6 Aralık 2013 Cuma

Zulmeden ile yüzleşebilen bir lider…


Zulmeden ile yüzleşebilen bir lider…

Özgürlük mücadelesi yok olmaz, halkaların kalbinde yaşamaya devam eder. Mücadeleyi başaran liderler de mücadele devam ettiği sürece her mücadele eden gerillanın kalbinde bir umut olarak yaşamaya devam edecektir.
Efendisine boyun eğdiren devrimci, gerilla lideri Nelson Mandela yaşamdan ayrıldı. O şanslı bir insandı, hayata devrimci olarak başlayan, tutuklu olarak uzun süre işkencehanelerde, hücrelerde yaşama mücadelesi veren ve sonunda kavgasını kazanıp ırk ayrımı gözetmeyen halkalarının lideri olan insandı.
Mandela, örgütlü olarak ve inancından, doğrularından vazgeçmeden, tavizsiz mücadelenin sonucunu başarı olarak hayat geçiren bir liderdir.
O zulmedenine karşı kavgayı kazanmış, zulmedenin zulmünü sorgulamış ve onu tarih önünde mahkum etmiş bir liderdir. Zulmedenin önünde boyun eğmemiş ve her an mücadele ile yaşamını biçimlendirmiştir.
Seçilmiş bir Devlet Başkanı olarak yeni bir anayasa oluşturdu ve toprak reformu, yoksullukla mücadele ve sağlığın iyileştirilmesi gibi politikaları uygularken Doğruluk ve Uzlaşma Komisyonu'nu geçmişte yaşanan insan hakları ihlalini araştırması için oluşturdu. Tam olarak geçmiş ile yüzleşilememiş olsa da tarih önünde önemli adım atmıştır. O zulmedenlerin zulümleri yanında kalmayacağı ve bir zaman gelecek zulüm görenlerin de iktidara gelebileceğini göstermiş ve kanıtlamıştır.
Mandela hayatı üç kelime ile özetlendirse, gerilla, mahkum ve liderdir.
Mandela’nın yaşadığı zaman diliminde de ülkemizde de devrimci mücadeleye sahne olmuştur. Mücadele sürecinde diğer ülkelerde olduğu gibi devrimciler idam edilmiş, katledilmiştir…
Mandela ile yola çıkmış ama mücadele süreci içinde efendisine boyun eğmiş eski devrimci insanların olması kadar doğal bir şey yoktur, tarih o boyun eğenleri yazmaz. Onlar, bireysel kurtuluşu önemseyenler, belki daha rahat ve sorunsuz bir yaşamı ömürleri boyunca yaşamış olabilirler ama hiç kimse ne onları ne de onların geçmişte yaptıklarını anımsamaz, tarihi başarıya ulaşanları yazar ve tarihte başarıya ulaşmışları öne çıkarır.
Tarihimizin bir zamanında onurumuz olmuş ama onlardan beklenen direnişi gösteremeyenlerin elbette tarihte yerlerini alması kadar doğal bir şey yoktur, onlar hala tarihte ki yerlerini aldıklarının farkında olmadan mücadeleye etki yapmaya devam etmeleri, onların suçu değil, devrimci mücadelenin zaafı olarak tarih sayfasında dip notu olarak yazılmaya devam etmektedir.
Bu ülkenin topraklarında nice Mahir, Deniz, İbrahim… Castro, Mandela… yetişecektir, çünkü direnişin çocukları, bu ülkenin ve geleceğinin onuru olmaya devam etmektedir.
Başaran ve son sözünü söyleyen özgürlük mücadelesi ve mücadele insanı, halkların kalbinde yaşamaya devam edecektir.
İsmail Cem Özkan

4 Aralık 2013 Çarşamba

19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni


19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
Bektaşiler, Tahtacılar, Kızılbaşlar

Alman kaynaklarında Alevilik, Bektaşilik konusunda bir araştırma yapılmış diye meraklı bir arşivci olan İlhami Yazgan, kendi kendisine soru sormuş ve arşivlerin tozlu raflarında bulunan ve bugüne kadar Alevilik konusunda ciddi araştırma yapanların el sürmediği yere dokunmuş ve akıcı bir dil ile bizlere bu dokunduğu yerde bulunan belgelere ve kendi yorumu ile kitap olarak sunmuş.
Almanlar doğu kültürlerine olan ilgileri ve bu ilgilerini sadece turistlik amaçlı yapmadıkları bilinen bir gerçektir. Almanlar bir yandan kendi siyasi hedefleri yönünde doğunun karanlığına bakarken, bir yandan da sözlü edebiyatı yazılı hale getirerek insanlık tarihi için önemli bir arşiv çalışması yapmışlardır. Bugün bizde olan arşivlerden daha çok arşivi alman arşivlerinde bulabileceğimizi arşivcilerin yapmış olduğu çalışmalardan öğreniyoruz.  Almanlar bir konuya ilgi duyduklarında o konu ile ilgili kürsüler kurmuş, ödenekler çıkarmış, öğrenciler yetiştirmiştir. Alevilik ve Bektaşilik konusunda ilk sayılacak çalışmaları Yazgan, arşivin derinliklerinden tutmuş ve gün ışığına kavuşturmakla kalmamış, Türkçeye tercime etmiş ve La Yayınlarından kitap olarak bir derleme olarak bize sunmuştur. Sunarken Alevilik konusunda araştırma yapacaklar içinde bir dizi kaynakçayı sunmuş ve demiş ki, işte kaynak orada gidin çıkarın ve bu konuda yapacağınız araştırmalar için elinizi güçlendirin. Elbette bizde araştırmadan daha çok bir birini kopyalamak ve yazar ismini değiştirilip kendi ismini yazma daha öncelikli olduğu için bu önermesinin hayat bulacağı konusunda umudum çok azdır.
“Dr. Georg Jakob’un 1908 yılında yayımladığı “Bektaşîlik Öğretisi Üzerine Denemeler” adlı çalışması Almanya’da önemli yapıtlar arasında sayılmaktadır. 120 yıl önce Dr. Edmund Naumann’ın Hacı Bektaş’a yapmış olduğu ziyaret ve bu ziyaret sebebiyle yazdığı makalesi Hacı Bektaş türbesindeki gözlemlerini kapsamaktadır. Yine Dr. Felix von Luschan’ın 1890 yılında yayımlanan “Tahtacılar” adlı makalesini içeren bölümde ise 1890’lı yıllarda Likya Bölgesi’nde yaşayan Tahtacılar, Bektaşîler, Yunanlılar, Ermeniler ve diğer halklardır.” Tanıtım yazısında bu kısa cümle ile kitabı özetlemiş olmalarına rağmen, eksik kalan nokta ise; o dönemin bakışı içinde, bir yabancı gözü ile, yasaklanmış, yok sayılmış ve görmezden gelen bir öteki kültür üzerinde doğal gözlemler ile yaklaşımın getirmiş olduğu bir bakış açısının ve duruş noktasının ne kadar yanlış sonuçlara ulaşabildiğini de kanıtlamaktadır. Bugün ki,  bilgilerimiz ile Alevilik ve Bektaşilik konusunda daha çok şey bilmekte ve eskiden anlatılan söylencelerin ne kadar yanlış olarak devlete ve devletin çoğunluk ahalisine yansıdığına da bu gözlemlerin derlemesi olan kitaplarda da rastlıyoruz. Kitabı okurken bize bir çok şeyi fısıldadığının şahitliğini yapmaktayız. Aleviler ve Bektaşiler İslam içinde öyle bir yansıtılmış ki o konuda araştırma yapanlarda o yanlışlığa ve bakış açısına sahip olabiliyorlar. Gerçekler ve aktarılanlar arasında uçurum araştırma yapıldıkça, kaynaklar çoğaldıkça azalacaktır.
Alevilik ve Bektaşilik konusunda araştırma yapmak isteyenler, Almanların bir zamanlar Alevilere ve Bektaşilere bakış açısı ne olduğunu öğrenmek isteyenler için güzel bir kaynak, akıcı bir dil ile sunulan bu kitaptan olabildiğince yararlanmanızı öneririm.
İsmail Cem Özkan
19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
Bektaşiler, Tahtacılar, Kızılbaşlar
Dr. Georg Jakob, Dr. Felix von Luschan, Dr. Edmund Naumann
Çeviren ve yayına hazırlayan: İlhami Yazgan
La Kitap Yayınları
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: İlhami Yazgan
Ankara 2013, 1. Baskı
ISBN 978-605-64294-0-8

