30 Ekim 2020 Cuma

Kışkırtan mı suçlu, yoksa…?

 Kışkırtan mı suçlu, yoksa…?

 

Gelişmekte olan yani geri bıraktırılmış devletler krize düşünce liderleri sokak mantığı ile hayata bakar, çünkü krizi yönetmek diye bildikleri şey; sokak kavgasından başka şey değildir.

 

Sokak dilini kullananlar için “görünendir” düşman ya da dost. Her ikisini de abartılı şekilde yaşarlar… “Ya toprağım olacaksın ya da benim!” mantığı içinde arabesk bir bakış açısı ile sürekli karşı tarafın provokasyonuna gelir. Çünkü yaşanmışlıklardan ders almak yerine kendi bildiğin doğru olduğuna inanır.

 

Provokasyon = kışkırtma...

 

Son on yıllık ülkemizde yaşanan olaylara bir bakalım, batıda bir yerde bir karikatür yayınlanır ve toptan olmasa da devletçe bir tepki verilir. Buna karikatürcülerde katılır, bazı “dokunulmaz hassas konular var” diyerek ama “mizahın dokunmayacağı hiçbir şey yoktur, tam özgür olduğu için mizahtır” lafını unutuverirler, çünkü onlarda kendilerini aşmadıkları bazı manevi duygulular içindedir.

 

Mizahçı otosansürünü uygular, çünkü ağzına geleni değil, aklına geleni ölçerek kamuya açarlar eserlerini. Mizah yapmak gerçekten çok zordur, o zorluk derinin yüzülmesine kadar giden tepkilerdir. Osmanlı dönemi mizahçılarından/ hiciv ustalarından derisi yüzülen, başı vurulan, denize atılıp boğdurulanları tarih sayfalarında bulabilirsiniz…

 

Mizahçı ancak kendi esprisini anlayacak bir kamuoyu önünde rahat eder, en söylenmeyecek şeyleri bile öyle bir usturuplu söyler ki, karşısındakine çuvaldız batırır, iğne batırmış hissi verir… Mizah yapmak gerçekten birikim işidir, birikim olmadan mizah yapılamaz. İyi bir izleyici, iyi tahlil eden, gelişmeleri iyi okuyan ve önceden hissedip dillendirendir…

 

En çok hafife alınan mizahçılar aslında toplumun yüz aklarıdır, onlar toplumun hem vicdanı hem de tarihin taşıyıcısıdırlar.  Mizahın doğasında olanı her mizah okuru hisseder, ona göre algılar ve kendisini şartlandırır bir anlamda. Her mizahçının da bir kitlesi vardır. Her kesim o mizahçının dilinden hemen algılaması söz konusu değildir, mizahçı kendi okurunu yaratır ve geliştirir. Mizahçı genel topluma göre değil, kendisi oluşturduğu ve geliştirdiği okuruna, izleyicisine seslenir…

 

Şimdi bir karikatür ne kadar provoke eder bir insanı?

 

Karikatür sonuçta mizah eseridir.

 

Kışkırtır.

 

Rahatsız eder.

 

Alay eder.

 

Küçümser…

 

Mizah, beklenmedik bir anda insanları şaşırtarak güldüren bir eylemdir. Mizah, zeka gerektiren bir durumdur. Her olayla ilgili mizah yapmak da mümkündür.

 

Her provokasyon mizah değildir. Tersinde ise her mizah içinde kışkırtma vardır, dozajını üreten sanatçı belirler.

 

Bunu örneklemeye kalkarsak, çok uzaklara gitmeye gerek yok, her sene üzülerek anımsadığımız ve “bir daha asla!” diye söz verdiğimiz 6-7 Eylül olayları…  Ne yazık ki “bir daha asla” dediğimiz bir şeklide tarih çizgimiz içinde yerini alır ve üzücü sonuçları ilk defa yaşıyormuş gibi yeniden yeniden aynı acıları, benzer acıları yaşarız. Homojen toplum oluşturmak isteyen devletlerde benzer olaylar bol bol ve fırsat buldukça olur.

 

Kurbanlar değişir ama katilleri destekleyenler genelde değişmez…

 

Yani provokasyon varsa hedefte o kişinin o beklenilen ve istenilen davranışı göstermesi gerekli, yoksa provoke etmenin bir anlamı yok...

 

Provokasyonda tepki “beklenilen” olması gerekli...

