1 Ocak 2011 Cumartesi

Artık Avrupa Kültür Başkenti değiliz…

Artık Avrupa Kültür Başkenti değiliz…

2010 yılı bitmiştir, son dakikalarını da 31 Aralık günü yaşadık, yaşadığımız bir takvim dönencesi miydi, yoksa bir çok etkiliğin sonlanması anlamına mı geliyordu? Elbette yeni gelen vergileri de muştalıyordu, biten etkinlikleri de haber veriyordu.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti sıfatı ile bir yıl boyunca değişik etkinliklere imza atıldı, kendilerinin verdiği reklamlara göre 10 milyon izleyiciye ulaşılmıştır, (ki İstanbul nüfusu söylenenler ile resmi kayıtlarda tutulanlara göre daha aşağı bir rakama tekabül ediyor) etkinliklerin tüm İstanbul’u kucaklamadığının kanıtı olarak kendi kayıtları içinde durmaktadır, çünkü etkinliklere izleyici olarak gidenler birden çok etkinliğe katılmıştır.
Kültür başkenti sıfatı için resmi olarak vergiler toplanmıştır, bu vergiler bir havuza aktarılmıştır, elbette Avrupa Birliği’de katkı sunmuştur. Beklentilerin üzerinde büyük bir bütçe ile karşılaşılan yerde istenmeyen kokuların yaygınlaşması da kaçınılmazdır, çünkü insan bencildir ve bu bencillik içinde yandaşına ve kendisine büyük pay aktaracaktır. İstifalar, dedikodular bunun ilk işaretini projelerin pay edilmesi sırasında gündeme gelmiştir, hatta bir çok medya kuruluşunda da bu kokuların yankıları tartışılmıştır ve daha sonra bir şekilde üstleri örtülüştür, çünkü dedikoduyu yayınlayan kurumlarda bir bakmışsınız reklamlar dönmektedir. Bu reklamların veriliş amacı bugün elbette sorgulanmalıdır, neden bazı medya kuruluşlarında dedikodular gündeme geldiğinde reklam verilmiştir? Amacı nedir?
Projeler, hangi kriterlere göre desteklenmiştir ve verilen projelerden hangisi yazılı olarak taahhüt edilen sonuca ulaşmıştır? Çünkü projede beklentiler ve amaç anlatılır ve ona göre bir bütçe verilir, amaç ile Kültür Başkenti amacı arasında ne kadar uyumluluk söz konusudur?
Restorasyon çalışmaları, bir şehre bırakılan en önemli mirasıdır, bu restorasyonların ne kadarı gerçek amacına uygun gerçekleştirilmiştir? Çünkü Ayasofya’yı tazikli su ile yıkandığına dair haberler medyada yerini almıştır. Kaçta kaçı gerçek amacına uygun olarak ve verilen bütçe içinde gerçekleşmiştir, gerçekleştiren firmanın veya ekibin bu düzenlemeden ne gibi karı olmuştur, verecek ve alacak hesapları açıkça kamuoyuna sunulmalıdır.
Proje veren firmaların ve kişilerin iktidar ile ilişkileri bir şekilde de sorgulanmalıdır, çünkü iktidar ile Başkent projesini yürüten kurum arasında bir ilişki yapısından gereği vardır. Merkezi hükümetin denetimi ve yönlendirmesi ile bu proje hayat bulmuştur ve şu anda AKP iktidarının yaptıkları konusunda dedikodular hiç de az değildir. Bu kadar paranın olduğu yerde iktidar ile dolaylı ya da direkt ilişki olması kaçınılmazdır. Bu ilişkinin boyutu kamuoyu önünde açıkça tartışılmalıdır.
Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerin denetilmesi ve yeniden sorgulanması kaçınılmazdır, bunu ancak ve ancak hükümet ile bağlantısı olmayan tarafsız kurum ve kuruluşlar yapabilirler. Meslek odaları kendi pencerelerinde bu etkinlileri sorgulamalı ve kamuoyuna sonuçlarını açıklamalıdırlar. Elbette, Avrupa Kültür Başkenti yöneticileri hiçbir şeyi saklamadan bu denetleyici kurum ve kuruluşlara bütün defterlerini açmak zorundadırlar. Aksi halde oradan gelen kokular İstanbul’daki yaşamı daha da ağırlaştıracak ve insanlar içindeki güven duygusunun daha da kaybolmasına sebep olacaktır. Eğer bu etkinliklerin birinci amacı İstanbul kültürünün dünyaya duyurulması ve İstanbul şehrinde yaşayanlar arasında güven duygusunun güçlendirilmesi olarak okur isek.
