2 Eylül 2021 Perşembe

Tiyatro izleyicisi…

Tiyatro izleyicisi…

 

Tiyatro izleyicisinin bir kültürel birikime ihtiyacı vardır, hatta geçmişte tiyatroya giderken özel kıyafetler giyilir, günlük olan işler tiyatro için ertelenir ve orada olmak bir ayrıcalık anlamını taşırdı. Peki, ne oldu da tiyatro izleyicisi oyuncuya karşı saygısını kaybetti ve sadece eğlenmek ve vaktini geçirmek için gider oldu?

 

Neo-liberalizm, ulus devletinin temeline dinamiti koyup patlaması ile birlikte “para bende istediğim yerde istediğim gibi davranır, istediğimi giyinir, istediğim gibi paramın bana verdiği özgüven kadar konuşurum” anlayışı günlük hayatın vazgeçilmezi olunca, elbette bundan tiyatro izleyicisi de nasibini aldı. Liberal ekonominin çarkı elbette tiyatro sahiplerinin de niyetlerini bozdu, onlar “sanat için” değil, daha “fazla para” kazanmak için “her yol mubah” anlayışı siyasetçilerden sonra işverenlere de sirayet etti, o yüzden seyirci neden hoşlanıyorsa, hangi oyun tutmuşsa onun benzerleri ile salonları doldurmak kaygısı da bu değişimin içinde yerini aldı.

 

Bizim ülkemizin tarihi bir darbe ile değişti, darbe olmadan zaten değişeceği önceden belirtilmişti ama insanımız “anlama güçlüğü” çektiğini darbe yapanlar ve ülkemiz üzerine karar alanlar düşündükleri için alınan kararı “darbe” ile taçlandırıp, zor ile “ölüm korkusunu” kullanarak kabul ettirdiler gelmekte olan neo - liberalizm çöküşünü. Liberalizm her ne kadar “özgürlük” gibi sihirli bir kelimeyi kullansa da sihirli kelimeleri kazıyınca altından “felaket” çıkacağı belliydi, o güne kadar var olan yarı topal yürüyen demokrasicilik oyunu tekerlekli sandalyeye mahkum kalacaktı. Demokrasi, kışladaki askeri tişört ile gidip ziyaret etmek olduğunu düşünenlerin, var olan yasaları delmekle ya da yok saymakla keyfi bir özgürlük anlayış üstten alta doğru işlendi. Eğitim sistemi yeni düzene uygun tarihi söylemler ile yeniden düzenlendi. Talim ve terbiye heyeti toplumu terbiye edecek yeni argümanlarını PR çalışması yapan uzmanların eli ile geliştirdi ve istenilen kıvamda ılımlısından bir İslami devletin çarkı Suudi Arabistan’dan Rabıta içinde geldi. Gerçi bizim topraklarımız bu işe yabancı değildi, meşhur Trioya Savaşında atın içinde kaleye sızan askerlerin katliamı ve hile ile gelen zaferin sarhoşluğu kısa zamanda zafer kazananların trajedisine dönüşecekti, ama bizim yakın tarihimizde öyle olmadı, onlar Rabıta olarak geldikleri topraklarda Rabia oldular…

 

Tiyatrolarda bu değişimden etkilenmemesi mümkün değil, çünkü tiyatro hayatın ta kendisiydi ve hayat inişleri ve çıkışları ile devam ediyordu, bizde daha çok çöküşleri ve ulus devletinin oluşturmuş olduğu tüm birikimlerin yağmalanması ile devam ediyordu. “Satacaksın - sattırmayacağım” Hacivat Karagöz oyunu bir bakmışsınız sahneden TV ekranlarında tartışma programlarına yansımış, bu çok alıcı tartışmanın ve yönteminde tiyatro salonlarına yansımaması mümkün değildi, yansıdı da… Mizah yapıyorum diye şarlatanların ortalıkta darbeciler ya da onların sivil haline şirin gözükmek için siyaset üstü yeni mizahı tiyatro eserleri ile turnelere çıktılar ve bol bol seyirci topladılar.