 

Tepkinin ölçüsü de önemli...

 

Çünkü hedef savaş açmak ve karşı tarafa konumlandırmak ise iş basit, çünkü her toplumun yumuşak karnı vardır oraya dokunmak yeterlidir... Onlar klasikleşmiş ve beklenilen tepkiyi verir...

 

Bu boks oyunlarında çok sık kullanılır, sözlü sataşma, vurulmaması gereken yere vurup cezayı göze alıp, sonra rakibini sinirlendirerek kontrol dışına düşmesini sağlamak... Yani provoke edenin hedefini iyi koymalıyız ki, ona karşı verilen tepkiden ne elde edileceğini öğrenmek zorundayız...

 

Bir karikatür yayınlandı, aslında yayınlanan karikatürlerin içeriğinin hiç bir önemi yok, çünkü ona verilecek tepki için önce ortam hazırlandı...

 

Provokasyon için önce ortam hazırlanılır, ortam hazırlamak için rakibinin en zayıf noktaları tespit edilir ve o tespit edilen noktalara nasıl tepki vereceği öngörülür...

 

Buraya kadar tepki, öngörü kavramlarına kadar geldik...

 

Peki, bütün bunların oluşumunu kim sağlayabilir?

 

Sizi, sizden daha iyi tanıyanlar...

 

Onların istediği tepkiyi verince vicdan mı rahatlatılıyor, yoksa onların istediğini değil de soğukkanlı bir şekilde var olan krizi mi yönetmek daha önemlidir...

 

Provoke eden kazanacağı oyuna girer, kaybedeceği oyunda olmaz...

 

Her provokasyonu mizah diye sunmak yanlıştır, her mizah ama içinde kışkırtma vardır, o ince çizgiyi kaldırmak bir kültürel ve siyasi birikim gerektirir, çünkü her toplum, kültür o mizahi dokunmayı kendisine göre yorumlar ve mizahçının amacında olmayan sonuçlar çıkarır, çünkü mizah evrensel değil, yapıldığı kültür ile çok ilgilidir… Amerika’daki MAD dergisinde yapılan eserleri ülkemize uyarlayamazsınız, Amerika’da çok seyredilen mizahi bir filmi, diziyi ülkemizde en çok izlenen yapamazsınız, olmaz… Elbette seyircisini bulur her eser, ama çoğunu kucaklamaz. Ülkemizde yayınlanan mizah dergileri aynı şekilde Almanya’da en çok satan mizah dergisi olmaz. Hababam sınıfı filmleri Arap dünyasında çok gösterilmez, onun yerine drama dizileri, filmleri bol bol izlenir ve üstelik aylardır ülkede en çok izlenen, okunanı bile olabilir…

 

Gözyaşı, acı bütün ülkelerde aynı şekilde toplumlar içinde tepki toplar ama mizah yani gülmek aynı tepkiler üzerine oturmaz… Mizah içinde bulunduğu devletin, kültürün, coğrafyanın içindedir, kendi dilini içinde bulunduğu ortamdan alır. O kültürden olmayanın o mizah eseri üzerine baskı kurma, yargılama hakkına sahip değildir, çünkü her toplumun duyarlılığı o toplum içinde geçerlidir. O toplum içinde dikkat edilir, başka toplumların o toplum için hassas konularını gözetme şansı yoktur, öyle olsaydı eğer ülkemizde bol bol yapılan İsa esprilerin hiç biri olmazdı, inekler üzerine espri yapılması Hindistan’da ayaklanma olacağı göz önüne alınarak yasaklanması gerekliydi…

 

Mizahçılar başka ülkelerin mizahçılarına “sen o espriyi yapma hakkına sahip değilsin” deme özgürlüğüne sahip değildir… O zaman başka ülkenin mizahçıları da o sözü söyleyene bir şeyler deme hakkını vermiş olur…

 

Mizahçı isterse kendi içinde oto sansürünü uygular ama mizaha sansür uygulanamaz…

 

Mizaha sansürü bir mizahçının savunması ve dillendirmesi kabul edilemez…

 

Zamanında yazdığı hiciv şiirleri yüzünden derisi yüzülen Nesimi, 4. Murat’ı eleştiren Bayram Paşa sözlerinin arkasında durmuşlardır, geri adım atmamışlardır. Onlar tarihimizin gerçek aydınlarıdır. Sürgünü, işkenceyi göze almış, hiçbir zaman geri atmamış yakın tarihimiz içinde nice aydınlarımız/ mizahçılarımız var. Onların bir bildiği vardır elbette, o bildiklerine sahiplenmek ve onların gittiği yolda olmak her mizahçının görevidir, fakat her mizahçı kendi tercihini yapmak hakkına sahiptir ve o haklarını nasıl kullanacakları mizahçının tercihidir.

 

Mizah, iktidarda olmaz, hangi rejim olursa olsun, hangi sistem olursa olsun mizah muhaliftir, yağcılık yapmaz, övgüler dizmez… Her mizahçının muhalefeti farklı olur, kimisi altından girer, üstünden çıkar, kimi çuvaldız batırtmayı sever, kimi sessiz kalıp başka noktalardan hayata bakmayı tercih eder…

 

Bırakın mizahçılar işini yapsın, mizahçıların yaptığına bakarak provokasyonlara gelmeyin!

 

İsmail Cem Özkan

28 Ekim 2020 Çarşamba

Hedef doğru mu ?!

 Hedef doğru mu ?!

 

Sol hareketler 12 Eylül öncesi antifaşist mücadele ettiler ve 12 Eylül sabahı ile var olan yapıların birçoğu darmaduman oldu, çünkü sol, antifaşist mücadeleye uygun bir mücadele taktiği tutturulmuş ve yapılanmalarını ona göre kurgulamışlardı.

 

Elbette baştan itibaren kurgulanarak bir düzenleme söz konusu olmuşsa ki, benim okuduğum kaynaklara göre gelişen olaylara ve ihtiyaçlara göre bir yapılanma söz konusu ve çoğu zaman yapılan ittifaklar ve birleşmelere bakarak kafa karışıklıkları da mevcut olduğunu düşünüyorum. Ortada kurgu yok, gelişen ihtiyaca cevap veren yapılar söz konusuydu.  

 

12 Eylül öncesinde Sistem ile kavga ve nihai hedef güncel olayların içinde yok olmuş gibiydi. Bir yandan da olayların gelişimine bakarak doğal bir süreç, çünkü solu öyle bir ortamın içinde bıraktılar ki sol ister istemez faşist saldırlar karşısında savunma konumunda yer almak zorunda kaldı. Sokakta ki sıcak gelişmeler, sol yapıların karar verici konumunda olanların da acil sorunlara yanıt aramasına sebep olmuş ve güncelin içinde bir anlamda kısır döngü içinde kalmalarına sebep de olmuş olabilir. Teoride olan bir çok şeyin karşılığı sokakta olmayabilir, sokak ya da hayat değişimleri ile kendisini dayatır ve ona göre var olan siyasi, kültürel yapının da değişimine zorlar. Somut durumun somut tahlili, ona karşı gelen çözüm önerileri zaman zaman nihai hedefin göz ardı edilmesine sebep olabilir. Acil görevler diye başlık açılır ve o hiç sonlanmaz.

 

Sokaklarda ki gelişmeler bir anlamda cepheleşmeyi ve iç savaş koşullarının oluşulmasına neden oldu. Var olan yapılarda ayrılıklar solun egemenlik sorunu oluşmasına neden oldu, çünkü sol kendi mücadelesi ile oluşturmuş olduğu kurtarılmış alanda başka bir solun kök salmasına ve kazanılmış olan ne varsa onun paylaşımının taraftarı olmadı…  Zaten oturup tartışılacak, teorik sorunların konuşulduğu ortamlarda pek söz konusu değildi, dergilerde yapılan tartışmalar sokaktaki karşılığı kaba güç olarak kendisini ifade eder olmuştu. Sol, kendi egemenlik alanında başka sol bir gücün olgunlaşmasına izin vermedi...

 

Sol yapılar arası çatışmalar zaman içinde sanki sıradan bir antifaşist mücadele gibi algılandı...

 

Sokak, solu anti faşist mücadele ile oyalarken 12 Eylül’ün gelişini gören sol kadrolar, darbe sabahında hazırlıksız, kadrolarını yönlendirecek kadar lojistik destekten yoksun, darbe konusunda alınmış istihbaratın sadece darbe geldiği konusunda bilgisi alınmış ama darbenin içeriği konusunda bilgisiz halde yakaladı... Bu da solun kısa sürede merkezi yapılarının çözülmesini ortaya çıkardı...

