15 Ekim 2020 Perşembe

Kazan kazan!

Kazan kazan!

 

Son kırk yıllık tarihimizde Kürt sorunu, PKK'nın ilk kurşunu ile yeni bir ivme kazanmış ve ülkemiz tarihinde en uzun süren bir iç çatışmanın/ savaşının adlandırılmasında kullanılır olmuş. Öyle bir sorun ki yeni bir cumhuriyet kurulmuş, rejim değişmiş ama sorunun kendisi bir türlü bitmediği gibi daha da karmaşıklaştırılmış, sınırları aşan ve sınırlar arasında her sınırın öteki tarafındaki için de “iç sorun” olarak adlandırılmış. İçte yaşanan olaylara “kol kırılır yen içinde kalır” sözü uygulanmış. Şikayet etmeleri kınanmış, eziyet görenler yaşadıkları ile baş başa kalmış, hatta yaşananlar yok sayılmış, ülkede diğer yaşayanlar, çoğunluğu oluşturanlar “Orda bir köy var, uzakta, O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür.” dizelerini içselleştirmiş ve olaylara öyle bakmışlar…

Zaten o gitmedikleri yerlerde yaşayanlar (sürgünler gidip görmüş, bir de fakir ailelerin öğretmen çocukları, elbette güvenlik elemanları) gözü aç, çalışmaz, üretmez, yabani, aslında bizim üzerimize yük diye algılanmış ve de küçümsenmişlerdir. Ne dil bilirler ne de medeni!

 

Yakın tarihimiz içinde 12 Kürt isyanı gelmiş ve kısa süreler içinde askeri güç ile bastırılmış… Sarayda yapılan basın toplantısı ve sonrasında devrilen bir masa ile Kürt açılımına kadar zaten Kürtler ile görüşülmemiş, sınırda yapılan görüşmelerde onbaşı rütbesi ile Kürt aşiret liderleri ile görüşmüşler ya da kaçakçılık yapanlar ile…  Bir de seçim zamanları bazı aşiret liderleri siyasi partilerin liderleri ile yaptıkları pazarlıklar ile kendi çıkarlarına uygun haklar elde etmişler… Kürt ağaları var olan statükonun korunmasını o kadar içselleştirmişler ki, ortada onlara göre Kürt sorunu yok, asayiş sorunu vardır…

 

Masa deviren açılım öncesinde Kürt sorunu için tek açılım tarihimizde İstiklal Mahkemelerin kurulması ve kaldırılması, DGM'lerin kurulması ve kaldırılması diye adlandırılabilinir, aynı zamanda Sıkıyönetim Mahkemeleri gibi...

 

Devlet her isyan ile birlikte daha homojen devlet kurmak adına öteki kabul edilen Kürtleri yatılı okul, askerlik gibi ocaklarda Türkleştirme sürecine girdi... Fakat onların ekonomik boyutu bu güne kadar resmi olarak açıklanmadı...

 

Kırdan şehirlere göç, ucuz emek gücü, sanayileşen Marmara Bölgesinde hem Kürt hem de Karadeniz göçü ile yeniden biçimlendirilmesi, küçük yerleşim yerlerin metropollere doğru dönüşümü... Sanayi için gerekli sermaye birikimin olgunlaşması ve yarı burjuva bir kültürü oluşumu süreci...

 

80’li yıllarda yaşanan liberalizm dalgası ve 12 Eylül sonra darbenin amacına uygun ortamın yaratılması için “yeni düşmanın” oluşumu için yeni bir ortam yaratıldı, Kürtçe yasaklandı. Çünkü Kürtçenin yasaklanması, Diyarbakır Cezaevinde yaşanan insanlık suçlarının Kürtlerin alttan alta gelen bir isyan ateşini körükleyeceği biliniyordu. Etki, istenilen tepkiyi yaratacaktı ve yaratması da çok uzun sürmedi. İlk kurşun atıldı. Başta diğer ayaklanmalarda yaşanan İstiklal Mahkemesi mantığı ile olaya yaklaşıldı ama bu sefer 12 isyanın tecrübesi ve küresel olarak gelişen liberalizm dalgasının sonucu ulus devleti için hesaplanamamıştı. Belki de hesaplandı, çünkü ulus devleti refleksi artık yoktu, onun yerini ulus devleti mantığı taşıyanlar için bir belirsizlik almıştı ama liberal düşünce içinde proje üretenler için? … Devlet anlayışı, yapısı, refleksi değişiyordu. Başbakan tişört ile askeri birlikleri denetleyebilir hale gelmişti…  Önemli olan liberal düşünce ve onun getirmiş olduğu piyasa ilkeleri…

