15 Ekim 2015 Perşembe

Profesyonel!

Profesyonel!

2009 yılında devlet tiyatroları sahnesinde seyircisini selamlayarak başlayan Duşan Kovaçevic’in yazdığı oyun bugün dahi salonu doldurarak seyircisini selamlamaya devam ediyor.

Peki, bu oyun neden uzun zamandır sahnelerde ve oyuncular her oyunda aynı performansı gösteriyor? Ben 6. sezonda gidip oyunu izleme şansına sahip oldum, oyuna girerken bu kadar ilgi gören bir oyunun neden ilgi gördüğü konusunda kafamda sorular ve kendimce bulduğum cevaplar içinde girdim. Çünkü oyun hakkında daha önce okuduğum (ki ben hiçbir oyuna önceden hazırlanarak gitmem, bağımsız bir göz ile oyunu izler, sahne düzeni içinde oyuncular ile seyircinin tepkisini gözlemler ve sonra eğitimin bana vermiş olduğu ön yargılar içinde oyunu irdelerim. ) bir çok makalede ‘harika’, ‘mükemmel’, ‘mutlaka izlenmeli’ cümleleri okumuştum. Bu kadar övgü alan ve oyuncuları ödül almış bir oyunu yıllar sonra ‘artık artık yeter, başka oyun oynamak istiyorum!’ ruh hali oturmuşken izleyeyim dedim! Ama beklentimin dışında sanki ilk oyun oynar gibi heyecanlı, hareketli, eğlenceli, zaman zaman hüzünlendiren, kahkahanın eksik olmadığı bir oyun ile karşılaştım. Ön yargılar ile gidilen her yol mutlaka sizi şaşırtan, ön yargıları kıran bir şeyler ile karşılaşırsınız, ki ben oyunun ilk ışığı açılırken duygusal olarak o beklentileri ortadan kaldırdım ve hiçbir şey okumamış, duymamış gibi kendimi oyunun havasına bıraktım. Bu benim bir tercihim, çünkü hangi oyuna gidersem gideyim oyunun bana vermek istediği hava içinde eğlenmek, hüzünlenmek ve anı yaşamak istiyorum, dışarıda başka hayat akarken birkaç saatimizi belki dakikalarımızı kendimiz için kullanma hürriyetini kullanalım! Bir küçük ya da büyük salonda orada yaşayanların ve sahnede olanların oluşturmuş olduğu dünyada dakikalar içinde yaşamak bile insanı yaşadığı coğrafyadan, siyasi gerginliklerden ve birikmiş öfkeden uzaklaştırıp başka bir duruş noktasına çekip, bir de buradan bak diyen bir mesajı bilin altına, üstüne atıyoruz / alıyoruz.

Oyunun konusuna gelmeden sahne, ses, ışık ve benzeri teknik konulara kısaca değineyim, çünkü oyunu bütün yapan bu teknik alt yapıdır. Alt yapı kötü olursa oyuncunun sahnede yeteneğini ortaya koyması sanıldığı kadar kolay değildir. Elbette bazı oyuncular en kötü dekor önünde de devleşip, sahnedeki bütün olumsuzlukların üstünü örtebilir ama bu genelde tek kişilik oyunlar için geçerlidir diye düşünüyorum. Sahne; iki masa, bir üç kişilik deri koltuk bir kitaplık, ki oyun içinde sadece görüntü olarak yerini almıştır, işlevi görselliktir. Bir mini bar. Karşı oteli gören bir pencere. Daktilo, kağıtlar, kitaplar… Seyirciye göre sola açılan bir kapı. Büro olarak tasarlanmış. Oyun ile hiçbir bilgisi olmayan için sahne ilk sözünü söyler. Burası bir dergi ya da yayınevi editör odasıdır. Işık oyunun girişinde daktilo sesi ile birlikte açılır, Teodor Teya Kray olduğunu öğreneceğimiz bir kişi daktilo ile bir şeyler yazmaktadır. Yan odada eski halk türküleri çalmaktadır. Daha doğrusu Sırp yerel türküleri ve kulağımızın aşina olduğu Roman türküleri… Köylülerin türküleri olduğunu oyun içinde Teodor (Teya) seslendirecek. Çünkü geldiğin yeri unutma, burada sen buraya ait değilsin, döneceksin mesajı verilmek istendiği vurgusu özellikle oyunda belirtilecektir. Teya yayınevine editör olarak atanmış ve yüzellisekiz kişiden sorumludur. Batmakta olan bir yayınevin de önemli bir görevdedir, oranın düze çıkması için canla başla çalışmaktadır… Müzik seyirciyi rahatsız etmeden arka fonda izleyiciye mesajını vermeye devam eder. Zaman zaman oyunun akışına göre kulağımıza gelen ses, oyun içinde akışa uygun olarak hepten ortadan kalkmaktadır.