 

Turne para demektir ve İstanbul dışında seyircinin cebinden para almak olduğunu kısa sürede tüm tiyatro sahipleri keşfetti. Ulus devleti zamanında tiyatro seyircisini “oluşturmak” ve “eğitmek” için gidilen turne şehir ve kasabalarda artık eğitim değil, “parayı topla” ama nasıl toplarsan topla anlayışı ile tiyatro salonu olmayan sinema salonlarının en ince sahnesinde Hacivat ve Karagöz perde oyunu gibi en az oyuncu ile seyirciyi mutlu etmek daha çekici geldi…

 

Seyirci mutluysa ve popüler oyunculardan oluşan bir tiyatro gelmişse yaşadıkları yere, elbette parasına kıyacak ama günlük kıyafetleri ile gidecekti, çünkü sinema seyreder gibi algılamışlardı, sinemaya gidersin, çekirdek çitleyerek filmi izler, hatta gerek olursa yanındaki ile sohbet ederek sinemanın keyfini çıkarırsın…

 

Sinema izleyici ile tiyatro izleyicisi arasında farkı dahi bilmeyenler parası için salona alınıp, onlara hiçbir açıklama yapmadan oyun kısa sürede oynanıp, meşhur sanatçılara bakılıp geri dönülürdü... Zaten o zamanda diziler ve sinemalarda müzik endüstrisinin arabesk tarafının parasın boldu ve tüm yapımcılar usta oyuncuları arabesk sanatçısının yanında yan oyuncu olarak oynatarak arabesk sanatçısının zayıf, beceriksiz ve oyun gücünün olmadığını usta oyuncunun gölgesinde gizliyorlardı…

 

Usta oyuncularda yeni düzende kaldıkları işsizlik korkusu ve paranın sıcak yüzü yüzünden arabesk film furyasından cep harçlığı biraz da akşamları takılacakları kadar para karşılığından arka arkaya çekilen filmlerde fazla enerji harcamadan oynuyorlardı. Onlar için aldıkları para önemliydi, kariyerlerinin hiçbir yerinde o filmlerin ismini dahi geçirmeyeceklerdi nasıl olsa, geçici bir süreç için katlanılması gerek şeydi, zaten bir çok oyuncuda 1402’lik olmuştu, yani işinden kovulmuş ve ödenekli hiçbir tiyatroda çalışmalarına izin verilmiyordu. Usta oyuncuları bir anlamda açlık ile mecbur bırakmışlardı. 

 

Arabesk öyle tesadüfen çıkan bir şey değildi, liberal ekonominin çarkı için arabesk bir kuşağa ihtiyaç vardı, çünkü iç savaştan çıkmış bir ülkede insanların kederlenip dağıtacağı bir atmosfere ihtiyaç vardı, o alanda doldurulmuştu. Arabeskin yükselişinde Rabıta’nın pek rolü yoktu, o yüzden Arabistan rüzgarı geldi ülkeyi kuşattı diye bakmamak gerek, bizim arabeskimiz milli ve yerliydi! İşkence hanelerinde çalınan “Türkiyem Türkiyem Cennetim” parçası hiç değildi… Neyse ki o parçayı biri satın aldı da radyo ve ekranlardan çalınmaz oldu…

 

Sinema salonları dolup dolup boşalıyor, filmine göre sinema önünde mendil ya da jilet satılıyordu. Elbette sinema izlerken mısır patlaması ve cola vazgeçilmezdi. İlk flört edenler partnerinin elini tutmak ve küçük öpücükler kondurması için elde mutlaka bir şey olması gerekliydi.

 

Sinemada yemeden içmeden zaten film seyredilmez!

 

Çapkınların ile milli olduğu yerlerdi, zaman içinde öyle bir değişime uğradaki bu çapkınlık ve alanları bugün hepsi sanal oldu ama eskiden sanal değil, hayatın içindeydi. Liselilerin çay partileri, üniversite öğrencilerin doğa gezi aşkı, sinema salonları ve şehirlerine gelen tiyatro salonları… Tiyatro salonları sinema salonları gibi algılanması yeni değildi ama parası olan kız arkadaşına daha fazla hava atmak adına tiyatroya gidip cilveleşiyor, arka koltuklardan ön koltukta oturanı rahatsız edecek kadar sohbet içinde oyunu karanlık salonda izliyordu.

 

Salonlar para için doluyordu, popüler oyunlar sahnede, tek kanallı Türkiye ekranlarından kim gösteriliyorsa, onların oyunları kapalı gişe oynuyordu. Ekrana çıkıp görünmek seyircisi olan bir tiyatroda oyun oynamak anlamına geliyordu liberal ekonominin dişlisi içinde.