 

Kürt Sorunu karlı bir alana dönüşüyordu…

 

Elbette dil yasağı bir isyanında fitilini ateşledi... Resmi olarak tanınmayan bir dil resmen yasaklanmıştı... Uzun yıllar Kürt ve Kürtçe kelimesi geçmedi hiç bir resmi yazışmada, "bilinmeyen yerel dil" denildi...

 

Liberalizm mantığında "kıldan para kazanmak", "kazan kazan" modelinin uygulanması...

 

Rakipler karşılıklı kazanması gerekliydi...

 

Kazanıldı da...

 

Ilımlı İslam devleti oluşumu için "sıtmayı gösterip vereme razı etme" modeli uygulandı...

 

Türk ordusu sanayisi vardı ama NATO denetimindeydi, her şeyi üretemezdi ama salça üretimine izin verilirdi... Askeri sanayiler kuruldu, sınırlıydı çalışmaları, çünkü teknoloji geliştirmeleri mucize olarak görülüyordu, var olanı geliştirmek veya uyarlamak... Bizim sanayimizde zaten buna benzer bir tarihi vardı... Bize ait olan dediğimizin altında ya İtalyan, ya Alman ya da Amerikan teknolojisi çıkıyordu. Kaporta bizim ama motor başkasının izin verdiği kadar hızlıydı, çevreye verdiği zarar yüksek ve Avrupa ve Amerika’da satılanlara göre daha az dayanıklı üretiliyordu...

 

“Ne kadar para, o kadar köfte” diyordu teknolojiye sahip olanlar…

 

Buzdolabından, arabaya kadar her sanayi ürünü montaj üzerine ama en eski, kullanımdan ya çıkmış ya da çıkmak üzere olan teknoloji... Amerika'da 1930’lı yıllarda renkli TV'ye geçmiş, biz 1980’li yıllarda tanımaya başlamıştık... Onların çöpe attığı insan sağlığına zararlı ürünlerini/ teknolojilerini tükettik!

 

Konumuza geri dönelim; “kazan kazan” modeli ve Kürt sorunu...

 

Sonuçta kaybeden, sürekli can kaybı yaşayan Kürtler bu savaş sonrası göreceli olarak başarı kazandılar. Kürtçe serbest! Kürt kelimesi serbest... Parası olan parasını verir Kürtçe dil eğitime gider, Kürtçe tiyatro eseri sergiler... Bunlar kazanılmış haklardır…

 

Can kayıplarına, katliamlara rağmen cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel "Kürt realitesini" tanıyarak Kürt sorunu çözümü için önemli bir adım atmıştır ama sadece adım atmış altını doldurmamıştır...

 

Peki devletin kazancı ne oldu? Onu da Erdoğan iktidarı döneminde gördük... İslami piyasadan liberalizm rüzgarı sayesinde yandaş şirketlere verilen satın alma garantili siparişler ile askeri alanda üretilen her mühimmat ticari araca dönüştü... Elbette daha önce atılan adımlar vardı ama adımlar artık adım olmaktan çıkmış birer yatırıma dönüşmüştür…

 

Bugün İHA, SİHA adı verilen cihazlarda (yerinde oturup, düşmanı yok etme teknolojisi adını veriyorum) bir çok ülkeye silah satan konumuna geldik, aynı zamanda izin verilmiş yandaş şirketler teknoloji transferi yapacak konumunda oldu... Her ne kadar bazı kritik teknolojide dışa bağımlı olunsa da artık onun zaman içinde bağımlılık ilişkisi ortadan kalacaktır...