Teya 40. yaş gününü kutlayacaktır. Sekreteri olan Marta ile çıkıp o günü birlikte kutlayacak ve eğleneceklerdir. Ama olaylar öyle bir şekilde akar ki beklenti ve istemlerin hepsi oyunun havası içinde buharlaşacak ve birer beklenti olarak kalmasına sebep olacaktır. Oyunun konusu anlatırken bu noktaya değineceğim. Marta aynı zamanda onun eli kolu gibidir, zor anlarında sığınacağı bir liman işlevi görür, rahatsız olduklarını kendisinden uzakta tutan küçük sırlarını paylaştığı bir roldedir. Marta kocası ölmüştür. Çocuğu vardır. Teya eşi ile ilişkisi bilinmez ama ayrılmıştır ve emniyette çalışan biri ile evlidir. Eski eşinden bir çocuğu vardır.

Luka Laban, 30 yıl devlete polis ve ajan olarak görev yapmış, iki sene önce emekli olmuş ve şimdi taksi şoförü olarak hayatını kazanmaya çalışan eski rejimin sadık adamı. Olayları tecrübesine ve devlet bilgisine göre yorumlayan ve somut çıkarımları olan biri konumundadır. Bir oğlu vardır ve rejim karşıtı olduğu için yurt dışında yayıncılık yapmaktadır.

Didaskalik (Fransızcada “talimat” anlamında didascalıe sözcüğü için eleştirmenler birçok terimde olduğu gibi farklı karşılıkları tercih etmektedirler: didascalie, didaskalik metinler, sahne açıklamaları, sahne bilgileri, sahne yönlendirmeleri veya ayraç içleri, yan metin gibi.) oyun içinde kullanılarak seyirciyi oyuna yabancılaştırarak bir anlamda oyunda verilmek istenen mesaja dışarıdan bakmak için olanak sunan nefes alma konumunda kullanılmış. Oyunun temposu içinde aslında yazar bakın bunun altını çiziyorum, buraya bakın der ama her alt çizgisi ya da parantez içinde ki kelimeler mesaj vermez, seyirciyi hazırlar, o hazırlık içinde seyirci gelmekte olan mesaja doğru algısını açmakta kullanılır. Rejim eleştirisi aynı zamanda yaşanan çağın eleştirisidir. Değişim, değişim sonrası yaşadığımız anın kara mizah yöntem ile eleştirisini yaparken eğlenceli boyutunu öne çıkararak bir anlamda yaşadığımız trajediye parmak basmaktadır.

Oyunun konusu aslında yaşadığımız çağın bir sahneye uyarlanmış komik ama trajediyi içine iyi harmanlanmış halidir. Emekli bir polis, yayınevinin yöneticisi ile randevusuz görüşmeye gelmiştir. Annesinin hitabesini kullanarak Teya ile görüşmeyi başarır. Elinde iki çanta vardır, biri çok büyük, diğeri ise kitaplar içine sığacak şekilde olan bir çantadır. Önceleri kim olduğunu araştırır Teya, her davranışı önceden yan metin olarak okur. Sonuçta ne asker arkadaşıdır ne de çocukluk arkadaşı ama hayatının en ayrıntılı şeylerini bilmektedir.  Luka, kendisini polis olduğunu ve onsekiz yıl boyunca izlediğini belirtir. Devlet adına devlet düşmanını izler. O dönemlerde yazarlar lokaline takılan şair ve öykü yazarı bir genci takip etmektedir. İdealist, özgürlük isteyen ve var olan rejim ile barışmayan biridir. Her sözünü kayıt altına alır polis. O artık özel ilgi alanındadır. Polis teşkilatı bireyleri tek tek o dönemin olanakları içinde izlemekte ve izlediği kişinin karşısına değişik mesleklerde çıkmaktadır. Çevresini iyi gözlemlemeyen biri bu kimlik değiştiren kişiyi fark etmez. Yakın takiptedir ve konuşulanları kayıt altına alabilecek kadar da yan yanadır… Rejim kendisini korumak adına bireyleri izlemekte ve raporlaştırmaktadır yani fişlemek. Fişlenen dosyanın kabarık olduğunu oyun içinde cilt cilt çıkan kitap şeklinde hazırlanmış dosyalar ile öğreniyoruz.
Luka, polis teşkilatının kendisine verdiği görevi devletin çıkarı yönünden yerine getirirken, bir süre sonra kurbanından etkilenmeye ve bu etkinin sonucunda oğlunun teşviki ile fişleri birer edebi dile döndürmeye başlamış. Yıllar içinde biriktirdiği fişler (raporlar) birer öyküye dönüşmüştür. Konulara göre ayıran Luka yıllar sonra ameliyat öncesi kendi gerçekliği ile yüzleşmek adına kurbanı ile yüzleşme ve onun da olurunu alarak son yolculuğuna çıkmak istemektedir.