Her medya kurumunda (taraflı, tarafsız) bol kepçeden verildiği anlaşılan reklamlar yayınlanmıştır. Neden baştan beri bu reklamlar verilmemişte, yıl sonuna yaklaştıkça reklamlar artmıştır? Ve yılın kapanış gecesi dahi bir çok medya aracında bu reklamlar dönmeye devam etmiştir. Bir şeyler mi saklanmak istenmektedir ki, sürekli rakamlar ile bir mesaj verilmeye çalışılmaktadır. Acaba ortada güvensiz bir durum mu vardır?
Kültür başkenti sıfatı taşıyan projelerden kimler ne kadar yararlandığına dair liste şeklinde kamuoyuna bilgi verilmelidir, hatta bu çalışmalar kitapçık haline getirilip sunulmalıdır. Firma sahiplerinin isimleri de açıkça yazılmalıdır, bazı isimler firma ve kültür kurumu adı altında gizlenme ihtiyacı duyulabilinir, bu ihtiyaca gerek yoktur, kaç profesyonel bu işten yararlanmıştır, bu profesyonellerin sağcısı solcusu olmaz, çünkü profesyoneller para karşılığında iş yapandır. İşlerini profesyonel mi yaptıkları da açıklanmalıdır, profesyonelce proje verenler, acaba amaca uygun gerçekten etkinlik yapmış mıdır ve amaçta belirtilen amaca uygun sonuç elde edilmiş midir?
Projeleri ret edilenler, ret edilen projelerini sene içinde hayata geçirdiler, onlar ile karşılaştırma yapmak mümkün müdür?
Avrupa Kültür Başkenti deyince sizin aklınızda ne canlanıyor, nasıl bir etkinliğe katıldınız, bir anınız var mıdır etkinlikler içinde… Elbette bu etkinlikler içinde yer alanlar ve yakınları bu sorunun muhatabı değillerdir.
Kötü kokuların üstleri kireç ile örtülebilinir ya da kokunun kaynağına inip ortadan kaldırabilirsiniz. Acaba hangisi tercih edilecektir?

Bir tüketim çılgınlığı daha sonlanırken…

Bir tüketim çılgınlığı daha sonlanırken…

Ulusal bayramlar ve dini bayramlar; bir ulus devlet için, tüketimin teşviki için önemli günlerdir. O günlerde o topraklar üzerinde yaşayan, her kültürden bireylerin alışveriş yaptığı günlerdir ve o günlerin ulusal sermaye birikimi için önemli işlevleri vardır.
Ulus devletinin yaşaması ve gelişmesi için toplumun ortak hareket ettiği / eğlendiği günler önemlidir. Ne kadar ortak eğlenme günü çoğaltılırsa, o kadar sermayenin hareket etmesi anlamına gelmektedir, kısaca yastık altına konan paraların o günlerde harcanması ve tüketilmesi olarak da algılayabilirsiniz.
Ulus devleti kavramının zaman içinde çöküp, yerini başka bir sistem alacağı, ulus devleti yaşarken yaşanan gelişmelerden anlaşılabilir, çünkü her sistem kendi içinde kendisini yok edeni besler ve büyütür. Ulusal sermayenin artık ulus toprakları içinde kalamayacağı anlaşılması üzerine, uluslar üstü sermaye birikimin oluşması için, uluslar üstü firmaların oluşma süreci de ulus devletinin oluşmasından kısa bir süre sonra ortaya çıkmıştır. En büyük uluslar üstü firmalar silah sanayisinde üretim yapan ve projeler geliştiren firmaların olması tesadüfi değildir, çünkü teknolojinin ülkeler arasın hareket etmesini engellemek için, bu uluslar üstü firmaların oluşması dünyayı yöneten zengin devletler için varlık sebebi olması da tesadüfi değildir. Bu sayede zengin ülkeler, zenginliklerine daha çok değer katarken, varlık sebebi olan ve az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri kontrol etmeleri içinde bir araç olmuştur. Teknoloji sahibi ve teknoloji kontrol eden ülkeler ve onların firmaları dünyayı görünmeyen masalarda pay etmişlerdir. Bu firmalar; bir birlerin piyasasına girmeden; rekabet edere gibi gözüküp ama rekabet etmeden kendilerini geliştirmişlerdir. Bugün kredi kartlarındaki iki büyük firmanın dünyaya yayılımına bakarsanız aynı rekabet kuralını izlediklerini görürsünüz.