 

Kürt isyanı ve 12 Eylül düzeni yürütülen mücadele ekonomik anlamda meyvesini vermeye başladı... Görülüyor ki darbenin arkasında olan güçlerin en uzun süreli projesidir 12 Eylül ve şimdilik göreceli olarak başarıya ulaşmış gözüküyor. Hem siyasi hem de ekonomik kararlarda nispi başarı elde edildiği gibi, muhalefeti de iktidara bağımlı, onun izinden giden, onun yerinde gözü olmayan konuma getirdi...

 

Türkiye, son Azerbaycan-Ermenistan savaşında kanıtladığı gibi ürettiği malın ticari değeri vardır ve güven ile dünya piyasalarına savaşta gösterdiği başarı ve sonucu etkileyen konumu ile rakip firmaların önüne geçmiş gözüküyor... Son haberlere göre açılmış da...

 

Yeni bir Kürt açılımını acaba ülkemiz yapmaya hazır mı?

 

Bir ara hazır olduğunu hissetti ama ticari ve siyasi kaygılar masa devrilmesi ile sonuçlandı... Sarayda yapılan basın toplantısı ve sonrası ve bugünlerde o günlere atıfta yapılan siyasi operasyonlar… Elbette ülke içinde ki gelişmeler kadar çevremizde olan hibrit savaşlarında sonucu ülke içinde yapılacak hamlelerin belirleyicisi olacaktır, kısaca belirsizdir gelecek. Şimdi ki zaman içinde açılım yerine daha da körüklenecek bir çatışma söz konusu olabilir, çünkü İHA ve SİHA ile elde edilmiş geçmişe göre daha az kayıplı ülke içinde operasyonlara imza atılıyor. Son yıllarda yapılan operasyonlardan aldığı güç ile içişleri bakanı kendi başarısını taçlandırmak için tüm hukuk kurallarını yok sayacak, kendi ihtiyacına uygun karar alacak yeni bir devlet düzeni istemektedir.  

 

Liberalizm uzun vadeli planlar yapmaz, projeler üretir ve o projelerde amaç kazan kazandır. Her kesimin kazanacağı model ama kazanç kelimesi içinde bir çok anlam barındırır…

 

Sürekli ve düzenli bir iç savaş stratejisine devletin ihtiyacı kaldı mı?

 

Eğer ülkenin ekonomisini silah sanayisine dayandırırsanız mutlaka savaş, çatışma içinde olmak zorundadır... ABD dünyada var olan her çatışmanın içinde oluyorsa eğer, silah sanayisi öyle istediği içindir.

 

İsmail Cem Özkan

11 Ekim 2020 Pazar

Ah o atalarımız!

 Ah o atalarımız!

 

Irkçılar kendi çıkarlarına uygun tarih uydururlar, çünkü ırkçı olmak her şeyin üstünde olmak ve saf olmayı getirir... O yüzden bir ırkçı ile eğer sohbet ederseniz, onlar ideal bir geçmiş ve işlerine geldiği gibi tarihi uydurduklarını görürsünüz...

 

Ulus devleti kendine geçmiş yaratmak zorundaydı ve uydurulmuş bir tarih yaratarak kendi hükmettikleri coğrafyada yaşayan insanlara inanmaları için eğitim verdiler... O yüzden eğitim bakanlığının önünde milli kelimesi boşuna yerleştirilmemiştir. Tek dil, tek bayrak, tek millet kolay olacak şey değildir. Tek olmanın öteki adı tek olana kadar savaşmaktır. Ulus devleti savaşını sadece askeri değil, eğitim ile de yapmıştır. O yüzden yatılı okullar kurmuş, o yüzden öteki kabul edilen yerlerde hapishaneler kurulmuş, o yüzden askerlik ocaklarında askere gelenlere eğitim vermek için Türkçe öğreniyorum sınıfları kurulmuş, o yüzden vatandaş Türkçe konuş diyerek el ilanları dağıtmış, o yüzden dil bayramları ilan etmiştir. Türkçenin en güzel şivelerini bile yok edip, devletin resmi dilini konuşmaya zorlanmış, zorlamak içinde alay edilmiş diğerleri ile… 12 Eylül gibi günlerde cezaevinde yatan çocuğu ile Türkçe bilmeyen anneler sadece bakışmış…

 

Bütün sorun o tek olanı yaratmak…

 

Türk tarihi gerçekler ile bağlantısı olmayan uydurma tarih olarak okul kitaplarına girdi, sonra ulus devletin içinde ki çatışmalarına uygun olarak tarih anlatımı ve örneklemeleri de değişti...