Oyun bir polis ve kurbanın yüzleşmesi olarak kurgulanmış ama kim kurban, kim avcı olduğu konusu iç içe geçmiştir. Devlet mekanizmasının rejimin adı ne olursa olsun aynı işlediği ve yeni geleninde aynı şekilde devam ettiği bilgisi vardır. Hangi rejim ismi ne olursa olsun devlet denen mekanizmasının olduğu yerde kurban, avcı ve de bu işi düzenleyen bir teşkilatın olduğu ve olacağı vurgusu oyunun tüm sahnelerine işlenmiştir. Olay her ne kadar Belgrad’ta geçiyor olsa da, Tito rejiminden bugüne doğru yönelmiş olsa da aslında adlarını değiştirin her ülkeye ve her rejime uyarlayabilirsiniz.

Bugün ülkemizde kendisini halktın tek temsilcisi gören birini koruyan yasal düzenlemelerin olduğu ve onu eleştirmenin aslında terör örgütü saldırı olarak algılandığı ve cezai yaptırımlar olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız. En ufak bir eleştiri bile ceza almayı ve sorgulanmayı ve savcı ve hakimlerin inisiyatifi dışında düzenlenen maddeler ile zorunlu ceza veren kuruma dönüştüğü gerçeği ile karşılaşırız.

Teya, şairdir. Eski düzenden yeni düzene geçişte kendisine bir yayınevinde şef redaktör olma görevi verilmiş, yayınevinden çıkacak kitapların yayınlanıp yayınlanması konusunda tek karar vericidir. O oraya tırnakları ve mücadeleleri ile geldiğini düşünmektedir ama Luka bu gerçek olmadığını seçilerek ve rejimin ihtiyacına cevap verdiği için o göreve getirildiği gerçeğini haykırır. Ve oğlu sürgündedir ve oğluna gönderdiği mesaj adresini devletten sakla, sağlığına bak demektir. O da eski rejimin savunucudur ve yeni rejim ile çatışmalı özgürlük istemektedir. Tıpkı yıllar önce Teya istediği gibi. Rejim değişmiş, muhalefette özneler değişmiş ama tema (konu) aynıdır.

Profesyonel iki insan, yani maaş ile çalışan emeğini para karşılığında değerlendiren iki profesyonel insanın anına, geçmişine ve geleceğe bıraktığı mesaj dolu ve her konuşmanın kayıt edildiği ve o kayıttan iyi bir tiyatro eseri çıkacağı gerçeğini oyunun sonunda daktilonun başına oturup kayıt makinesinden gelen sesleri çözümlerken ile karşılaşırız. İzlediğimiz oyun (eser) aslında yaşanırken yazılandır, izlenirken tekrar yazılandır…

Oyunculuklara gelirsek, Bülent Emin Yarar, oyunun karakteri olan polis Luka  Laban içine girmiş gibidir. Onun küfürleri ağzın içinde mırıldanması, mimikleri, özgüveni, düştüğü hayal kırıklığı ve kayıt altına alırken duyduğu heyecanı ve öfkesini muhteşem şekilde canlandırmış, bir anlamda seyirciye bakın ben bunu oynuyorum ama yaşatıyorum derken oyun sahnesine seyircisi davet etmektedir. O küçük büro bir salon olmuştur, kullandığı mimiklere seyirci katkı sunmakla kalmıyor destek dahi veriyor.