 

Peki, bugün neden o günleri anımsadım?

 

Bugün yaşananlara bakıyorum, ortada antifaşist bir mücadele yok, çünkü öyle bir ortamın yaratılmasını istemeyenler 12 Eylül sonrası oluşturdukları ortam ile bunu imkansız hale getirip yerine başka şeyleri ikame etti…

 

Solun boşalttığı alanı dinci yapılar doldurdu.

 

Zamanın ruhunda yükselen güç dindi. Ülkemize başka bir rol biçilmişti, bu rolü ülkemizde uygulayacak darbecilerde bu işe bir anlamda gönüllüydüler.  Elinde Kuran ile meydanlara çıkıp ayetlerden alıntılar yaparak konuşmalarını sürdürürken bir anlamda kulaklara fısıldanıyordu, artık devri tarikatların devriydi, hazır olanlar bu zaman içinde yükselecekti.

 

Liberalizm dalgası, kazanılmış hakların zor ile ya da zaman içinde alınarak örgütlü işçi sınıfını örgütsüz ve sisteme sorun çıkaramayacak düzeye kadar geriletmekti...

 

Ülkenin şartlarına uygun dört eğilimi birleştiren partiler ortaya çıktı... İktidara kim gelirse kendi muhalefetini de kendisi oluşturuyordu, çünkü kendi oluşturduğu gündeme muhalefeti alet ederek, kendi gündemi üzerinden hedeflerine ulaşıyordu. Özal dönemi, anti Özal ve ANAP üzerine kurgulandı. Muhalefet, Özal’ın tüm uygulamalarına gözü kapalı “hayır” diyordu. Evet - hayır çekişmesi, dönemin en eğlenceli yarışma programı dahi olmuştu. Evet dedi ve kaybetti! Evet ve hayır denilmeyecek oyunlar ekranlarda çok seyirci topluyordu…

 

Özal sonrası bir geçiş süreci yaşadık...

 

Liberalizm sadece ekonomik anlamda hayatımızı etkilemiyor, siyasi olarak da etkiliyordu. Var olan Kürt Sorunu ve çevresinde Kürt realitesinin tanınması ile ister istemez geçmiş ile yüzleşmek ve yeniden tarih yazımını ortaya çıkardı, çünkü o güne kadar katı şekilde uygulanmış olan ulus devleti artık yerle bir oluyordu ve yerini dolduracak yeni bir sistem inşaat edilmesi gerekliydi…

 

Liberalizm yıkmıştı ama yerine yenisini koyamadı...

 

Sol toparlama sürecindeydi, üzerinden panzer geçmiş ve dövüşte yere düşmüştü…

 

Sınıflar ortadan kalkmamıştı, fakirlik daha da artmış, şehirler daha fazla kalabalıklaşmıştı. Fakat bir türlü sol toplanamıyordu. İktidar ortağı olmuştu ve bir anlamda onlarda liberal ekonomiyi ve düşünce biçimini benimsemişler ve radikal solun yerini sol söylemli liberalizm almıştı…

 

İki partili rejimde ister istemez “zararsız solun” olması gerekliydi… Koltuk kavgası, koltuk mücadelesi devlet ihalelerinde pay kapma yarışından ister istemez her kesimi kucaklıyordu. Cezaevinden çıkan bir çok şanslı solcu var olan belediyelerde ya danışman ya da ihale işleri takip eder konuma gelmişti… Liberalizm 12 Eylül öncesini nostaljik bir konuma indirgemiş, oradan elde edilen ilişkiler kendi çıkarı için kullanılan bir ağa dönüşmüştü.

 

AKP kuruluşu ve sonrası süreç 12 Eylül darbesini planlayanların, yapanların ve destek verenlerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde kendisini gösterdi… ANAP gibi AKP’de kendi muhalefetini yarattı… Ve ne yazık ki bu AKP iktidara geliş süreci ve iktidar koltuğunda kalış sürecinde solun tercihleri önemli rol oynamıştır. Çünkü başörtüsü ile başlayan bir süreçte, evet -  hayır oyunun başka bir versiyonu oynanmıştı, tutucular ve özgürlükçüler adı verilen iki kutba dönmüştü, aslında orada da bir kavram karmaşası yaratılmıştı. Çünkü özgürlükçü olduğunu söyleyenler tutucuydu ve hedefleri yolunda her role bürünebileceklerini açıkça ilan etmişlerdi…

 

Kavramlar ile oynanıyordu, çoğu kavramın o güne kadar alışılagelmiş tanımları değiştiriliyordu.