Global piyasanın adı konulduktan ve G8 ülkelerin isimleri ortaya çıktıktan sonra, gelişen süreçte global çapta tüketim günlerinin artması tesadüfi değildir. Dünya “anneler gününü” ortak kutlamaktadır, yılbaşı önem kazanmaktadır ve yine evrensel anlamda kutlanan bir çok bayramlar ve özel anlamlar içerlemiş günlerin oluşturulması tesadüfi değildir. Bu günler her geçen yılda da artacaktır, kaçınılmazdır, çünkü piyasada hareket eden paranın daha hızlı hareket etmesi ve yastık altına saklanan paraların ortaya çıkarılması için bu tüketim günleri önemlidir. Eskiden daha minimal çapta olan olgu, bugünlerde; evrensel boyutta ve ortak sembollerin kullanıldığı tüketim çılgınlığına doğru yol alıyoruz. Hatta o kadar özel ölçekli günler ilan edilmektedir ki, insan bir anda onun havasına kapılıp, o günler içinde o tüketici maddeyi tüketmeye başlayabiliyorsunuz, üstelik bayram ve özel gün ilan etmeden. Buna örnek olarak Harry Potter kitaplarının ya da bilgisayar ve oyun sektöründe çıkan yeni sürüm oyun gibi reklamı aylar öncesinden yapılan tüketim günü gibi. Binlerce insan o ürünün satıldığı yerin önünde kuyruklar oluşturabilmektedir. Ülkemizde kısa bir süre önce H&M firması, global çapta bir modacının ürünlerini kendisine göre çok ucuz ama normal olarak (bizim piyasamızdan bakarsak) çok pahalı bir fiyata satışa sunduğu gün, o mağazanın önünde kuyruklar oluşmuştur. Normal olarak 50 liraya alabileceğimiz benzer bir kıyafeti, o gün o mağazadan bir marka olduğu için indirimli fiyatı olan 300 liradan aldık! Global çapta yapılan bu uygulama o gün dünyadaki tüm H&M mağazalarında gerçekleşmiştir. Kültür farkı gözetmeden bütün mağazaların önünde kuyruklar oluşmuştur. Bir çılgınlıktı bu, bunun adı ne olabilir sizce?.
Yeni yıl, yani takvimlerin değiştirildiği gün son yıllarda bütün dünyada aynı şekilde karşılanır oldu ve aynı kıyafetlerin ve caddelerin, sokakların ve bir birine benzeyen mağazaların vitrinlerinin olduğunu görebilirsiniz. Hangi ülkeye giderseniz gidin sizi benzer görüntüler karşılayacaktır. Sınır ortadan kalkmıştır, tek fark aradaki zamandır.
Yeni yılı ilk kutlayan (karşılayan) Avustralya ve Yeni Zelanda’dır ve bir futbol stadyumunda maçlar sırasında yapılan dalga hareketi gibi bütün dünyayı havai fişek görüntüleri kucaklayacaktır. Saat gece yarısı 00:00 gösterdiğinde havai fişekler gökyüzünü renklendirmekte ve şampanyalar patlatılmaktadır. Meydanlar çığlıklar ve haykırışlar eşliğinde çılgınca bir dans yapılmaktadır. Görüntünün hangi ülkeden geldiğinin önemi yoktur, o an yapılan tüketimin tüketildiği andır ve o an bütün insanlar kendilerini rahatlatmaktadır. Yılın bütün stresi, yorgunluğu çığlıklar eşliğinde gökyüzüne bırakılmaktadır. Bir birini tanımayan insanlar, bir an için birbirini tanıyormuş gibi yapmaktadırlar. Ortak eğlendiklerini düşünmektedirler, hatta düşünmeden çılgınca hareket edebilmektedirler. Çılgınlık globaldır.
