30 Aralık 2010 Perşembe

Fotoğrafta hep geçmiş vardır.


Fotoğrafta hep geçmiş vardır.

Yaşamın geçmişini; siyah beyaz mı görüntüler, yoksa geçmiş hep siyah beyazlardan mı oluşur? Elbette sorunun soruş biçimine göre yanıtlar alırsınız. Ben de önümde duran fotoğrafa bakıyorum, sonra bu fotoğrafta ne görüyorum diye düşünüyorum, çünkü her bakış; fotoğrafı yeniden yaratır, yaratış sürecine bir bakış ile başlarsınız. Ben de ilk anda gözüme çarpan kontrastlar ve keskin ayrıntıların içinde bu fotoğrafı yorumlamak için kafamdaki biriktirdiğim birikmelerimden yararlanmak istiyorum. Çünkü her fotoğraf, geçmişe dair bir şeyi anlatır, ister renkli ister siyah beyaz... Fotoğrafta hep geçmiş vardır.
Bir fotoğraf duruyor önümde. Mardin'de çekildiğini sanıyorum belki de Nevşehir veya Niğde de... Tabii oralarda hala bu tip binalar kalmışsa eğer. Gün doğumu ya da batışı arasında tedirginlikte kaldım; acaba hangisi diye düşünürken, sabahın çiğini gördüm sanki adamın kıyafetinde ve eşeğin baktığı noktada. Bir sabah güneşi var gibi.
Taş işçiliğin en güzel örneklerinin önünde, bir yaşanmışlığın izleri var, gölge o yaşanmışlığın üzerini örter gididir. Gözler karanlıktadır, karanlık olan sadece gözler mi, zaman. Zaman durmuştur. O an, bir film karesi içinde sonsuzluğun dehlizlerine doğru yol almaktadır. Durmuş bir zamanın, zamanı olur mu?
Her fotoğraf karesinde zaman durur ama fotoğrafa bakanın zamanı. Her bakan başka zaman içinde o durmuş zamana bakar. Durmuş olan şey acaba zamanın hiç olmadığını mı ifade ediyor; yoksa o zamanın, o anın, o saniyenin donduğunu mu? Zaman donar mı?
Bir kış günüdür orada zaman, kıyafetler kışı anlatmaktadır, soğuk bir günün içinde güneşin yeryüzünü kucaklamaya başladığı anlarda dondurulmuş zaman.
Fotoğrafa bakıyorum, fotoğraftaki eşek mi katır mı? Yani melez bir canlı mı? Şimdi her şey melezleştirildiği gibi, yeni canlı türleri de ortaya çıkardılar, eğer arabalar olmasaydı, bugünlerde taşıma aracı olarak bu canlıları ne hale döndermiştik? Yaşadığımız alandan kovduk bu güzelim emekçi hayvanları, artık yoklar. Şimdiki çocuklar eşekleri, atları ve varsa eğer katırları hayvanat bahçesinde görür haldeler. Yoklar, yok oldular, yok olurken emeğinden yararlandığımız hayvanın etinden faydalandık, sucuk oldu, bonfile oldu… Sormadık onlara, ne yapmak istersiniz eğer yaşam alanımızdan çıktığınızda. Soramazdık, çünkü bizler bencilce tüketmeye alıştık, işlevini kaybedenler ise hemen kapının önüne konur, tıpkı tüm emekçiler gibi. Verimli değilse, geçmişin artık bir anlamı yoktur, durağan bir andır ve şimdiki zaman içinde yoktur. Verimli değildir ve yaşam alanımızda onu ancak fotoğraflarda görürüz.
Katır ya da eşeğin sırtında (bakın ben bile artık emin değilim hangisi olduğu konusunda) ki kutuların içinde ne vardır acaba?
Çocukluğumda, köy köy dolaşarak çerçicilik yapanlar vardı. O kutularda onların getirdikleri şeyler olurdu, sonra film gösterenler olurdu. Bir beyaz perde çekilir ve akşam film gösterilirdi. O seyredilen film, günlerce dilden düşmez, çocuklar o gördüklerini oyunlarında canlandırırdı. Köye genelde kovboy filmleri gelirdi, neden kovboy gelirde bir Ağrı Dağı Efsanesi gelmezdi, bilemezdik, çünkü onu soracak kadar bilgi birikimiz yoktu. Ama geleni seyretmekte büyük zevk verirdi, köyün dışında da yaşam olduğunu öğrenirdik, özlem duyardık içten içe… Görmediğimiz, bilemediğimiz yaşama… Fotoğrafta zaman, henüz yakın tarihi göstermektedir, çünkü adamın elindeki çanta yakın zamana aittir. Geçmişin izlerine bakarken aslında çok yakın bir zamana bakıyoruz, geçmişin izlerini taşıyan bir yere bakmaktayız…
Adamın gözlüğü ve zayıf olması dikkat çeken öteki taraf, bir ezilmişliği sembolize eder gibidir. Ötekidir bir yandan bir yandan içimizdeki biridir. İkisinin arasında gidip gelmektedir, tıpkı fotoğrafın bugün ile geçmiş arasında gidip geldiği gibidir. Dünü yaşar gibidir, bugünü yaşarken dünü yaşamaktadır. İki zaman arasında bir yerde duruyor.

Hiç yorum yok: