15 Aralık 2018 Cumartesi

1984 Büyük Gözaltı


1984 Büyük Gözaltı

Totaliter ve baskıcı bir iktidarın kontrolünde olan Okyanusya toplumu anlatılır. Toplum parti ve onun lideri Büyük Birader’in diktatörlüğünde sınıflara ayrılmıştır. Hiyerarşik sınıflamada ortalarda yer alan bir memur, oyunun başkahramanıdır. Doğruluk Bakanlığında çalışan dış parti üyesi Winston Smith’in gözünden baskı altında yaşayan Okyanusya toplumu anlatılır. 

Oyun üç bölümden oluşmaktadır ve iki bölüm olarak sahneye taşınmıştır.  İlkin toplumda günlük hayat ve Winston’un yeri tasvir edilir. İkinci kısımda Julia adında bir kadınla yaşadığı cinsel ilişki ve parti yönetimine karşı çıkan düşünceleri işlenir. Son olarak da Winston’ın parti tarafından ele geçirilerek işkencelerle sisteme uygun bir vatandaş yapılması anlatılır.

“Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir.”

Her şeyi gören ve bilen bir devlet toplumun tüm denetimine hakimdir. Denetimini sürekli kılmak için toplumun hafızasını silmek önemlidir. günlük konuşulan dili sadeleşme adı altında rejimin ayakta kalması için düşünen değil, biat eden, itaatkar bir toplum yaratmaktır. Düşüncenin olmadığı yerde cümlelerin ve kelimelerin artık anlamı yoktur, kısa ve öz anlatıldığında toplum ne demek istendiğini anlayacak ve ona göre kendisini biçimlendirecektir. Bu amaçla oluşturulan bir büroda, çalışanlar hem İngiliz dilinde sadeleşmeye hem de geçmişte yayınlanmış haberlerde geçen kişiler içinde eğer bugün hain olarak ilan edilmişse onun geçmişinin hepten ortadan kaldırılması için çalışmaktadır. Ülkede tek yayınlanan dergi ve gazete tıpkı basım yapacak şekilde yeninden biçimlendiriliyor ve arşiv için yeniden basılıyor, elbette bu bürodan giden yeni düzenlemeye uygun olarak, bu sayede geçmiş yeniden yaratılmış oluyor.

“Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi de kontrol eder.”

Sürekli tekrarlanan bir cümledir belki günümüzde de, çünkü geçmiş her rejime göre yeniden yaratılıyor ve bize inanın deniyor, bakın geçmişimiz budur, hatta demekle kalmıyorlar popüler diziler iyi anlamamız için tekrarı bol şekilde seyrettiriliyor. Yaşanmışlıklardan daha önemli olan kurgudur, senaryo yazanlar elbette geçmiş ile bire bir anlatma derdi yoktur, onlar sanat yapmaktadır… Geçmişin tahrip edilmesi yeni değildir, çünkü ulus toplum olmak için önce geçmiş yaratılırdı, destanlar yazdırılırdı. Şimdi ulus devletinin çöktüğü yerlerde iktidara gelenler güya ulus devletin altında çok eziyet çekmişler gibi feodal düzenin en bilinmezlerinden yeni bir tarih yaratarak yakın geçmiş ve bugün ile hesaplaşmaktadır…

Diktatör rejimde savaş önemlidir, ülkelerin istilaya uğrayacağı korkusu ve ülkesi için savaş toplumun bir arada olması gerekenidir. Savaş haberleri ve savaşta ki zaferler ve yenilgiler gerçekte olup olmadığını kimse bilmez, çünkü bültenlerde anlatılan gerçek olarak kabul edilir ve o gerçek üzerinden toplum içinde zafer kazanan liderlerinin konumu daha da sağlama alınır…

Savaşların dışında bir de vatan hainleri ve liderine karşı suikast düzenleyecek insanlar vardır. Onlar hakkında ekrandan halka seslendirilir ve halk tarafından yuhalandırılır… Liderler halka kendisi için zararlı ve düşman gördüklerini meydanlarda, odalarda, kahve ve iş yerlerinde yuhalatmayı severler, bu sayede toplum içinde bir düşman varlığı kabul edilir ve kimse sorgulamadan lider ne diyorsa doğru odur ve onun liderliğinin devamı için jurnalcilik yaygınlaştırılır. Muhbirlik kurumsallaşmıştır, çocukluktan itibaren devlet yani parti ve lider için muhbirlik yapmak bir vatani görevdir.

Kimin ne tepki vereceği, nerede gösteri yapacağı, yuhalayacağını da parti belirler ve partinin belirlediğini hak yapmak ile yükümlüdür. Muhalefet olanlar ise görünmez olmak için halkla birlikte yuhlar ve onlar gibi davranır, bu görünmezlik toplum içinde var olduğunu bilen lider ve onun partisi onlar gibi gözüken partiye güya muhalefetlik yapıyormuş gibi adamlarını da toplum içinde görünmesi sağlanır ki, muhalefet olanlar ve lidere karşı olanlar için karakol kurulur. O karakola düşenler sorgulanacak ve gerek olursa bu dünyada hiç yaşanmamış hale getirilir… Zaten lider dışında her birey aslında yaşamıyordur!

Winston sıradan bir memurdur ve yan tarafında çalışan iş arkadaşı bir gün yok olmuştur ve artık o yoktur, kim olduğu dahi kimse anımsamayacaktır… Onun boşalttığı yere başka biri atanır ve gelen bir kadındır. Kadın daha önce Winston’u görmüş ve izlemiştir ama parti temsilcisi ile geldiği için tanımazlıktan gelir. Winston şüphecidir. Onu izleyen biri hayırlı bir iş için izlemiyordur, gizli ajan olduğunu düşünür. Gelişen olaylar sonucunda ajan olmadığı ortaya çıkar. Gizlice buluşurlar ve bir arada olmak için prol (proletarya)’ın yaşadığı yerde bir oda kiralarlar. Julia ve Winston iktidara karşı geliştiren memur konumuna gelirler. İkisi de mutlu değildir, değişim istemekteler ve geçmişte belki insanlar daha mutlu yaşıyorlardı. Geçmişi kendileri siliyor ve yeniden yazıyorlardı ama geçmiş de görülmesi ve hissedilmesi istenmeyen var olduğu düşüncesi onun hayatını etkileyecek konuma doğu hızla sürüklüyordu. Kendilerine yakın hissettikleri partinin yetkilisi Emmanuel Goldstein’in arkadaşına açılırlar. Gizli bir görüşme yaparlar ama gizli görüşme yaptıkları kişinin kendisi işkenceyi yapan olduğunu yaşayarak öğreneceklerdir. Toplum polisidir kısaca… Kiraladıkları odada yakalanırlar.

İşkence ile doğru bildikleri unutturulur. Winston işkenceden kaçabilmek için sevdiği Julia’yı dahi suçlamaktadır. Julia da çözülmüştür. Basit bir yaşantıya sahip olan Winston öykünün sonunda partinin gerçekliğini kabul etmiştir. Eskiye dair bir şey hatırlamaz. Julia’yı gördüğünde, tam da partinin istediği gibi, Okyanusya’ya yakışır biçimde davranır. Artık birer sade vatandaştırlar.

Sade ve yıpranmış vatandaş Winston satranç oyun sırasında 2+2 = 4 diye bağırarak özgürlük istemini dillendirir. Özgürlük istemi hangi toplumda olursa olsun, hangi baskıdan geçilmiş olsa da asla yok olmayacaktır, çünkü insan olmak ve insan olarak kalabilmenin bir şartıdır.