 

Uydurulmuş tarihin kanıtları da uydurma olmak zorundaydı ve oldu da... O yüzden ülkemizde tarih bölümü öğrencilerine okula başlarken verilen öğüt, "bugüne kadar okuduklarınız unutun ve yeniden öğrenin!".

 

Eğitim, sistemin ihtiyacı olan insanı biçimlendirmektir ve biçimlendirildi de...

 

Tarihte bol bol örnek verilir, işte Bektaşilerin ocağı Yeniçeri ocağı. Olmayan şey değildir, gerçekten Yeniçeri Ocağı vardır. Devşirmelerden kurulan bir askeri birlik. Devşirme yani Hıristiyan çocukların savaşmaları için devlet adına el konulup, zor ile belli ocaklarda Osmanlı ailesine bağlı bir asker olarak yetiştirilmesi. Günümüzde alınan vergiler gibidir devşirme işi, yalnız Hıristiyan olarak yaşayan balkan ve kuzey coğrafyada yaşanların çocuklara el konulmasıdır. Kısaca vergi olarak akçe yerine çocuk alınır. Devlet-i Aliye’nin bekası içindir bu çocuklara el koymak… Üstelik bu asker olan çocuklar bakımları ve yaşamlarını sağlayacak bütçede yağmadan elde edilendir… Yani devlete bir yük değil, eti, sütü ile kazanç getiren bir sistem…

 

Devşir ve asker yap!

 

Devşirmeler Türk olamaz, Türk olma ihtimali dahi yoktur, çünkü devşirme Hıristiyan çocukların ailelerinden koparılıp bir ocakta çocukların imparatorluk ihtiyacını giderecek şekilde eğitilmesinden oluşur. Devşirilen çocuk asker olduğu yani kapıya bağlı olarak yetiştirilir ve kapı kulu da kendisine verildiği dünya kadar hayata bakar...

 

Fakat yüzyıllar geçtikten sonra Alevi Türkçü yani sonradan olmak ırkçılar Yeniçerileri Türk olarak kabul edip onlar üzerinden kendisine dayanak bulmaya çalışıyor... O yeniçerilerin kaç Alevi köyünü basıp yok ettiğini sorgulayacak kadar bilgi birikimi yoktur, ihtiyacı da yoktur, çünkü kendisine yeni tarih oluşturuyor...

 

Osmanlı devleti içinde Yeniçeri ne emir verilmişse, gitmiş yapmış, savaştığı yerlerdeki ganimeti paylaşıp gelmiş, İstanbul gecelerinde ise harcamıştır...

 

Bir anlamda Yeniçeri; savaştıkları yerlerde ki zenginlikleri yağmasından elde ettiği ganimet ile yaşayan asalaktır...

 

Gerileyen Osmanlı devleti savaşlardan ganimet elde edeceğine kaybetmeye başlamıştır, kaybın yüksek olduğu dönemlerde dönemin ihtiyacına cevap veremeyen yeniçeriler, iki de bir kazan kaldırıp devletin üst kadrosundan ihtiyaçlarının karşılanması için talepleri olmaya başlamıştır. O kadar siyasallaşmışlardır ki, artık sadrazam deviren, baş kesen konumundan çıkmış saraya kimin hükmedeceği konusunda görüş bildirir dahi olmuştur.  

 

Ayaklanan ocak elbette dağıtılacaktı, dağıtıldı da...