Son Tango


Son Tango

1970’li yıllar, hemen hemen üçüncü dünya ülkelerinde bir birine benzer, sanki karbon kağıdı ile yazılmış bir senaryonun uygulandığı zaman dilimidir. Dünyayı kuşatan bir sol dalgaya karşı Amerika kendi çıkarlarına uygun olarak askeri seçenekleri sahneye uyarlamış ve her darbe olan ülkede işkence, kayıplar, ölümler sıradan bir olay haline gelmiştir. Acının, sindirilmişliğin, direnişin, kavganın iç içe geçtiği ve hüzün ile, açlık, nefret ile sevgi ve para için her şeyini satanların yan yana yaşamak zorunda olduğu günlerdir.
Özcan Özer o yılların bir zaman dilimini kendi ülkesinden çok uzakta Arjantin liman şehrinde bir barda yakalamıştır. Olaylar;  liman işçilerinin ve müdavimlerinin olduğu bir Arjantin barıda geçmektedir. Sahne, barın içi ve liman iskelesidir. Oyuna adını veren sahne ilk olarak bizi karşılar. Son tango adını sevgililerin hayallere ulaşmadıkları bu dünyada göçmeden (intihar etmeden) önce yaptıkları son beden dili, kısaca isyandır.
İki genç aşık, tutku ile son bir kere barda tango oynarlar ve iskeleden kendilerini denize bırakırlar. Sessiz ve isyanın bedende dile gelişidir. Bütün salon bardır, bizler aynanın arkasından salona bakarken, aynı zamanda kendi tarihimize göz atıyor gibiyiz. Önümüzde duran ayna iki yüzlüdür, bir yüzünde Arjantin’de yaşanan bir isyan ve direniş sesleri, öte yüzünde bizim sessizliğimiz. O yıllar içinde yok olan acı yıllarımız…
Kader dansı seven aynı zamanda geçinmek için vücutlarını satmak zorunda kalan insanları bir limanda buluşturmuştur. Toplumun en alt tabanını oluşturan bu emekçi insanların o günlere ait yaşanmışlıkları bir söylem içinde, tangonun ritmi eşliğinde bize sunulmaktadır. Aşk ve çaresizlik. Seçme şansı bile olmayan kaderin çizdiği çizgiyi yaşamak zorunda olan bir grup insan. Parası olanın her şeyi satın aldığı, tükettiği ve üretimin olmadığı bir liman barında, zaman tükenirken, insanlarda ekonomik baskının altında ezilirken, buna neden askeri darbenin sert dalgaları barın duvarlarına vurmaktadır. İşçi hareketi ile ilgilenen bir sendika örgütçüsü olan Pedro, karşılığını gördüğü bir aşk içindedir ama zaman onların romantik zaman geçirmesini değil, ayrılmak zorunda oldukları ve birbirlerine çok yakın ama aynı zamanda çok uzak durmak zorunda oldukları günlerdir. Pedro’nun sevgilisi ve barın en güzel ve bar sahibesinin kızı olan Maria, başı dik ve yaşama dirençli bir şekilde bakmaktadır. Ne yazık ki onun kaderini en yakın arkadaşı değiştirecektir, çünkü en yakın arkadaşının hazırladığı ortam ile Amerikan şirketleri ile ortak iş yapan Jose, parasının gücü ile Maria’yı bir seçime zorunlu bırakır ve evlenir. Jose gerdek gecesi yeni karısını aynı anda iki adama satmıştır. Jose yeni insan tipini temsil etmektedir, her şeyi para ile ölçen, para ile gören bizim dünya bakışımıza göre namusunu da satmaktadır. Her şey para içindir, her şey para ile değiş tokuş edilir. Yaşadığımız çağın tipik liberal düşüncesine çok yakındır. Maria elini kana bulamıştır, polis tarafından aranmaktadır. Tek bildiği ve kendisini güvende hissettiği limana geri döner. Barda yeni bir cinayetinde ortamını hazırlar. Pedro, Jose ile kavgaya tutuşur ve Jose ölür. O kargaşada bar içinde yaşayanlar bir anlamda kendi güçsüzlüklerini diş bilediklerinin üzerine kaba baskı olarak gösterir ama cinayet ve koruma içgüdüsü ağır basmıştır. Pedro kaçar. Pedro hem işçiler örgütlemeye çalıştığı için hem de cinayet için aranır ve kısa sürede yakalanır.
İşkence sahneleri ve bildik ifadeye zorlamalar. Duvarlar yeni sesleri içine hapseder. Göz kapalıdır ve işkence gören onurlu bir duruş sergiler. Yurtsever, devlet görevliler ile yüzleşir. Yüzleştirir bizleri. Devlet görevlisi devleti savunur ve devletin tercihi Amerikan çıkarlarını korumaktır. Şimdi soru şu, kimin çıkarı daha önemlidir, devletin mi, halkın mı? Öldürülen Jose, yer altını temsil etmektedir ve devlet görevlileri (işkenceci polisler) bile kurtulduklarına sevinmektedir ama gözleri açık olmasına rağmen gözleri kapalı ve işlerini yapmaktadır.
Pedro içeride yatar ve çıkar. Değişen bir şey yoktur. Devlet Amerikan çıkarlarını korurken, baskı, zulüm altında halkını tutmaya devam etmektedir. Halkın hayal gücü (barda yaşayanlar) para ile sınırlıdır. Para olunca tercih yapma hakkının olduğunu düşünmeye devam etmekteler. Pedro döner ama fazla yaşayamaz, vurulur. Ölür. Bunun üzerine Maria limana gider ve kendisini denizin dalgaları arasına bırakır. Tıpkı son tangosunu oynayan aşıklar gibi. Sevdiği ile atlayamaz, çünkü sevdiği kendisinden önce bu dünyadan uzaklaşmıştır.
Oyun kısaca böyle öyküleşir. Aynanın arkasından bara bakarız.
Oyunun tüm oyuncuları kendilerine verilen görevi en iyi bir şekilde yapmışlar. Muhteşem yüz ifadelerini aynanın öteki tarafına yani bizlere ulaştırdılar. Müzik, dans ve sözler bir biri ile uyumlu, bir anda Arjantin’de yaşanan bir barın içinde kendinizi bulabilirsiniz.
Işık seçimi karakterlerin o anlık ruh hallerine uygundur, ışık ve seslerin zaman zaman azalıp, aydınlanması ile seyircide ki, yani bizlerdeki dikkatimizin dağılmasını engellemiştir. Her birimiz duvara asılı olan ama gerçekte olmayan sahneyi kaplayan aynadan salona bakarken, yaşanan trajedinin ve dansın yaratmış olduğu tutkuyu sanki daha önceden yaşanmışlık hissi içinde, yabancısı olmadığımızın öykünün içinde çok başarılı bir sahne düzenlemesi ile karşı karşıyayız. Her bir hareket ince ince hesaplanmış, planlanmış ve o ince ayarlar ile göndermeler ile her bir oyuncu verilen görevi en iyi şekilde yerine getirirken, doğaçlama hissi veren doğallık ile bize ulaştırmışlardır.
Yazan Özcan Özer yerinde olsaydım belki son sahneyi biraz daha değiştirir, belki de yönetmenin yerinde olup küçük bir dokunuş ile başlangıç (giriş sahnesinde olduğu gibi) aynı olabilir miydi? Oyunu yazan ve yöneten elbette tecrübeli iki insan, onlar benden daha iyi bilecekler ama son sahnede başlangıç sahnesini gözüm aradı ve o intihar sahnesinin başka bir şekilde verilebilinir miydi?
Eğlenceli, muhteşem bir müzikal izlerken, aynı zamanda tarihin bir dönemi ile yüzleşmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir oyun, sahnelerde olmaya devam edecek… Fırsatı olanların kaçırmaması gerektiği bir tiyatro ile buluşma ihtimali sahnelerde yerini almaya devam ediyor. Sahne tozuna yazılan bu şöleni görün derim…
İsmail Cem Özkan
http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/7972-son-tango.html