Yetkin Dikinciler canlandırdığı rol Teodor Teya Kray. Bir şair, öykü yazarı. İki kitabı çıkmış ve öğrenci gençlik içinde yıllar önce aktif olmuş, daha sonra aydınlar arasında yerini korumuş bir lider konumunda kişidir. Ailesinden uzakta ülkenin metropolu dediğimiz Belgrad’ta yaşamaktadır. Eski rejim altında sürekli ev değiştirmek zorunda kalmış, o rejim içinde devletten uzakta ve genelde maddi sorunlar içinde yaşamıştır. Yeni rejim içinde bir yayınevinde editördür. Ailesinden uzakta ve baba sevgisine kavuşamamış, annesine bağlı ve onun hastalığı sırasında yanında olamamanın getirmiş olduğu bir kırgınlık içindedir, şimdi de oğlundan uzaktadır ve özlem ile resmine sarılmıştır. Duygusaldır. Oyun içinde didaskalik metni seslendirmiş ve oyunun içine seyirciyi davet ederken aslında seyircisiniz demektedir. Seyirci ile zaman zaman kurulan iletişim ve sponten gelişen sohbetlerde muhteşem bir performans sergilemektedir. Şair, yazar ve de editör olan Teya rolünü olması gerektiği gibi yerine getirirken sanırım bir de Yarar gibi ödül sahibi de olmuş.

Usta oyuncuların oyunculuklarına bir şey denilemez, sadece övülür. İki büyük ustayı sahnede yan yana görmek ayrıcalıktır, her iki oyuncuyu büyüten aslında karşılıklı dayanışma ve oyunun gerçek rolünü iyi benimsemiş olmalarıdır. Fakat arkada iki ayrı rol daha vardır ki, işte bu iki rol aslında sahnede olan iki karaktere daha fazla anlam ve ayrıntılarını çıkmasına olanak vermektedir. Marta her ne kadar çok pasif gibi duruyor olsa da özellikle Teya rolüne dışarından sunduğu destek ve yardım etmesi hem oyuncuyu rahatlatmakta hem de akıcı ve hızla devam eden sahneler arasında seyirciye konular arasında geçişte nefes almasına olanak sunmaktadır. Bu karakteri Gülen Çehreli hayat vermiş ve hak ettiği alkışı final sahnesinden sonra selamlama anında almıştır.

Oyunun içinde tek bir sahnede sahneye gelen ve en pasif rol olan kaçık olarak adlandırılmış ama kitap bastırmak için tüm enerjisini veren ve hatta kavga etmekten kaçınmayan bir yazar adayı daha vardır. Süre kısıtlıdır ama bu kısıtlı zaman içinde dışarından gelen sesin sahnede hayat bulmasıdır aslında. Cenap Oğuz canlandırmış ama benim izlediğim oyun içinde (diğer zamanlarda ki performansını bilemiyorum) o kaçık rolüne belki de sürenin çok az olmasından kaynaklanan tam kendisini vermediğini düşündüm. Sanki oraya kolajlanmış gibidir. Biraz aykırı durmakta, sahnede olup olmaması gerektiği konusu bile düşünülecek kadar zamanı kısadır..

Bütün bunların bilgisi dahilinde oyunu, sahne düzenlenmesini ve sahneyi kullanma açısından başarılı buldum. Işık ve ses konusunda belki Küçük Sahne’nin (Beyoğlu) getirmiş olduğu düşük tavandan kaynaklanan birkaç rahatsız etmeyen sorun olmayan şeyler gördüm ama ellerine ve de yüreklerine sağlık. Tüm emekçiler, kostümünden, sahne düzenlenmesine yer alanlara kadar hepsinin ortak emeği olarak hayat bulmuş. Oyunun yönetmeni oyuna hayat vermiş ve başka projeler peşinde, onun getirmiş olduğu bu birliktelik uzun süre sahnelerde kalmasını dilerim..

Oyunun çevirisi işin püf noktası, tiyatrodan anlayan, Türkçeyi iyi kullananlar tarafından dilimize aktarılan bu oyun artık bizdendir, sadece oyucuların isimleri yabancıdır bize!

İyi ki gidip izledim, iyi ki yazdım. Fırsatı olanlar izlesin derim… hayattan bir çok şeyi kaçırdık ama en azından sahnelerde yaşananın bir bölümünü kaçırmayın..

İsmail Cem Özkan
15.10.2015

12 Ekim 2015 Pazartesi

Acıyı kelimeler tarif edebilir mi?

Acıyı kelimeler tarif edebilir mi?

Benim bildiğim kadarı ile hiçbir kelime acıyı tam olarak anlatamaz, hiçbir ses acının gerçek sesi değildir. Derinlerden gelen bir kırılmanın sesi başlangıçtaki gibi sade değildir, yıkarken ulaştığı ses artık farklıdır.