 

Popülizm liberalizmin olmazsa olmazıdır, popülizm olmadan sanki liberalizm olmayacak gibi, popüler olanlar daha özgür olduklarından dolayı olsa gerek bir ilişki doğmuştu… “Parası olan popüler olur, popüler olan para kazanır” ikilemi artık hayatımızın içindeydi ve ünlü olanların sahne aldığı oyunlarda seyirci alırdı…

 

Elbette bu da oyuncunun üzerinde büyük bir baskı ve yük getirmişti, çünkü popüler olmanın ekrandan geçtiğini ve ekranda muhalif birinin çıkma olasılığının düşük olduğunu biliyordu oyuncu, aptal değildi ya elbette bilecekti. Popüler olmanın birincil koşulu göz önünde olmak, her kesime seslenir olacak şekilde ortaya yuvarlak cümleler kurmak, taraf olmamak, olursa eğer taraf “mili takımı” tutmak gibi genel doğrular oyuncuların ve tiyatro sahiplerinin ortak mutabakatı olmuştu… Kısaca muhalif olmayacaktı, sevilen oyuncu sevimli halini korumak ve gözle görünür olmak zorundaydı. Bunu zaten kısa sürede modern söylem ile “deneyimleyeceklerdi”. Muhalif olanlar açlık ile sınava girerken, popüler olanlar gösterişli kıyafetler ile magazin programların konuğu oluyorlardı… Elbette tüm oyuncular için bunlar söz konusu olmaz, bazı büyük oyuncular kendilerini devlet ve şehir tiyatrosu şemsiyesi altında kendilerini koruyacaklar, elit oyunlarda gözüken elit tiyatro oyuncusu ve sahipleri kendi klasik seyircini koruyacaklardı…

 

Tiyatro mevsimi yeniden açılıyor ve bazı eski tiyatro seyircisi gittiği oyunca cep telefonsuz, oyunu yasak olmasına rağmen kayıt altına alan, yüksek ses ile konuşan, cep telefonu olmayan tableti ile oyun oynarken oyunu dinliyor olmasını kabul edemiyorlar, ah diyorlar o eski seyirci nerede? Tiyatro seyircinsin eğitilmesini rica ediyorlar saf saf… Seyirci zaten eğitilmiş, eğitildiği için öyle davranıyor dersek bu sefer o saf izleyiciler bize kızacak! Uzun yıllardır ülkemizde “para bende her şeyi yaparım, parası olmayan parası olanın kölesi olur ve muhtaç olduğu için dini bayramlarda “sadaka-i fıtır” alır. Devletimiz bu arada fakirin oyu mubahtır diyerek oyunu fakir fukara fonundan fonlandırılır, fakire seçim öncesi dağıtılan maddi artık neyse sandıkta oy olarak döner, dönmeyen oy ise cemaatler içinde dönecek şekilde o fakir eğitilir. Cemaatler fakirden aldığını fakire vermez, zenginden gelen bağışı fakire dağıtıyormuş gibi, dinsiz/laik ülkemizde cami fazlalığı olan yere bir de daha büyüğü ve daha gösterişli cami yapma yarışına girecek kadar işi ilerletmiştir. Camisi çok güzel olan elbette cemaat çekecektir, ne kadar büyük ve güzelse cemaati o kadar büyük ve geliri bol olur, tıpkı popüler olan oyuncu gibi… Sonuçta hayatımızı belirleyen paradır ve paranın sıcak yüzü aşkına dostlar üzerinden para kazanılacak birer tüketici oluverir…

 

Tiyatro perdelerini açıyor, devlet ve özel tiyatrolar parayı veren idarenin izin verdiği kadar oyunu sahneye koyacak. Özel tiyatrolar elbette para kaygısı ile kiralık salon arayacak, oyun için en az masraf gözetilecek, en az ekip ve her işten anlayan çalışma arkadaşları ile oyunu kotarma telaşında olunacak. Tiyatro sahipleri “biliyorsunuz arkadaşlar, ekonomik olarak dar boğazdayız, biraz sabır” diyecek oyucusuna… Ve en az maaş ya da oyun başına cep harçlığını sunacak, “ya benimlesin ya da başka tiyatronun oyucucusun” diyecek… Tiyatro “aşkı için” sahneye çıkanlar, bir de “aşk yanında para da lazım” diyenler, “aşk ekmeksiz olmaz” diyenlerin söyleyecekleri söz de kahve köşesinde bir dizide acaba oyuncu olur muyum kulisinde olacaklar büyük olasılıkla… bazı devlet ve şehir tiyatro oyuncuları tok oyuncu olduklarından olsa gerek her türlü dizi ve sinema rolünde kurumundan izin alarak ek gelir elde ederken hiç işsiz kalmış, ekmek ile aşkı arasında kalmış oyuncu arkadaşlarını düşünmezler, daha fazla rol, daha fazla dizi, her yerde yüzünü gösterme telaşı, ne de olsa popüler olmak para demektir bu zamanda…

 