Oyun iki bölümden oluşacak şekilde sahneye taşınmıştır. İçeriğini yukarıda elimden geldiğince ayrıntılı bir şekilde anlattım, elbette oyunda oyuncuların anlatımı çok önemlidir, çünkü sahneye aktarılan her cümle hak ettiği bir şekilde izleyiciye ulaştırmak ile yükümlüdür. Vurgu, sesin kullanımı, vücut ve mimikler cümlenin içeriğinin seyirci tarafından algılayışını da etkiler. Elbette oyuncu her vurguyu usta bir şekilde yerine getirmiş dahi olsa, sahnede ki duruşu, sahne düzeni, ışık, müzik... Kısaca tiyatroda olması gereken her bir öğenin de uyumlu bir birinin yolunu açacak ve kolaylaştıracak şekilde olmasıdır. Rutkay Aziz yönetmen olarak birikimini bu oyunda ortaya koymuş, sahnede fazladan hiçbir şey yoktur, sade, oyuncunun hareketini rahatlatan bir düzenlemeyi, dekor, ışık tasarımı içinde uyumlu çözmüş. Oyun oynanırken kumanda başında olanların yetenekleri oyunun akışına etki etmektedir. Bir küçük hata, erken giren bir ışık, müzik akışta görünmeyen ama hissedilen bir teklemeye yol açabilir. Benim izlediğim akşam bir iki küçük hatanın sadece teknik masanın başında olan ve o sahnede detaylı prova yapamamanın getirmiş olduğu durum olduğunu düşündüm. Onun dışında oyuncular sahneye düşen ışığın ve bazı sahnelerde etrafı karartılmış ışık süzmesi içinde yer alarak hareketli olmayan ama önceden planlı bir şekilde yerleştirilmiş ışığın dengesi içinde oyunları ve rollerine olması gerekeni verdiler. Her biri usta oyuncunun ustalıklarını gösterdiği bir şölene dönüşmüş. Bazı konuşmalar sırasında oturduğu yer salonun arka tarafına doğru olduğu için müzik sesi bastırmış olduğunu ve sahnede kara mizahın ince göndermelerini ne yazık ki kaçırdım…

Büyük biraderin hem gözlem yaptığı hem de mesajlarını verdiği ekran ve kurgusu bana göre çok başarılıydı. Sahneye hakim bir yerden seyirciye de seslenmektedir. Tek kanalın ve tek söylemin hakim olduğu yerde muhalif olanların duyguları ve insani tepkileri seyirciye yansımasını çevremde oturanların verdikleri tepkilerden anladığım kadarı ile amacına ulaştığını düşünüyorum…

Fırsatı olanların elbette bu oyuna gitmesini isterim, günümüze dolaylı olarak bir şeyler söylemektedir. Kitap yazarının Sovyet Rusya ve komünist parti eleştirisi olarak kaleme aldığı bu kitap, okuyana ve yorumlayana göre değişiklikler gösterdiğini söylemden edemeyeceğim. Tek partinin hakim olduğu, tek doğru ve tek geçmiş, tek gelecek ideali içinde olan toplumların kara mizah eleştirisidir…

Bu oyunun eleştirisini yazarken iki oyuncuya vurgu yapmak istedim ama cümleler çok uzadığı için biraz da okuyanı düşünerek kısaca belirterek bitireyim cümlemi. Taner Barlas ve Ekin Aksu özetini yazarken de sizinde dikkatinizi çekmiştir, o iki ismi canlandırdılar. İkisi sahnede usta olduklarını bir kere daha gösterirken, usta birinin sahnede diğer oyuncu arkadaşları ile ve seyirci ile iletişimini izlemenizi isterim, çünkü muhteşem bir performans… Elbette her oyuncu çok başarılıydı, ekip başarılı olmasaydı bu iki usta bu kadar öne çıkmazdı… Emeği geçenlere teşekkür ederim…

Son cümlenin notu olarak okuyun, beni oraya davet eden BKZ iletişim çalışanlarına ayrıca teşekkür ederim…