Yıkıntılar içinde duygularım, yüreğim kanıyor, kanın acısını hissediyorum. Ankara sabah serinliğinde kan deryasına büründü, iki ayrı patlama sonunda. Katil kim, kurban kim diye soramadan, henüz soru sormak için saniyeler bile geçmeden üzerimize düşen tazyikli su ve gaz bombası. Ankara kan deryasına dönerken kanın üstünü örtmeye çabalayanların çabalarına şahitlik ettik.

Gözlerimin su kanallarını hiçbir baraj tutamadı, içten ve derinden gelen gözyaşlarım önüne ne geldiyse dışarıya akıttı, önüne geleni parçaladı, kattı, önüne alıp sürükledi. Gözyaşım acımı tarif edebilir mi, sanmıyorum. Acının tarifi olmaz, olamaz. Yaşanır. Binlerce yıldır, insan ilk defa ehlileştikten sonra acıyı yaşadı ve acının ne olduğunu öğrendi ki, acı çektirerek toplumu düzenledi, korkuyu yaydı, büyüttü. İlk defa insan kendisini ehlileştirdi, sonra otu ve bazı hayvanları. Ehlileşen hayvanlar ve otlar bizi değiştirdi. Onlar ile birlikte değiştik, acı ile büyüdük, acı ile geldik bu günlere.

İnsan ilk defa hayvanı ehlileştirdi, ehlileştirdiği hayvanlar sayesinde günlerce otaklarda sürüler peşinde koşmadı. Onlar için çitler oluşturdu, korudu. O hayvanları ehlileştirirken kendisini ehlileştirdiğinin farkında bile olmadı. Farkına varanlar zengin oldu ve diğerlerini yanında karın tokluğuna çalışan işçi yaptı.

İnsan ilk defa otu ehlileştirdi, buğdayı buldu. Buğdaydan kışlık ekmek üretebileceğini öğrendi. Kışın zorlu coğrafyasında avlanmadan barındığı yerde karın acısına dayanacak ateşi buldu. Ateş ile birlikte ehlileştirdiklerini pişirmesini öğrendi, kendisine benzer olan hemcinslerden kendisini ayırdı. Öğrendiğini gelecek kuşağa aktardı.

İnsan ehlileşti, ticareti buldu.

İnsan ehlileştikçe birlikte yaşamının kurallarını buldu, şehri yarattı ticaret sayesinde.

İnsan şehri yarattı ve korku ile insanları ehlileştirilebileceğini buldu. Uğruna ölebilecekleri bir de bayrak keşfetti.

Bayrak hakimiyeti sembolize etti, bazı hayvanlar hakim oldukları yerlere çişlerini bırakırken, insan bayrağını ve çitlerini bıraktı. Kendisi için ürün verecek hayvanları ve insanları bu çitlerin içine hapsetti ve çitleri savunmaları için bayrak dikti. O bayrak için milyarlarca insan öldü, sırf kendilerine bakan daha rahat yaşasın ve kendilerine daha çok ekmek ve aş versin diye…

İnsan evrimleşti. Aslında birilerin çıkarlarına göre daha fazla ehlileşti, ehlileştirdi. İnsan yediği yiyeceğe benzemeye başladı, yiyecek insanı biçimlendirdi, insan; doğayı ve dünyayı!

İnsan toplumu oluşturdu, sonra o toplumu homojen yapma savaşına girdi, tıpkı doğayı homojenleştirip üzerinden para kazanma hırsı ile saldırması gibi…

İnsan kendi katili oldu, tıpkı doğa katili ve diğer canlıların katili olduğu gibi.

İnsan diğer canlıların yaşadığı yerlere beton dikti, adına ev dedi, kasaba dedi, şehir dedi, metropol dedi ve diğer hayvanların yuvasına dikilen evden o diğerleri kimyasal savaş aletleri ile kovuldu. İnsan diğer gördüğü insanları yaşadığı yerden kovması ve katletmesi gibi…

Ankara, 10 Ekim 2015 saat: 10:00 civarında patlayan bomba gibi, kendisi gibi düşünmeyenleri toplu öldürdü. Öldürttü. Öldürmeye de devam ediyor, her birimizi…

Bizler ötekiyiz, öldükçe suçlanan, öldükçe katillerimiz kahraman ilan ediliyor…

İnsan ehlileşti, acıyı tarif edemez oldu.

İnsanın acısını hiçbir kelime açıklayamaz, tarif edemez.

Acı yıkar, acı yeniden oluşturur. Acı toplumları yeniden yaratır…


İsmail Cem Özkan