Ben seyirci koltuğundan sahneye bakanlardanım. Yanımda oturan cep telefonu açıp oyun oynamasından rahatsızlık duyuyorum ama yapabileceğim bir şey yok, çünkü parasını vermiş, gelmiş oturmuş koltuğa. Kendisini sinema salonunda sanan ama izlediğini zaten anlayacak kapasitesi olmayanın can sıkıntısını giderişi sırasında sahne ışığı ile cep telefonu ışığı arasında sahneden geleni anlamaya çalışmak ile geçireceğim. Elbette tiyatro izlerken sadece izlemek yetmez, zaman nakittir diyerek oyun sırasında iş takibi yapan izleyicilerde olacaktır, onlar para mı kaybetsinler benim gibi seyirciler yüzünden.  Bir de toplu bilet alıp da salona gelen kurum çalışanlarının bir biri ile işyerinde olanların dedikodusunu oyun zamanına getirip yapanlar, onlar dedikodusuz mu kalsın, aşk olsun dedikodu bir anlamda terapi değil mi, oyun zamanında bedava terapi yapanlar… Ödenekli tiyatroya gelen siyasilerin çocukları ya da kendileri üstelik iktidarda bir de söz sahibi ise gelenler, gerek olduğunda oyuncuya müdahale ederek “burası siyaset salonu değil, öyle konuşma, durduk yere iktidara taş atma” diyerek protesto edenler… Ağzından sakızı çıkarmadan birde balon yaparak oyunu izleyen en sırada oturan arkasından dayısı ya da babası olan siyasilerin yakınları, elbette oyunu sinemada izler gibi izleme haklarını kullanıyorlar, seçilmişlere “laf yok”, atanmış zaten oyuncunun üstünde bir Demokles'in kılıcı gibidir, oyuncunun kaderi cimer’a şikayet edilecek kadardır, soruşturma, hakaret davaları, tazminatlar... Kısaca sahnede olan, seyirciyi veli nimet olarak görür ve sesini çıkaramaz! Çıkarırsa “yandaş” medyanın hedefinde, uslanmaz bir muhalif olarak sunulur ve elinden popülaritesi alındığı gibi ekmek kazanma yolu da tıkanır…

 

Liberalizm sizin bildiğiniz gibi, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değildir, geçiş ücreti bile günümüzde devlet güvencelidir, geç ya da geçme senden alır o parayı!

 

Tiyatro sezonu açılıyormuş, üstelik seyircili. Seyircisi bol, alkışı hiç eksik olmasın oyuncaların ve tiyatro salonlarının.

 

İsmail Cem Özkan

31 Ağustos 2021 Salı

Bağımsızlık hepimizi kucaklar mı?

Bağımsızlık hepimizi kucaklar mı?

 

Bir ülke ne zaman zafer gününü kutlasa, ne zaman bağımsızlık günü yürüyüşü yapsa ya da ulusal bayramını kutlasa bende hep bir soru oluşur, acaba bu tüm milletçe kabul edilen ulusal/ dini günler milletin hepsini mi mutlu ediyor? Çünkü, teoride ulus devlet kavramında yer alan homojen devlet pratikte karşılığı yoktur, en homojen devlet olarak kabul edilen Fransa ana karadaki devleti bile homojen değildir, sokakta Fransızca, evde Almanca konuşulan büyük bir bölge söz konusudur. Kısaca ulus devleti mantığı içinde yer alan homojen tek ırkın, tek dinin, tek lider, tek ütopya, tek vatan, tek bayrak kavramının aslında tek olmadığı ve sorunlar ile uğraşıldığını görmekteyiz.

 

Ulus devleti, faşist devlet sürecinde tek lider etrafında toplanmış, tek ütopya ya da ülkü dedikler ideal bir toplum için kendi vatandaşına her türlü zulüm yaparak, farklı cinsel tercihi olanlar, vücutlarında bir uzvu eksik olanlar, algılama ve anlama yetkisi normal insana göre düşük olanları yok etmeye kadar işi ileri götürmüştür. Çünkü, milletin onuru hiçbir eksikliği kabul etmez, ideal insan ancak o toplumun tümü için geçerlidir ve elinde olsaydı o dönemde ideal nesil üretim için genetiği ile oynanırdı.

 

Ülkemizde de ulusal bayramlar vardır, tıpkı diğer ulus devletlerinin olduğu gibi. Bizim “bağımsızlık günümüz” yok ama onun yerini alan bayramlarımızda mevcuttur. Aslında tarihte bağımsızlık günümüz vardı, Osmanlı devletinden miras kalan ama o gün de zaman içinde işlevsileşmiş ve bir karar ile yok edilmiştir. Bugün Abide-i Hürriyet Meydanı ve anıtı sessizce bir adalet sarayın arkasında unutturulmaya bırakılmıştır.