SON TANGO | İSTANBUL DT
2 perde | 2 saat 10 dakika
Yazan : ÖZCAN ÖZER 
Yöneten : MURAT SARI
DEKOR TASARIMI: MURAT GÜLMEZ
GİYSİ TASARIMI : AKIN TEZER TUNALI
IŞIK TASARIMI: AYHAN GÜLDAĞLARI
BESTECİ : CEM İDİZ
DANS DÜZENİ: TANJU YILDIRIM
MÜZİK DİREKTÖRÜ:MELİKCAN ZAMAN
KOREOGRAF: TANJU YILDIRIM
YÖNETMEN YARDIMCILARI : PINAR DAMCIOĞLU, MERT SEZGİN
ASİSTAN:GÜZİDE ARSLAN
SAHNE AMİRİ: ŞAFAK DOĞAN YALÇIN
KONDÜVİT: ONUR KAAN ÇELEBİ
IŞIK KUMANDA: GÖKHAN GÜLÇEBİ
DEKOR SORUMLUSU: DURSUN ÖZALP
AKSESUAR SORUMLUSU: TANER ŞAVŞAT
ERKEK TERZİ: KADİR METİN
KADIN TERZİ: BURCU SARI
PERUKACI: BELKIS BALABAN
OYUNCULAR
SELİN TEKMAN
BARIŞ BAĞCI
ENGİN DELİCE
MURAT KAPU
ARİF BURAK YILMAZ
METİN BEYEN
MERT SEZGİN
ALİ ÇELİK
HAZAL ERDAL
ZELİHA GÜNEY
SEDAT SAVTAK
HİLAL KUVVET
KERİM ALTINBAŞAK
AYŞE GÜNYÜZ
KÖKSAL ÜNAL
ASLI İKTU
GÜZİDE ARSLAN
TUĞBA ÖZOĞLU
LALİZER KEMALOĞLU
NİHAL USANMAZ
DEVRİM SARICA
ONUR ERTAMAN
HANDE GENÇÖRNEK
SENCER ÇAKAL
ALPER AKSOY
GÖRKEM KOYUNCU
BÜŞRA GÜNİ
EDA ŞAHİN
TANER ŞAVŞAT
ORKESTRA
MÜGE ÖZNALCI
HANDE GENÇÖRNEK
EDWARD ARİS
GÖRKEM KOYUNCU
ONUR ERTAMAN
HANDE GENÇÖRNEK
MURAT SARI
HAZAL ERDAL