CocaCola firmasının renklerini taşıyan Noel baba kıyafetleri sanki binlerce yıldır içimizde yaşıyormuş gibi algılamakta ve o kıyafetleri hangi dinden, mezhepten olduğu fark etmeden bütün insanlar giyebilmektedir. Çılgınlığın neden olduğu tüketim alışkanlıklarının kazanılması; neden sorusunu sormaz, sadece tüketir. Çünkü bütün dünya öyle eğleniyorsa eğer, o şekilde bizde eğlenmek zorundaymışız gibi algılarız bilinçaltından ve o bilinçaltından gelen hareketlerimiz, aslında başka duygularımızın biz farkına varmadan ortaya çıkarılmasıdır. Biz tüketirken, sıradan Amerikalıdan farkımız yoktur ya da bir Almandan. Tüketirken ortak duygular yaşamaya başlarız, bu ortaklık duygusu nasıl oluştuğunu ve neden oluştuğunu sorgulamayız, sadece çılgınca ve cebimizde olandan fazlasını tüketiriz ve borçlanırız.
Bu çılgınlık gecesi sonucunda, ne kadar insanın sabah borçlu olarak uyandığını sorgulamayız. Bir bağımlılık ilişkisi içinde olan borçlu insan; bir çok şeyi sorgulamaz, borcunu ödemek için çılgınca bir yıl çalışır ve işinden olmamak için de her türlü özveriyi ve ayakta kalmak için en yakınındaki arkadaşının sırtına basmayı da ihmal etmez.
Tüketim çılgınlığı insanı bireyselleştirmekte ve yalnızlaştırmaktadır. Bu yalnızlık duygusunu alışverişe çıkarak daha çok mal almakta ve tezgahtar ile iki kelime konuşmak için fırsat kollayarak geçirir. Yalnız insanların alışveriş çılgınlığı hat safhadadır. Her bütçeye uygun mağazalar tüketim için hazırdır ve profesyonel personel; tüketici kitlesine göre mağazaları biçimlendirir ve yaşam içine uygularlar. Tüketiciyi daha iyi analiz edebilmek için global firmalar; her kültüre uygun tüketici profili çıkarmak için değişik meslek gruplarından yaralanırlar ve onların verdiği rapora göre ülkeler arasın kültür farklılıklarını küçük düzenlemeler ile onları kucaklamaya çalışırlar. Kimse artık o mağazanın ulusal mı, global mı olduğu düşünmez, gider ve tüketir.
Son yıllarda mağazalara müşterilerini izleyen profesyonel antropologların çalışması tesadüfi değildir. Onları verdiği raporlara göre reklamlardan, ışığa, ışıktan renklere kadar her şey ayarlanabilmekte ve bu sayede ulusal çaptaki küçük mağazaların erimesine ve yok olmasına sebep olabilmektedirler. Marka önemlidir ve markalar küçük markaları kendilerine bağlamaya devam etmektedirler.
Yılbaşı bir tüketim çılgınlığının gloabal çapta yaşandığı günlerden biridir ve bugün sonlanmıştır, bir daha ki yılbaşına kadar. O güne kadar yeni ürünler tasarlanacak ve yeniden global çapta üretilip tüketiciye sunulacaktır. Bugünlük bu çılgınlık sonlanmıştır, bir daha ki çılgınlığa kadar.
Çılgınlığın bir tek anlamı vardır, sermayenin global çapta hızlı hareket etmesidir, bu da global ekonomiler için önemlidir. Ulusal devletlerin en önemli gelir kaynağı artık dolaylı vergilerdir. Benzin örneğinde olduğu gibi maliyetin üç katı vergi alarak, ulusal hükümetler kendi bütçelerini düzeltmeye çalışıyorlar ama bir yandan sıcak parayı ulusal kasaya toplarken onun kat be kat parayı bu global firmaların kasalarına akmasına da sessizce izlemek ile yetinmektedir.
