerini atmışlardır. Atamayanlar ise denize doğru yüzmüş, kendilerini suda boğulmaya bırakmışlardır. Dalgalar, kıyaya çocuk, kadın, erkek cesetleri taşırken, yukarıda kayalıkların üzerinde biri ölenlerin ana dilinde ‘teslim olun!’ diye bağırıyordu. ‘Ekmek ve su vereceğiz’ derken, ses denizin sonsuzluğunda yok olup gidiyordu.

Savaş ölüm, korku demekti. Saipan; uçurumdan aşağıya insanlığın kendisini bıraktığı yerdi .

Savaş, sadece orada toplu ölüm değildi. Nerede dağ, uçurum varsa ve orada eğer savaş varsa, uçurumun dibinde cansız bedenler, üstelik sivillerin cesetlerini görmek şaşırtıcı değildir.

Savaş, ölüm demektir. Mucize, yaşamın öteki adıdır, çünkü çağımızın savaşı kitlesel ölümleri, üstelik sinsi şekilde yaşanması anlamındadır. Günümüzde ölüm habersiz gelir, gaz bombası olarak. Sabra ve Şatilla’da, Halepçe’de olduğu gibi.

Savaş ilan etmeden savaş koşullarında ölen insanlar ne yazık ki Çernobil olayı ile yaşadılar, ölümler bugün dahi sınırların öteki tarafında da sürmeye devam ediyor. Hiroşima’da patlayan atom bombası sonrası ölümler bugün dahi devam ediyor.

Atom bombasının patladığı anda ölenler, vücutlarını uçurumdan aşağıya bırakacak zamanları yoktu . Bir anda görmedikleri ışık içinde gölgelerini kaldırıma bırakıp yok olmuşlardı.

Hiroşima’da bomba karaya düşmeden patladı, toprağa düşmediği içinde daha çok alanı ışık içinde bıraktı. Toprağa bırakmadı, çünkü toprak ışığını emecekti, etkisi daha az olacaktı, ışığı gökyüzüne bıraktı ve yok oldu insanlık.

Vahşiliğin yaşanması için her gün silah üretmeye devam ediliyor. Savaş çığlıkları hep gökyüzüne bırakılır. Barışın ayak sesini ise toprak taşır.

‘Dersim dört dağ içindedir’ diye bir türkü vardır, o türküdeki dağın yamaçlarına hiç baktınız mı? Savaşın izleri hala orada durur, tıpkı Saipan’da olduğu gibi.

Savaşta taraf yoktur, ölüm; ölüm ile kavga eder. Sonuçta kazanan; ölüm ile korkusu ile kendisini korur…

Saipan bugün tatil yeri, sahilleri ince kum ile kaplıdır. O savaş yılların izi sanki yok gibidir, fakat oraya giden biliri ki, orada güller daha kırmızıdır, kendisine özgü çiçekleri vardır. Her çiçek bir çocuğu, kadını, erkeği anlatır. Kan deniz ile buluşmuştur. Savaşın ölüm ile kucaklaştığı yerdir. Saipan ve Saipan gibi yerler savaşın olduğu her yerde kendisini yaşatmıştır.

Çölde açan çiçek değersiz kalır ölen insanın yanında.
İnsanlık savaş ile kendisini yok eder, bütün birikimlerini gökyüzüne bırakır. Savaş isteyenler bilir ki, bir anlık iktidar hırsı için her şeyi yok edilebilinir. Fakat o hırsı duyanların ne kemiği kalmıştır, ne de adları, sadece kutsal kitaplarda kahraman olarak bazıların adı anılır, ötekiler yok olmuş gitmiştir. Çöl kumu gibi savrulur gökyüzüne...


İnsanlık savaşa rağmen bugün ayakta duruyorsa, bir gün savaşın hepten ortadan kalkacağı inancını Saipan adasında yaşam bize fısıldamaktadır.