 

Bir ülkede eğer ulusal/ dini bir bayram kutlanıyorsa, orada kendisini dışlanmış, ötekileştirilmiş hisseden önemli bir kesimin varlığının olduğunu düşünürüm, çünkü ben ezilenlerin durduğu yerden bakmanın demokrasi kavramı için gerekli olduğunu kabul ederim. Çoğunluk bakış açısında demokrasi olmaz, ancak onlar için “istikrar” daha önemlidir ve istikrar için zor ile bir şeyleri bastırmak ya da yok saymak normaldir. Olaylara ve kutlamalara azınlık ya da öteki olarak bakarsanız ülkenin demokrasi ve hoşgörünün ne kadar gelişmiş olduğu ya da yok sayıldığını daha rahat görürsünüz.

 

Ezilenler ve ötekiler açısından bakıldığında bayramların anlamı kutlanan anlamından farklılaştığını göreceksiniz, çünkü ezilenin kutlayacağı bir kitlesel bayramı olmadığı gerçeği ile karşılaşırsınız.

 

Günümüzde ülkemizde de dini ve ulusal bayramlar mevcuttur, bayramlar iktidar ile muhalefetin birbirine karşı güç gösterişine dönüşmüş durumda. Merkezi hükümette yer alanlar dini bayramlar daha önemlidir ve o günlerde sandığa yansıyacak her türlü etkinliği devlet olanakları ile yerine getirerek, seçim için harcayacağı bütçesi için bir anlamda tasarruf yapmaktadır. Kısa tarihimiz içinde devlet gerek görürse soğan patates dağıtacağı çadırı kuruyor, seçim olduktan sonra hemen o çadırları kaldırıp sanki sorun çözülmüş gibi davranabilmektedir. Muhalefet ise kendisine biçtiği kurucu parti misyonundan yola çıkarak ulus devleti anlayışıyla muhatabına karşı belediyeler eli ile kendi bakış açısıyla seslenmektedir.

 

Ümmetçi bakış açısı ile ulus devleti bakış açısı bugün yaşadığımız neo- liberal küreselleşmiş dünya politikası ve stratejileri ile uyumlu mu? Sorusu aklınıza gelmiştir sanırım, bu soruya yanıt verirsek, aslında her iki bakış açısı var olan ticari yaşam ve para hareketini incelersek çağın dışında kalmış ama emperyalist ülkelerin üçüncü dünyaya dayattığı politikanın gönüllü muhatabı olduklarını görürsünüz…

 

Ulus ya da ümmetçi bakış ile yapılan tüm bayramlar aslında asimilasyon için birer silah ve öteki olanın üzerine açıkça baskı yapmanın aracına dönüşmüştür. Demokrasi, eşitlik, bir arada yaşam gibi kavramları çöpe atan bir bakış açsına sahip olan bir Hacivat - Karagöz oyunu ile karşı karşıyayız. Demokrasicilik oynayan iktidar ve muhalefet, toplumu “ya o ya ben” seçeneği ile “kısır döngüye” sokup yozlaşmış, her türlü ahlaki kavram yokmuş gibi yapan bir anlayışı dayatıyorlar. Demokrasi; öteki ve ezilenin haklarına duyulan saygı ve yasal güvence ile ölçülür, bir ülkede demokrasinin varlığı sadece seçim sandığı değil, aksine ötekilerin hakları yasal olarak güvence altına alınıp alınmadığı ve onlara yönelik negatif ayrıcılığın yerini pozitif ayrımcılığın alıp almadığına bakarak söyleyebiliriz.

 

Bir arada yaşamanın olmazsa olmazları belliyken, bir arada yaşayacağız ama “benim gibi düşüneceksin, benim gibi ibadet edeceksin, benim gibi ütopyan olacak, benim gibi konuşacak ve güleceksin, ben neden hoşlanıyorsam ondan hoşlanacak, ben kimi düşman olarak görüyorsam onu düşman, kimi dost görüyorsam onu dost göreceksin” anlayışı ile mi ötekine bakılıyor? Kısaca öteki kabul edilenleri kendi inançları, dilleri, kültürleri ile olduğu gibi mi kabul ediyorsunuz, yoksa sözde kabul ediyor gibi gözüküp onların hakları gündeme geldiğinde “burası üniter devlet, elbette onlar ile eşit olamayız” mı denilmektedir.

 

Ümmet ve ulus kavgasında neden bizler -kısaca ezilenler olarak- taraf olmak zorunda kalıyoruz, başka bir alternatifimiz yok mu?

 

Kısaca soruyu tekrar soralım; bağımsızlık, zafer kutlamalarında “bağımsızlık” hepimizi kucaklar mı?

 

İsmail Cem Özkan


30 Ağustos 2021 Pazartesi

Kökler belirler mi bugünü?

Kökler belirler mi bugünü?