 

O süreç içinde solun küçük bir bölümü belki de büyük bir bölümü sadece AKP ve Erdoğan karşıtı tutum içinde kendisini tanımlamaya başlamıştı...

 

Antifaşist mücadele yerini sanki Erdoğan karşıtlığı almış gibi...

 

Bir bölüm sol bugün var olan kaosun ve krizin nedeni sadece Erdoğan ve onun beceriksiz ve bilimden uzak, sadece duygusal olarak İslam hayaline bağlamakta... Bu bize sunulan ve muhalefet olarak kim varsa üzerine ödev gibi yüklenilmiş bir bakış açısı gibi...

 

Günlük olaylar, günlük yapılan hukuk dışı uygulamalar, keyfi hukuk kararları ile oluşan bir kaos ve krizin içinde muhalefet olmak var olan iktidar ile mücadele etmek gibi bir bilgi pompalanıyor...

 

Burada sanki senaryo aynı ama bazı kelimeler değiştirerek tarihin tekerrür halini ortaya koymuşlar gibi...

 

Sol ve işçi sınıfı ekonomik mücadele ediyor, siyasi mücadelenin yerini geçmişin değerlerine sarılmak şeklinde ve onun ile AKP karşıtlığı oluşturuluyor gibi bir durum söz konusu... Bundan da en çok kimler yararlanıyor sorusu aklımın bir köşesinde duruyor...

 

12 Eylül öyle sıradan bir tarih değildir, ulus devletinin yıkılışı ve yerini liberalizm görüntüsü altında küreselleşme ve yeni kapitalist düzenin oluşturulması süreci. Kısaca tarihin kırılma noktalarından biri bizim özgün tarihimiz içinde ama dünyada buna paralel olarak kırılma bizden önce başlamış ve halen devam eden bir süreç...

 

Henüz kırılma devam ettiği bir zaman diliminde sol neden siyasi hedefler yönünde yapılandırmak yerine basit olanı seçiyor?

 

Var olan ve gözle görünen yel değirmenleri... Antifaşist mücadele yerini lider ve partisi karşıtlı almış gibi…

 

Yel değirmeni orada duruyor, küresel rüzgar ile zaman zaman dönüyor, çoğu zaman kendisini öğütürken ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek olan ümmet dünyası için kendi ütopyaları içinde debelenirken sol bu var olan iktidar ile savaşmayı ya da mücadele etmeyi takıntı olarak kendisine seçmiş durumda?

 

Ulusal bayramları bazı komünistler Türk bayrağı eşliğinde kutlama eğiliminde. Sanki işçi sınıfı iktidarda, işçi sınıfının bayrağı ve o bayrak altında mücadele ediyorlar... Şenlikler düzenliyorlar...

 

Bundan ben hiç bir şey anlamadım...

 

Karadeniz'de öldürülen komünistlerin mirası mı kaldı? Katiline tapınma ya da biat etme gibi bir durum mu yaşanıyor? İşkencelerden geçirilmiş, acılar çektirilmiş, sürgünler yaşanmış, devletin derelerinde kaybolan öldürülenler sanki bu ülkenin tarihinde hiç olmamış gibi bir tavır içindeler?

 

Sol hala yel değirmenleri ile mi mücadele ediyor?

 

Sancho Panza çoktan yanımızdan gitti, tek başımıza kaldık, yel değirmeni rüzgar oldukça dönmeye devam ediyor...

 

Bugün AKP karşıtlığı CHP ile ortak iş yapmaya kadar gelmiş durumda. AKP aslında CHP demektir, çünkü onu iktidar koltuğunda tutan CHP’nin tercihleri ve AKP’nin istediği söylemleridir. Şöyle bir düşünelim, Erdoğan gitse, yerine Kılıçdaroğlu ya da başkası gelse ne değişecek işçi sınıfı adına? Biraz daha mı özgür olacağız, daha mı az sömürüleceğiz, daha fazla mı demokrasi gelecek?

 

Sınıf temelli bakar hayata sol.