İsmail Cem Özkan







1984 Büyük Gözaltı
Yazan: George Orwell
Uyarlayanlar: Robert Owens, Wilton E. Hall, William A.Miles
Çeviri: Artun Özsemerciyan, Celal Üster
Kurgu: Taner Barlas
Yönetmen: Rutkay Aziz
Dekor ve Kostüm Tasarım: Metin Deniz
Müzik: Cahit Berkay
Reji Asistanı: Andaç Sayın
Işık Tasarım: Mahmut Özdemir
Oyuncular: Rutkay Aziz
Taner Barlas
Ekin Aksu
Özcan Alpar
Levent Yılmaz
Aytaç Öztuna
Hüseyin Uçurtma
Hüseyin Demir
Projeksiyon Oyuncuları
Ali Gül
Gülşah Kıray Barlas
Ezgi Erdilek
Aykut İşpir
Bekir Akbaş
Özgür Can Akbaş




14 Aralık 2018 Cuma

İnsan tanrıyı yarattı, tanrı insanı…


İnsan tanrıyı yarattı, tanrı insanı…

Mitolojik bir öykü değildir tanrı ile insan ilişkisi, hala yaşadığımız ve bizi etkileyen bir kavramdır tanrı. Tanrı adına cinayetler işleniyor, onun adına aş evleri kuruluyor, onun adına mabetler inşaat ediliyor, onun adına kurbanlar kesiliyor. Tanrı kana susadığı an kan dökülüyor, çiçeğe ihtiyaç duyduğunda çiçek ama çiçekler genelde ölüm merasimlerinde taşınıyor. Çiçek bir anlamda son yolcuğunun bir sembolü oluyor…

İnsan doğa karşısında güçsüz olduğunda, her zaman onu yenmek için mücadele etmiş, mücadele ederken de ibadet etmiş, boyun eğdiremediği güce karşı. Ne zaman onu yenmiş başka bir güce yönelmiş, o güç karşısında boynunu bükmüş, çaresiz ve mazlum olduğunu haykırmış, her haykırış bir isyanın ilk işareti olmuş. İnsan neye boyun eğmişse onu yenmek için gizliden, açıktan çalışmış. Tanrı ile kavgasını sistemleştirmiş ve bilimi bulmuş, öğretilerini geliştirmiş, bilimin her adımı tanrının hakimiyet alanını daraltmış, o kadar daraltmış ki insanın, hayvanın doğumuna ve ne zaman doğacağına kadar kararı insan verir olmuş. O yüzden bugün her büyük şehirde bir doğum ve bebek konusunda uzman özel hastaneler oluşmuş, çocuğun ana rahminde DNA’sı ile oynanarak istenilen insan sipariş bile edilir olmaya başlamış, ilk adımları ve başarıları medyaya düştü bile…

Tutucu olan aileler de bu doğum yaptırma merkezlerine gidip spermlerini ve yumurtalarını bırakıp, orada yapılan işlemin sonucunu doğumhane önünde bekler olmuş. Kimse bunun anlamını sorgulamamış, çünkü çıkar her duygudan daha üstündür ve çıkarına geldiği sürece hiçbir işlem sorgulanmaz, çünkü belirleyici olana boyun eğmek gereklidir…

İnsan, kendi cinsi dışında ki tüm canlıların tanrısı oldu, istediği an kendi zevki için öldürüyor ya da dönüştürüyor... Evcilleştiriyor, evcilleştirdiklerini suni olarak doğum yaptırıyor ve kendi ihtiyacı için ihtiyacından fazla öldürüyor. Bugün evcilleştirilmiş hayvan sayısı doğada ki yabani olarak adlandırılanların oranı arasında ki uçurum çok büyük.

Evcilleştirilmiş hayvan sayısı doğada ki tüm canlılardan en az on katı daha fazla konumunda... İnsan üstelik hayvanları coğrafya, hava durumuna bakmadan her yere taşıyor ve orada insan zevki için kafeslerde sergiliyor...