 

Her siyasi hareketin bir tarihsel kökü vardır ve oradan aldığı birikimi ile bugüne dair düşüncelerini ve yol haritasını belirler. Tarihsel kökü olmayan her yapının nereye savrulacağı belli olmaz, çünkü onu tanımlayan şey nerede durduğu ve hangi pencereden olaylara baktığıdır. Tarihsel kökü olmayan hiçbir hareket ve ulus kendisini bugüne konumlandıramaz, mutlaka bir tarihsel kök bulmak zorundadır, çünkü hiçbir şey aniden oluşmaz, onun bir evrimsel süreci vardı, ben yaptım oldu tarihsel hareketler için geçerli değildir. Diktatörler bile gömlek değiştirmiş olduklarını söylerken kendilerine bir tarihi kök bulurlar.

 

Her sol yapı diğer toplumsal hareketler gibi kendi tarihini bir yerden başlatır, çünkü toplumsal hareketler bir kökten beslenir ve o köke uygun hayata bakar. Tarihsiz siyasi hareket olmaz, o yüzden birden siyasi hareket çıkamayacağına göre hareketler bugün varlıklarını daha iyi anlatabilmek ve bir toplumsal tabana oturtmak için bir tarih kök bulur ve o kökten fışkıran bir fidan olduklarını ilan ederler. Önemli olan hareketin “somut durumlara, somut tahlillerini yapabilmeleri” için “nereden baktıkları” kadar “hangi gelenekten” geldikleri ve o geleneğin siyasi öncelikleri ile bugün arasında bağlantı kurmak veya devamlılık sağlamaktır...

 

Bizim sol tarihimiz TKP tarihi olarak algılanır ama TKP öncesi ve Osmanlı döneminde oluşan sol hareketlerin de olduğunu biliyoruz. Türkiye sol hareketi Osmanlı dönemi içinde oluşan birikimden faydalanmış ve kök olarak oradan kendisini konumlandırmıştır, fakat Osmanlı döneminde homojen bir hareketten söz edemiyoruz, ittihatçı bir gelenek yanında, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye çalışan küçük bir kesime seslenen Marksist harekete kadar geniş bir alan söz konusudur. Fransız devrimi sonrası oluşan ulusal fikir ve onun içinden doğan bir işçi sınıfı düşüncesi söz konusudur, Avrupa’dan geçte olsa bize oluşan bir çok düşünce hareketleri vardır ve onun toplumsal karşılığı da tarihsel süreç içinde kendisine alan bulacaktır.

 

Fransız devriminin ülkemize olan etkisi bir çok değişik etkisi olmuştur, teoriden daha çok pratik yönünden ele alan ve tam amacı özümsenmeden ordu içinde gelişen bir ittihatçı gelenek, siyasi olarak mücadele eden, ulus fikriyatı için o güne kadar yok sayılan Türk ve Anadolu kavramı içinde kendisini örgütleyenler yanında, Yahudi, Rum ve Ermeniler ağırlıkta olmak üzere ülkemizde bulunan daha sonra kabul edilen “azınlık” dini ve milletlerde uluslaşma yanında işçi sınıfı merkezli ütopik sosyalist düşünceleri içinde barındıran örgütlenmeler bu dönemin eseridir.

 

Balkan savaşı aslında Balkan’da yer alan ulusların “kendi kaderini kendileri belirlemek” için hakim devlet olan Osmanlıya karşı savaşmış ve bir bölümü bu savaştan Rus imparatorluğu ve diğer sömürge devletlerin desteği ile kazançlı çıkmıştır. Osmanlı devleti her ne kadar kendisini Balkan Devleti olarak tanımlamış olsa da bu savaş sonrası Anadolu’ya doğru büyük bir göç ve bu göçün yaratmış olduğu toplumsal dönüşüm ya da uluslaşma uyanışı ile karşı karşıya kalmıştır. İstanbul bu büyük hareketlilikten en çok etkilenen şehirdir, uluslaşma ve Osmanlı imparatorluğunun zor ile ayakta tutmaya çalışan sarayın elinden iktidarın alınması süreci bir anlamda yeni fikirlerin toplum içinde olmasa da ağırlıkta toplumun en ileri kesimi olan ordu içinde karşılığını bulmuş ve ittihatçı bir geleneğin tohumları ekilmiştir. Fransız solunun ülkemize etkisi bu süreçte cılız olarak kendisini göstermiş olması onların elinde güç olması anlamına gelmemektedir. TKP kuruluş süreci işte bu cılız ama örgütlü bir kesimin ittifak içinde yer almasını ortaya çıkaran bir tarihsel sürecin başlangıcını anlatır.  Selanik ve İstanbul merkezli bu örgütlenmelerin sembol ismi ileride TKP genel sekreteri olacak olan Şefik Hüsnü’dür. Her ne kadar Fransız etkisi ülke topraklarında varken aynı süreçte Almanya’da eğitim gören öğrencilerin ve gençlerin oluşturmuş olduğu Spartaküs hareketinin de ülkemize olan etkisi yok sayılamaz. Kurtuluş savaşı sürecinde Spartaküs hareketinin ülkemizde uzantıları kurtuluş savaşına destek vermiş ve Bakü’de konferans toplayarak TKP kuruluşu için karar almışlardır. TKP resmi tarihinde TKP Ankara’da kurulmuş, orada kurulan TKP homojen değil, birleşik TKP olmuştur. TKP, kuruluşundan sonra üst örgüt olarak komitern kararlarına bağlı kalacağını ilan etmiştir. Kısaca Sovyet çıkarları TKP’nin stratejik çıkarlarını belirler konumda olmuştur.