 

Sınıf çıkarları açısından bakılınca, onun iktidarı için mücadele etmek yerine, bir burjuva partisi yerini başka burjuva partisi alsın diye ittifak içinde olmanın bir anlamı var mı? Elbette ortada küçük nüanslar olacak ama yaşam kalitemizin yükselmesi hayat standartlarımızın artması için mücadele ediyoruz, bir çok şeyi riske atıyoruz, çünkü kaybedeceğimiz çok şey var…

 

Sınıf mücadelesi nihai hedefi gözden çıkarıp günlük olayların peşinden koşan hale geldiğinde yeni yenilgiler kaçınılmazdır…

 

Bunu yaşayarak, ölerek öğrendik.

 

İsmail Cem Özkan

25 Ekim 2020 Pazar

“Our boys have done it”

 “Our boys have done it”

 

Bizim tarihimizin içinde bir kırılmanın olduğu anda uzak bir ülkede söylenen sözdür… bir ülkenin kaderi, gelecek projeleri başka bir ülkede bir oval odada verilebilinir, çünkü oval oda sadece bir oval oda değil, dünyanın kaderinin çizildiği, yeniden biçimlendirildiği, sınırların hatta sınırlar içinde yeniden oluşturulduğu yerdir. Bu elbette oval odaya özgü bir şey de değildir, çünkü sömürge döneminde de başka odalarda kararlar veriliyor ve o kararlara uygun sömürgeler oluşturuluyordu. Kıtaların hareket etmesi gibi siyasi tarih de hareket eder ama genel kurallarda pek değişim olmaz, eğer sömüren ve sömürülen ülkeler var ise başka deyiş ile ezen ile ezilen. Sınıfsal bakış açısına göre işçi sınıfı varsa, onu sömüren ve ezen de kapitalist olacaktır, kapitalistin yerini işçi devleti adı verilen devlet kapitalizmi de alabilir ama sonuçta ezilen varsa, orada ezen de mutlaka vardır… 

 

Devletler insanlık tarihinde var olmaya başladığı günden bu yana kendi tecrübesini yaratmış ve her yıkılan devlettin tecrübesini kendisine katarak “ilelebet yaşayacak” bir devlet yaratmak peşinde koşmuştur ama her oluşan devlet bir şekilde yıkılmıştır, yerini içinden doğan başka bir devlete bırakmış ya da başka devletin sömürgesi olmuştur. İdeal devlet henüz oluşmadığı ve o seviyeye gelinmediğine göre devletler oluşacak, yıkılacak, yerine başkası gelecek ve ezen ile ezilen arasında her zaman ezen sınıfın, kesimin çıkarını savunacaktır. Devlet kimin ise ona hizmet eder. Feodal dönemde devlet aile adı verilen toprak sahiplerine aitti, onlar adına hizmet etmiştir, onlar adına savaşlar açmış, yağmalar yapmış, vergi yöntemleri geliştirmiş ve köle kültürünü yaratmıştır… Köle kültürü hala varlığını bugün dahi korumaktadır, kölelerin haklarını savunan, onların özgürlüklerini pozitif ayrımcılık ile yasal düzenleme ile yerine getiren ne yazık ki köle geçmişi olan devletler yoktur… Hala göreceli özgür olan Afrikalı köleler, hala toplum içinde hedef olmayı sürdürüyorlar, elbette onarlın kanları üzerine oluşan bir kazanılmış yasal haklar mevcuttur ama hela yeterli olmadığını Amerika’da siyahi insanlara yapılan polis baskısı ve cinayetleri aktüel olarak varlığını korumaktadır…

 

Bizim gibi batı tarihinden farklı bir şekilde gelişen devlet geleneğinde yağma kültürü ile oluşturulan bütçeler ve savaşlara dayalı devlet anlayışı sonucunda oluşan bir tarihi birikimimiz vardır. Elbette bizim tarihi birikimlerimiz feodal ülkeler ve sanayileşmiş ülkelerden farklı olacaktır, çünkü biz sanayi, teknoloji geliştirme yerine yağmadan, yağmalayamayınca borçlanmayı seçen, üretmeden var olanı, yaratmadan yaratılanı kullanan bir tüketim toplumuyuz… Osmanlı devletinin en refah dönemi aynı zamanda gerileme döneminin başlangıcı sayılır, çünkü yağmadan yağmalanan ülkeye dönüşümüzdür… Fransa’da yaşanan sanayi devrimi ve ulus fikri ve onun oluşturmuş olduğu ulus devrimleri ile yeni bir devlet anlayışı oluştu. Osmanlı devleti için son nokta bu uluslaşma sürecinde olmuştur. Osmanlı devleti sonuçta Türkiye cumhuriyeti adını alan devlete dönüşerek bu tarihin kırılmasından yeniden biçimlenerek çıkmıştır… İmparatorluktan ulus devletine…