Çılgınlık günleri; ulus hükümetlerinin işine yarıyormuş gibi gözükmüş olsa da, aslında bütçe açıklarının daha da büyümesine ve insanların daha da borçlanmasına sebep olmaktadır. Global çılgınlık sadece paranın evrensel boyutta ve kontrollü bir şekilde hareketini sağlamaktadır ve tröst firmaların daha da büyümesine ve yayılmasına yaramaktadır.
Çılgınlık günleri globaldır ve küresel olarak insanlar ortak imgelerle ve ortak tüketim araçları ile eğlenmeye devam etmektedirler.
İsmail Cem Özkan

30 Aralık 2010 Perşembe

Fotoğrafta hep geçmiş vardır.


Fotoğrafta hep geçmiş vardır.

Yaşamın geçmişini; siyah beyaz mı görüntüler, yoksa geçmiş hep siyah beyazlardan mı oluşur? Elbette sorunun soruş biçimine göre yanıtlar alırsınız. Ben de önümde duran fotoğrafa bakıyorum, sonra bu fotoğrafta ne görüyorum diye düşünüyorum, çünkü her bakış; fotoğrafı yeniden yaratır, yaratış sürecine bir bakış ile başlarsınız. Ben de ilk anda gözüme çarpan kontrastlar ve keskin ayrıntıların içinde bu fotoğrafı yorumlamak için kafamdaki biriktirdiğim birikmelerimden yararlanmak istiyorum. Çünkü her fotoğraf, geçmişe dair bir şeyi anlatır, ister renkli ister siyah beyaz... Fotoğrafta hep geçmiş vardır.
Bir fotoğraf duruyor önümde. Mardin'de çekildiğini sanıyorum belki de Nevşehir veya Niğde de... Tabii oralarda hala bu tip binalar kalmışsa eğer. Gün doğumu ya da batışı arasında tedirginlikte kaldım; acaba hangisi diye düşünürken, sabahın çiğini gördüm sanki adamın kıyafetinde ve eşeğin baktığı noktada. Bir sabah güneşi var gibi.
Taş işçiliğin en güzel örneklerinin önünde, bir yaşanmışlığın izleri var, gölge o yaşanmışlığın üzerini örter gididir. Gözler karanlıktadır, karanlık olan sadece gözler mi, zaman. Zaman durmuştur. O an, bir film karesi içinde sonsuzluğun dehlizlerine doğru yol almaktadır. Durmuş bir zamanın, zamanı olur mu?
Her fotoğraf karesinde zaman durur ama fotoğrafa bakanın zamanı. Her bakan başka zaman içinde o durmuş zamana bakar. Durmuş olan şey acaba zamanın hiç olmadığını mı ifade ediyor; yoksa o zamanın, o anın, o saniyenin donduğunu mu? Zaman donar mı?
Bir kış günüdür orada zaman, kıyafetler kışı anlatmaktadır, soğuk bir günün içinde güneşin yeryüzünü kucaklamaya başladığı anlarda dondurulmuş zaman.
Fotoğrafa bakıyorum, fotoğraftaki eşek mi katır mı? Yani melez bir canlı mı? Şimdi her şey melezleştirildiği gibi, yeni canlı türleri de ortaya çıkardılar, eğer arabalar olmasaydı, bugünlerde taşıma aracı olarak bu canlıları ne hale döndermiştik? Yaşadığımız alandan kovduk bu güzelim emekçi hayvanları, artık yoklar. Şimdiki çocuklar eşekleri, atları ve varsa eğer katırları hayvanat bahçesinde görür haldeler. Yoklar, yok oldular, yok olurken emeğinden yararlandığımız hayvanın etinden faydalandık, sucuk oldu, bonfile oldu… Sormadık onlara, ne yapmak istersiniz eğer yaşam alanımızdan çıktığınızda. Soramazdık, çünkü bizler bencilce tüketmeye alıştık, işlevini kaybedenler ise hemen kapının önüne konur, tıpkı tüm emekçiler gibi. Verimli değilse, geçmişin artık bir anlamı yoktur, durağan bir andır ve şimdiki zaman içinde yoktur. Verimli değildir ve yaşam alanımızda onu ancak fotoğraflarda görürüz.