 

TKP, Rus Sovyet devriminden sonra kendisini tanımlamış ve örgütlemiştir, gerçek örgütlenme süreci kuruluşunda değil, Kemal Türkler ile işçi sınıfı içinde taban bulması ile tamamlamıştır.

 

TKP bir sol harekettir ve kendini fesih edip, yeni bir isim ile evrimleşmesi ile arkasında kendi takibi olduğunu ilan eden bir çok hareket bırakmıştır. TKP ardıları için bugün sol siyasi hayatımızda birden fazla hareket mevcuttur ve kendi örgütlenmelerini oluşturmaya devam etmektedir.

 

Bir de sol tarih içinde Osmanlı son dönem sol hareket olarak kabul edilen İttihat ve Terakki Partisi devamcısı olduğunu ilan eden partiler mevcuttur. Onların ortak özelliği devlet partisi olduğunu ilan etmeleridir. Milli demokratik ya da ulus devlet anlayışını “ileriye taşımak” üzerine kurguluyorlar. Öncelik ulus devleti anlayışı ile hayata bakıp, yetersiz gördükleri bu devleti nihai hedef olarak işçi sınıfı devleti yapma iddiaları içindedir.

 

CHP burada kendisini sol olarak tanımlaması Bülent Ecevit döneminde "ortanın solu" olarak tanımlayarak kurucu partinin sola doğru yöneliminin yol haritasını değişimden daha ağırlıkla, ulus çıkarı ve ulus devletinin kendisini koruması ve çağa uygun konumlanması üzerine yapılandırmıştır... Bugünden geçmiş CHP’ye bakınca ulus devleti anlayışı içinde “sol” bir duruşu varmış diyebiliriz, bugün ise CHP’nin “kurucu” özelliği vurgulanarak sağ açılımı devam etmektedir.

 

Peki, CHP dışında kendisini kök olarak İttihat Ve Terakki Partisi’ne bağlayan sol yok mudur? Elbette vardır; bunları 68 kuşağı sol hareketler ve onun içinden oluşan hareketler olarak bakabiliriz. Anayasaya sahiplenme, anayasal hakların kullanımı için eylem yapanlar bu kökü miras olarak almışlardır. O dönemden kalan bugün dahi lider kadrosunda yer alanlar Kemalizm ve Atatürk söylemi içinde olduklarını görürsünüz...

 

Kürt sorunu ve çözümü konusu gelince sol geleneğin içinde bir çatışmadan söz edebiliriz. Milli Demokratik Devrim görüşlerine sahip olanların 12 Mart öncesi ve sonrası sürecinde ayrışmalara şahitlik ediyoruz tarih içinde. Kürt sorunu ulus devleti kavramı içinde çözülmesi gerek bir sorundur. Eğer ulus devletini sadece Türk kavramı üzerine kurarsanız Kürt sorunu aslında vardır ama yoktur, asimilasyon edilmesi gereken ya da sökülüp atılması gereken bir “çıban” başıdır.

 

Türkiye İşçi Partisi ise “Doğu Mitingleri” ile var olan TKP anlayışından kopuşu temsil etmektedir. Kürt sorunu ve çözümü konusunda bir çok hareketin doğmasına ve yeniden gündeme gelmesi anlamına da gelmektedir. TİP’in açılımı aslında turnusol bir işlev görecektir, çünkü ulus devleti bakış açısı sorunları çözmemiş, sorunların daha da katmerleşmesi anlamına geldiğini göstermiştir. Sol geleneğin geçmişi ile yüzleşmesi için bir fırsattır, bu fırsatı Türk solu içinde ilk defa teorik boyutta değerlendiren ise; İbrahim Kaypakya’dır. THKO ve THKP-C geleneği Kürt ve Türk haklarının kurtuluş mücadelesi kavramını o karanlık dönemde dillendirmişlerdir.