 

Her devlet başka devletlerin tecrübesinden yararlanır, çünkü tarih; geçmişin geleceğe aktarılmasından başka bir şey değildir… Geçmişi iyi bilmeyen, yorumlayamayan ve ondan ders çıkaramayanlar genelde yarını olmaz. Ulus devletin mantığında halkına yalan söyle ama devlet arşivinde bilgiler açıklanandan daha farklıdır. Genelde devletler ellerinde ki verilerin uygun görülen kadarını açıklar, çünkü veriler devletin güvencesidir, bu sayede istedikleri ortamı hazırlamak için ellerinde ki en büyük avantajdır. Elde veriler olmayınca somut durumun somut tahlili olmaz, sadece o anın görünen kısmının tahlili olur ve fikir yürütülür…

 

Tüm zamanlarda devletler genelde operasyon yapmak istediklerinde, operasyon yapmak için ortam hazırlarlar ve sonra düğmeye basarlar, fakat daha öncesi operasyon alanında güç dengesi küçük vuruşlar ile test edilir ve sonucu kesin olacak bir planlanmış operasyon için zamanın olgunlaşması beklenir. Ve düğmeye basıldığı an şampanyalar patlar ve "bizim çocuklar başardı" denir... Denize indirilen savaş gemisinin burnuna şampanya patlatmak gibidir! Zafer, denize inen en son savaş gemisinin vurucu gücünde yatmaktadır…

 

Yakın zamanda bizim tarihimizden örnekleyerek bakarsak eğer; 12 Eylül sabahının ilk anlarına elimizdeki bilgiler ile kısa bir bakalım. Elbette bu bilgileri devletler açıklamıyor ama olaya şahitlik edilmesine izin verilen gazetecilerin veya bürokratların anılarından bilgileri topluyoruz.  

 

Amerika’da olan bir gazetecinin anısında (şimdi Türkiye’de yandaş medyanın içinde hala gazeteciliğe devam etmektedir.) bizde 12 Eylül sabahı olduğunda Amerika’da henüz toplantılar sonlanmamış devam ediyormuş. O toplantılarda bulunan gazetecimizin anlatımında “toplantı anında Türkiye’de darbe yapıldığı haberi gelir, CIA’nin Türkiye şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “our boys have done it” diye haber vermiş...

 

Elbette bu strateji devletlerin her zaman kullandığı yöntemdir... Bir mahalleye, bir kasabaya operasyon kararı alınmışsa eğer, orada ortam yaratılır, göreceli özgürlükler verilir, hatta rakip olarak görülen kendisini daha güçlü hissetsin diye samanlar toplanır ve alevler yakılır, balonlar uçurulur...

 

Ve bir gece sabaha karşı düğmeye basılır...

 

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir, genel istenilen alınmıştır artık, orada acılar orada kalır ve tarih önünde kimse bunun hesabını bile sormaz...

 

Şimdi burada daha ilginç olan şey ise, bizim 12 Eylül darbesi yapanların anılarında anlattıkları… Onlarda tıpkı Amerika’da şampanya patlatanlar gibi olayların olgunlaşmasını beklemiş… hatta olaylar daha fazla alev alsın diye, saman toplayıp yakmışlar.. düşman olarak gösterilenlerin güçleri o kadar abartılmış ki, buna dönemin başbakanı bile inanmış, "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın." diyerek darbecilerin istediği ortamın hazırlanmasına bilinçsizce yardım etmiş… Eğer bilmiş olsaydı sanırım o sözü söylemezdi, çünkü Fatsa’da parti teşkilatı Fatsa’da ki bağımsız belediye başkan ile birlikte meclisler aracılığı ile ilçeyi yönettiğini, söz haklarının olduğunu, karaborsanın kalktığını söylerlerdi. Orada başka devlet değil, sorunları birlikte çözen bir deneyimin yaşandığını vurgularlardı… Demirel Fatsa teşkilatını dinlememiş, kendisine generallerin verdiği raporu doğru kabul etmiş ve ona göre tavır almıştır… Fatsa “Nokta Operasyonu” sadece bir testti darbe yapacak generalleri için, sürpriz istemiyorlardı tanklar ile sokakları kapattıklarında… Elbette tek test ile sonuç alınmaz, generaller ortamın olgunlaşması için sıkıyönetim koşulları altında her türlü testi yaptılar, güvence aldılar… Maraş katliamı ile Ecevit’e askerleri sokaklara indirtmişler, Demirel ile düğme basma tarihini netleştirmişlerdir…