İnsan tanrı oldu, tanrılar insanlara yaptığını şimdi insan her türden canlıya yapıyor...

“Ben tanrı görevinden kendimi feragat ettim ama benim cinsimden diğer insanlar ben rahat tüketeyim ve tükettiğim şeyin bir canlıdan elde ettiğini yok saymak için paketler içinde bana sunuyor…”

İhtiyaç diyerek ya da ihtiyaç haline getirilerek bize sunuluyor ve tüketiyoruz…

Tanrı insan, diğer tanrılar ile kavga ediyor, Yunan mitolojisinde tanrıların kavgasını okuduğumuz tüm destanları yaşıyoruz...

Peki, tanrıların hüküm sürdüğü tanrı olmayan insanlar, kim onlar?

İşte denek konumuna getirilmiş ülkemizin insanı, yarı tanrı konumunda kendimizi tanrı gibi sunmak için çabalıyoruz...

Büyük şirketlerin gelişmiş ülkelerde pazarlayamayacakları ve daha ucuza mal edilen ürünlerini tüketiyoruz, elde ettikleri sonuca göre yeni ürünleri ve daha ucuza elde etmek için deneklerden elde edilen sonuçlarını yapay zekalarında biriktiriyorlar… Bizler onların kobayı konumundayız, gelişmiş ülkelerde aynı marka ve biçimde tüketilen ile bizde tüketilenlerin içerikleri farklı… İlaçlarda da aynı kural geçerlidir. Algoritmalar (üretim şeması) aynı ama içerik farklı, daha insan dışı, sağlığa zararlı ne varsa daha ucuz olduğu için ülkemizde pazarlanıyor…

Dinler kendi inanç sistemine uygun insanı yarattı ve o insanlar bizi kendi homojen yapılarına uygun biçimde biçimlendirmeye kalktı. Bugün özgürce kendimizi ifade edebileceğimiz ne ortam ve ne de geliştireceğimiz coğrafya kaldı…

Her yerde hukuk maddelerinin konservatif yapısı içinde nefes alacağımız alanlar açma kavgası içindeyiz. Hukuk, var olan sistemi savunur ve korur, özgürlükler için kapılar açmaz, özgürlükler hukuka rağmen mücadele sonunda elde edilmiş haklar ile oluşur…

Yaşadığımız zaman içinde ise elde edilmiş haklarımızın teker teker ellerimizden alındığını ve buharlaştığı süreci yaşıyoruz. Yeni alanlar açmaktan daha çok, var olanı koruma telaşına düşüldüğü an, sistemin hakimleri için kolay kazanılan zaferler anlamına gelir, çünkü var olanı korursanız dahi zaten sistem bu konuda kazanılmış alanıdır…

İnsan sistemi yarattı, sistem insanı biçimlendirerek kendi ihtiyacına uygun eğitiyor… Her sistemin yaşama ömrü vardır, çünkü sömürünün olduğu yerde başkaldıracak ve yeni bir sistem kuracak güç her zaman var olacaktır… 

Bütün dünyanın kobayları birleşin, sizin üzerinizde deney yapanları ve onların ürünlerini çöpe atın! Gelişmişlik ile gelişmekte olan arasında ki uçurumu yok edin ki, sizin içinde özgürlük alanları oluşsun! Güneşin ülkesin de güneşi görmeyen insanları kobay ve köle olmaktan başka yaşamlarında olduğunu hissedin, sokağa çıkın, güneşi görün, onun ısısı altında da hayatın devam ettiğini bilin! Size sunulan ile değil, sunulmayanı isteyin! İnsan tanrı oldu ve tanrılar büyük şirketleri yönetiyorlar, onlar adına ve onların çıkarı için birbirimiz ile kavga etmeyelim! Onların sırça köşküne bir kuru kafa fırlatın gitsin, belki yerle bir olur!

İsmail Cem Özkan