 

Dağıtılması olağan ama tüm yeniçerilerin kılıçtan geçirilmesi ve onlar ile birlikte İstanbul’da üzerinde dövme olan sivil Türkler ve Bektaşi tekkelerinde olan, yaşayanların da kılıçtan geçirilmesi kabul edilemez... Osmanlı rejimi bir taş ile iki kuş vurma merakı vardır, her fırsatta Alevi’ye ve kendisini rahatsız edene vurur. O dönemde şehirlerde aleviler yok gibidir ama Bektaşi olanlar hedef tahtasında yerini almış ve öldürülmüşlerdir... Öldürmekle kalmamış, ocaklarına Nakşibendi tarikatı üyesi yöneticiler atanmıştır. Osmanlı rejimi kendisini güvende hissedeceği her türlü önlemi almıştır. Elbette sadece İstanbul değil, Anadolu’da Hacıbektaş tekkesi o tarihten itibaren Nakşibendi tarikatı üyesi gözetiminde varlığını sürdürmüştür. Osmanlı rejimi Türk düşmanlığı değil, mezhep düşmanlığı üzerinden rakip olduğunu düşündüğü mezheplere saldırmıştır…

 

Tüm Sünni tarikatlar, cemaatler Alevi düşmanlığı üzerine kendilerini tanımlamışlardır, büyük bir bölümü aynı zamanda Kürt düşmanlığı üzerine kendilerini ifade ederler...

 

Kısaca tarih uyduran Türkçü Aleviler, Yeniçeri Ocağı sandıkları gibi Alevi filan değildir, Alevileri de katleden bir askeri ocaktı... Bektaşilerin deyişleri okunuyor olması onları insancıl yapmaz, sonuçta kılıç ile hayatlarını kazanan askerlerdi... Kapı kulu demek daha doğru, çünkü bağlı bulundukları kapıya sadakat ile hizmet etmişlerdir...

 

Bu arada Alevi Türkçü tarih yazımcıları Bektaşilerin Türk olduğunu iddia edebilir ama Arnavut Bektaşileri nereye koyacaklarını bilemezler... Duaları Türkçe okunması tüm Bektaşileri Türk yapmaz, tüm dualar Arapça okunduğu için tüm Müslümanları Arap yapmadığı gibi... Ama ırkçılık bu ya, her şeyi Türk kültürüne ve Türk’e bağlayacak!

 

Irkçılık kötü bir şeydir, çünkü geçmişi olduğu gibi dahi kabul edemez, kendi işine geldiği gibi değiştirmeye ve yorumlamaya çalışır...

 

Osmanlı Türk mü diye tartışılıyor, imparatorluk kültüründe ırka önem verilmez, ailenin devamlılığına hükmedilir... Soy babadan geçer ve annenin kim olduğu önemli dahi değildir... Evet, Osmanlı Selçuklu dağıldıktan sonra oluşan bir Türk soyuna dayanır ama imparatorluk olduktan ve kıtalara hükmetmeye başladıktan sonra geçmişine değil, ileriye bakarak yeni bir kültür yaratmaya gitmiştir.. Toplum içinde etkisi olmayan bir saray kültürü de yaratmıştır...

 

Arapça dil kuralına uygun Türkçe, Farsça ve Arapça karışımı bir edebiyat geliştirmiş ve yazımı çok zor olan aruz ölçüsünde şiirler üretmiştir... Onu anlayabilmek ve okuyabilmek için saray eğitiminden demeyelim de öğretiminden geçmek gerekliydi... Öyle de oldu.

 

Osmanlı da aydın halktan kopuk, sarayın kapı kulu olmayı gerektiriyordu, öyle de oldu.

 

Osmanlı yerine kurulan cumhuriyette de aydınların tek partiye ve devlet kapısında olması tesadüfi değildir...

 

Cumhuriyet dediğiniz kopmuş bir şey değil devamlılığı sembolize eder, sadece hükmedenler değişmiştir...

 

Osmanlı denilen şey saraydır, sarayın dışında yer alan tüm halklar kendi kültürleri ve kendi dilleri içinde yaşamıştır...

 

Osmanlı öğretimi ocaklar üzerinden yapılmış ve onlarda daha çok yağma ve devşirme yapmak için kurulan ocaklardır. Bir de sarayın güvenliğini sağlamak için kullanılmıştır...

 

Osmanlı balkan devletidir, diğer yerler ise sadece toprağı kullanmadan pay almak üzerine kuruludur...