 

Elbette devlet içinde verileri iyi kontrol eden, bilgi akışını başka unsurları karıştırmadan sağlayabilen her devlet kendisini kontrol altına alırken, başka Ülker hakkında da bilgi sahibi olur. Ülkeler arası veri toplama işi için devlet çok büyük bütçe ayırır ve devlet başkanlarına da örtülü ödenek adı altında sorgulanamayan ve açıklanmayan bütçeler oluşturulur… hepsinin amacı bilgiyi sağlıklı ve başkasının bilgisi üzerinden veri almamak içindir. Eğer bir ülke verileri başka ülkelerin gizli servislerinden elde ediyorsa, o ülke sömürge ya da yeni yarı sömürge adı verilen ülke kategorisi içindedir…

 

Tarihin en önemli/kanlı olaylarından biri Yahudi soykırımıdır ve kimse o soykırım ile gerçek anlamda bugüne kadar yüzleşmedi, göstermelik bir mahkeme kuruldu Dresden’de ve orada işine gelinenler alındı, suçlu olanlar suçun mahiyeti fazla yüzleşilmeden karar verildi ve kapatıldı... Çünkü Almanya’dan gerekli veriler alınmıştır ve onlar ve teknolojileri kendi çıkarları için kullanılacaktır… Yahudiler yaşadıkları ile kaldılar ve göstermelik birkaç pozitif ayrımcılık! Avrupa’da bugün dahi Yahudi düşmanlığı toplum içinde karşılık buluyorsa eğer, toplumsal olarak yüzleşilmediği içindir…

 

Tarih önünde geçmiş ile yüzleşildiğine dair bugüne kadar gerçek anlamda bir belge ne yazık ki bulamadım...

 

Kazananlar tarihi kendilerine göre yazıp geçmişi mahkum etmişlerdir...

 

Irak ve Saddam Hüseyin, Libya ve Kaddafi unutulmaması gereken dersler ile doludur… İşgalci devletlerin liderleri kendi toplumuna nasıl yalan söylediği bugün artık ortada, saklanmıyor bile… Peki, işgal edilmiş olan ülkede yaşayanların kaçı bunun farkında, çünkü farkında olsalar kendi içlerinde koltuk kavgasında birbirlerini boğazlıyor olmazlardı… Savaşın içinde yaşayanlara öyle bir ortam yaratıyorlar ki, insanların can kaygıları yüzünden düşünmeye fırsatları bile olmuyor. İnsanın elinden düşünme hakkını bile alıyorlar, bırakın yaşam hakkını… Düğmeye basılarak oluşturulan ortamda başta kim olursa olsun, yaşam hakkı oldukları için şükreder konuma getiriliyor halk…

 

Bugün ülkeler içinde iç savaş devam ediyorsa eğer, oradan çatışmadan yararlananların var olduğu içindir. Savaş, kan üzerinden büyük kar elde edilmesidir ve emperyalist devletlerin en büyük gelir kaynakları ve giderleri savaş üzerine oturtulmuştur… Emperyalizm var olduğu sürece iç ve ülkeler arası savaşlar eksik olmayacaktır, çünkü onların savaş alanları teknolojilerin alanda denenmesinden başka şey değildir.

 

Devletlerin tarihi veriler ile bakıldığında somut durumun somut tahlilini yaparken falcıya ihtiyaç duyulmaz, çünkü devlet arasında düşmanlık ve kardeşlik yoktur, sadece çıkarlar ve çıkar çatışmaları vardır. Vazgeçilmez diye bir şey olmaz, her kişi/ şey devlet içinde çıkarlara göre vazgeçir ve yerine hemen yenisi ikame edilir... Kimsede yeni gelene karşı bir şey diyemez, “giden paşam gelen ağam olur”, “ağa gider atanmış gelir” olasılıklar çoktur ve bu değişimin çarkına çomak sokmak için de elde kontrol dışı bağımsız verilerin olması şarttır…

 

 

İsmail Cem Özkan