Katır ya da eşeğin sırtında (bakın ben bile artık emin değilim hangisi olduğu konusunda) ki kutuların içinde ne vardır acaba?
Çocukluğumda, köy köy dolaşarak çerçicilik yapanlar vardı. O kutularda onların getirdikleri şeyler olurdu, sonra film gösterenler olurdu. Bir beyaz perde çekilir ve akşam film gösterilirdi. O seyredilen film, günlerce dilden düşmez, çocuklar o gördüklerini oyunlarında canlandırırdı. Köye genelde kovboy filmleri gelirdi, neden kovboy gelirde bir Ağrı Dağı Efsanesi gelmezdi, bilemezdik, çünkü onu soracak kadar bilgi birikimiz yoktu. Ama geleni seyretmekte büyük zevk verirdi, köyün dışında da yaşam olduğunu öğrenirdik, özlem duyardık içten içe… Görmediğimiz, bilemediğimiz yaşama… Fotoğrafta zaman, henüz yakın tarihi göstermektedir, çünkü adamın elindeki çanta yakın zamana aittir. Geçmişin izlerine bakarken aslında çok yakın bir zamana bakıyoruz, geçmişin izlerini taşıyan bir yere bakmaktayız…
Adamın gözlüğü ve zayıf olması dikkat çeken öteki taraf, bir ezilmişliği sembolize eder gibidir. Ötekidir bir yandan bir yandan içimizdeki biridir. İkisinin arasında gidip gelmektedir, tıpkı fotoğrafın bugün ile geçmiş arasında gidip geldiği gibidir. Dünü yaşar gibidir, bugünü yaşarken dünü yaşamaktadır. İki zaman arasında bir yerde duruyor.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Nefret beslenirken…

Nefret beslenirken…

Türkiye’de Yahudi düşmanlığı çok sinsidir, gizliden gizliye gelişir ve bir an patlama ile sonuçlanır. Düşmanlık o kadar gizli işlenir ki, düşündüğünüz şeyin ve verdiğiniz tepkinin doğal olduğunu düşünürsünüz, çünkü düşmanlık artık doğallaştırılmıştır ve ona gösterilen tepkileri de doğal algılarsınız.
Düşmanlık, nefret duyguların okşanması ile oluşur. Nefret duyguları da; sizin ile direkt alakası olmayan olaylar üzerinden birikim sağlanarak oluşturulur. Çoğu zaman bilmeyiz, neden nefret ettiğimiz ama nefret ederiz, çünkü bizim duygularımıza, düşlünce yapımıza bir şekilde işlenmiştir. Bu işleyiş çocukluktan başlar, ölünceye kadar süren bir süreçtir ve nefret öyle bir hal alır ki, sanki kan davası varmış gibi kuşaktan kuşağa aktarılır. Üstelik hiç konuşmadan da düşmanlık ve nefret duyguları yapmış olduğunuz mimikler ve küçük tepkiler ile bile aktarılabilinir.
Türkiye’de sürekli vurgulanır, İspanya’nın kovduğu Yahudilere kucak açtık. Ne mutlu, iyi ki açmışlar. Kucak açıldıktan sonra ise, Yahudilere alttan alta bir düşmanlıkta beslenir olmuş, çünkü onlar gelirken İspanya’nın birikimini de getirdiler ve Osmanlı imparatorluğunu bir adım öne taşıdılar. İmparatorluk öne taşınırken, elbette bu işten rahatsız olanlarda vardı, kurulu düzeni bozulan da.
Kurulu düzeni bozulan hep yeniliklere ve yenilik getirenlere düşmanlık besler, çünkü kaybedeceği bir şeyleri vardır ve kaybetmiştir. Toplum boşluk kaldırmaz, o boşluklar da dolar. Boşlukları dolduranlar elbette bilgi birikimi iyi, yeni ile uyum sağlamışlar olacaktır ve bu yeniler de zaman içinde eski olacak ve toplumun dışına düşeceklerdir. Tanrının birer gölgesi değildir ki, sürekli kalsınlar. Tanrının gölgesini iddia edenler bile zaman içinde yok olup gitmişlerdir, ne onlardan ne de ailelerinden miras kalmıştır bugüne… Fakat kalan bir şeyler de vardır, o şey nefret duygusudur ve düşmanlıktır. Bu iki duygu; eğitim ve gelişmişlik ile açıklanamaz durumdur, çünkü hiç beklemediğiniz biri nefret duygusu içinde, çevresine saldırıyor olabilir. Eğitim ve kariyer bile bu duyguların ortadan kalmasına neden olamayabiliyor.