 

Şimdilerde “Osmanlı ne zaman Türk geleneğini ve Türklüğü unuttu” diye soruyor bazı çevreler... Elbette birbirinden değişik cevaplar söz konusu, tarihe nasıl baktığınız önemli değildir, nereden baktığınız, yani duruş noktanız belirleyicidir ve istediğiniz kanıt mutlaka bir yerde söz konusudur.

 

Bazı Türkçü Aleviler yeniçeri ocağının kalkmasını tarihliyor...

 

İmparatorlukta önemli olan ailedir, hangi kültürden geldiği değildir... Avrupa'da ki tüm krallar bir biri ile akrabadır, aynı soydan çıkmıştır, hepsi bir birinin kuzenidir ama farklı kültürleri temsil ederler...

 

Osmanlı'da bir ailedir, her birinin annesi Hıristiyan olan ama cariye olarak saraya alınıp, zor ile Müslüman yapılan kadınlardır... Elbette her anne, eş kendi kültürünü saraya iz bırakacak şekilde saray içinde etkisi olmuştur...

 

Saray içinde çok kültürlü bir yapı söz konusudur ama askeri anlamda Selçuklu devletinden gelen bir gelenek devam eder, emirler hiç değişmez, Türkçedir. Askeri dil olarak varlığını korur Osmanlı içinde...

 

Osmanlı sonuçta Türkleri temsil etmez, çünkü kendisine özgü bir kültür oluşturmuş ve yaşatmıştır...

 

Devletin idaresi Fransız devrimi İstanbul surlarını zorlamaya başlaması ile sarayın kapılı kapıları açılmış ve Osmanlı aydını ve askeri eğitimden geçmiş paşaların eline geçmiştir. Bu değişim basit bir şey değildir, çünkü diğer kültürler Fransız devrimi etkisi ile kendisini ifade etmeye başlamış ve uluslaşma sürecine girmiştir. Uluslaşma demek, Osmanlı imparatorluk sınırlarının değişimdir. İlk değişim Osmanlı olarak kabul edilen balkan toprakları üzerinde olmuştur. Her ayrılan kendi ulusal devletini ve krallığını kuruyor… Ulus adı üzerinde homojenleşme… Türklerin Balkanlardan zor ile sürülmesi… Osmanlı sarayı Türk kavramı ile tanışması bu sürecin üründür. Öteki kabul edilenler İstanbul’a doğru göç ederken elbette siyasi bir sonucu da ortaya çıkaracaktı… Bu sonuçtan o güne kadar unutulan Anadolu artık gözde olacak ve Anadolu ve Mezopotamya’da ayaklanmalar, katliamlar, büyük sürgünler, soykırımlar kavramları altında değişimler yaşanacaktı… O güne kadar bir arada yaşamış, bir şekilde denge tutturmuş fakir Anadolu toprakları kan ile yeni bir tarih yazım alanı olacaktı…

 

2. Meşrutiyet sonrası Osmanlı ailesi göreceli olarak Türk olmayı kabul etmiş fakat Türk bir imparatorluk olamamıştır. 1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı devamı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devleti olmuştur. Kurulu aşamasında Koçgiri katliamı ile Alevi Kürtler orta Anadolu’dan uzaklaştırılmış, Kürt isyanları ile Kürtler İstiklal Mahkemeleri ile darağaçlarının gölgesi ile sessiz kalmaları öğütlenmiş ve ortak kurucu olmaktan kaynaklanan hakları gasp edilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak Aleviler devlet içinde var olmalarının önü kapatılmış, Nakşibendi tarikatı üyelerinin kontrol ettiği dergahlar müzeye dönüştürülüp müdür olarak Nakşibendi inancında devlet görevlileri atanmıştır.

 

Alevi Türkçülüğü yapan arkadaşların yazıları üzerine bu yazıyı kaleme aldım. Bana göre Aleviliği Alevilik inancı içinde değerlendirip, çok kültürlü, homojen olmayan bir geleneği temsil ettiğini kabul etmekten geçtiğini, yeni Türkçü Alevi yazımı yapanlara anımsatmak istedim...

 

Alevilik, Türkçülük değildir, sonuçta inançtır... Her inanç gibi içinde her ulustan insan, kültür, dil var olabilir…

 

İsmail Cem Özkan