Son Mavi Marmara gemisi olayı ve sonuçları henüz tam orta yere serilmedi, fakat geçmişte yaşanan duygular su yüzüne çıktı. Yahudi düşmanlığı İsrail düşmanlığı eksenli olarak patlama yaşadı. Bu patlamayı görmek için; o duygular içinde, ellerinde bayrak alıp Taksim’e çıkanlara bir bakmış olsaydınız, sağcısından, solcusuna, radikalinden, öğretim üyesine, gazetecesinden, ayakkabı boyacısına… yani toplumun her kademesinde yer alan birilerini görürdünüz. O günlerde ve bugünlerde (Mavi Marmara gemisi yeniden İstanbul’a geldi) medyada atılan başlıklara bakmış olsaydınız, bu düşmanlığı içselleştirmiş sağcı, solcu liberal gazeteleri ve ekranları görürdünüz. Mavi Marmara gemisinin İstanbul’a gelişini ana kapaktan girenler de gizli ya da açık bir Yahudi düşmanlığının olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Düşmanlığın sağcı, solcusu ve okumuşu olmaz, hepsi bir pota içinde yerlerini alırlar.
İstanbul’da bir Cem Evine bir bayrak yüzünden saldırı yapanlarında; düşmanlık ve nefret duygularının dışa vurumunu yaşadık. Bu düşmanlık duygusu sembol olarak bayrak gösterilmiş olsa da, saldır mekanın bir Cem Evi olması göz ardı edilemez. Cem Evi Alevi ibadet yeridir ve Alevilere karşı gösterilen nefret ve düşmanlık duygusunun dışa vurulacağı alanlardır.
Yahudiler, Aleviler ve diğer azınlıklara karşı gösterilen düşmanlık ve nefret duygusu altan alta bilince işlenirken, yasalar nezdinde de bu düşmanlık korunmaktadır ve kollanmaktadır. Nazi Almanya’sı Yahudi Soykırımını yasalar ile düzenlemiş ve uygulamıştır. Ermenilere uygulanan tehcir; yasalar ile düzenlenmiş ve uygulanmıştır. Yasalara saygılı olanlar tarafından işlenmiştir bu duygular ve bugün kınadığımız, bir daha olmasın dediğimiz uygulamalar.
Türkiye’de Yahudi düşmanlığı 2. dünya savaşı sırasında en üst boyuta çıktı. 6-7 eylül olayları sırasında hiç alakaları olmadığı halde dükkanları yağmalandı, getirilen vergilerden ilk onlar etkilendi. Türk karikatürün babası sayılan Cemal Nadir bile karikatürlerinde Yahudi düşmanlığını öyle bir şekilde işledi ki, düşmanlık yokmuş gibi algılandı. Erzurum sürgünleri içinde Yahudilerin olması, Dersim’de Alevilerin yok edilmesi, Koçgiride Alevi köylerin boşaltılması ve yağmalanması, HES’ler ile günümüzde uygulanan sosyal değişim içinde azınlıklar ve diğer kültürlerin olduğu bölgede yoğunlaşması tesadüfi değildir, içten içe ve bilinç altına işlenmiş düşmanlık ve nefret duygusunu dışa yansımasıdır ve bu duygulardan para kazananlar ve beslenenler olduğu sürece de halklar ve kültürler arasında düşmanlık beslenecek ve büyümeye devam edecektir.
Mavi Marmara gemisini tekbir ile karşılayanlar açık olarak Yahudi ve diğer azınlıklara karşı düşmanlıklarını saklamıyorlar, onların bu duygularına kapalı olarak destek verenler ise, sinsice düşmanlıkları beslemeye ve nefret duygusunu kendi çevresine yaymaya devam ediyorlar.