12 Mart 1971 muhtırası ve sonrası süreçte 68 kuşağının hakim olduğu siyasi yapılanmalar orantısız olarak yapılan mücadelede yenilmişler ve cezaevlerinde oluşan yeni nüveler çıkan af ile kendisini örgütleyip yeni bir siyasi mücadelenin de önünü açmıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesine giden süreçte Türkiye Sol Hareketi köklerini ve gündeme bakışı konusunda bir çok makale yayınlamış ve sol hareketin kökeni konusunda bir çok belirsizliği ortadan kaldırmıştır.

 

12 Eylül yenilgisi solun yeniden kendini günün koşullarına uygun örgütlenmesi anlamındadır. Yenilgiden kendisini koruyabilmiş yapılar için devamlılık hiçbir değişikliğe uğramadan devam etmiştir söylemini kullanmış olsalar da aslında değişim ulus devleti kavramının ülkede neo- liberal politika ile değişimi ile birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

Ülke artık eski ülke değildir.

 

Kürt sorunu kendisini “ulusal kurtuluş hareketi” ile “kendi kaderini kendi belirleme” olarak dayatması solun ülke içinde hareket alanını da yeniden belirlemiştir. 12 eylül öncesi antifaşist mücadeleyi merkezine alan hareketler için bu yeni duruma uygun tavır geliştirmeleri uzun tartışmalara neden olacak ve birbirinden bağımsız değişik inisiyatiflerin de doğmasına neden olmuştur. Deneme yanılma yöntemi ile kurulan dernekler, partiler bu sürecin kafa karışıklığının göstergesi gibidir, çünkü kendisini kökünden bağımsız konumlandıramayanlar “devletin bekası” ve ulus devleti anlayışı içinde olaylara bakışı belirler olmuştur. Var olan devletin parçalanması mı ya da birlikte mücadele mi? Daha başka söylem ile “birlikte yaşamak” ya da ayrı ulus devlet altında “komşu olarak yaşamak”. Soru basit gibi gözükse de Kürt sorunu ve onun çözümü konusunda var olan tartışmanın bilinçaltından açıkça konuşulamayan ama simgesel hareketler ile kendisini göstermesinden başka bir şey değildir, çünkü Kürt sorunu ve onun yaratmış olduğu “düşük yoğunluklu iç savaş” koşulları yeni örgütlenmenin yolunu ya açmıştır ya da çıkmaz sokağa bırakmıştır.

 

Türkiye sol hareketi bu süreçte her türlü olasılığı değerlendirip, arka arkaya yap - boz gibi partiler kurmuş ve iç tartışmalar ya da örgütlememenin getirmiş olduğu dağınıklığı yaşamıştır. Yeteri kadar örgütlenemeyenler, örgütmüş gibi yaparak, diğer örgütmüş gibi yapılar ile birleşip yeni hareket olmayı denemişler ama ortada kafa karışıklı yanında geçmiş ile yüzleşilememenin getirmiş olduğu bir yenilgi tarihinin ağırlığı altında ezilmiştir. Sol, ülke gerçekliğine uygun siyasi hareket ne yazık ki kitlesel boyutta kuramamış ve ülkeyi baştan sona kucaklayacak bir hareket oluşturamamıştır.

 

Antifaşist mücadeleyi kendilerine örnek alanların yeni koşullara uygun söylemler geliştirememiş, geçmişin değerlerini anı kitaplarına döndürerek en azından var olan korumayı seçmişlerdir. Anılar bir anlamda geçmiş ile yüzleşme olarak algılansa da aslında yüzleşmek yerine kahramanlık hikayelerin öne çıkarılması ve romantik devrimci bir geçmişin öykünmesi olarak kendisini ortaya çıkarmıştır. Geçmişe öykünenlerin yapmış olduğu siyasi etkinliğe hakim olan kitle ise beyaz saçlıların oluşturmuş olduğu bir görünüm arz ederken, lider kadroları saçlarını boyamış olmaları bu beyaz saçlı gerçeğin varlığını yok edememiştir. Sol bugün iktidar hedefinden daha çok kendisini korumak ve var olanı kaybetmemek üzerine kurduğu içinde daha da geri bir konuma gelmiş ve ulusal bayramları anan ve o günleri kutlayan hale getirmiştir.

 

Türkiye sol hareket kökleri ve bugüne dair bakışlarını belirlemektedir, ya tam ret ya da hatalarını hata değilmiş gibi algılayıp, sorgulamak yerine var olanı eski ulus devletine ait olanı savunmak üzerine kendisini konumlandırmıştır. “Kurtuluş Kendini Anlatıyor” kitap toplantısında Şaban İba eski yol arkadaşlarına seslenirken “bizler hepimiz aynı kökten geliyoruz ve bugün HDP çatısı altında bir arada olmamıza rağmen, neden birbirimiz ile iletişim içinde dahi olamıyoruz?” diye sorarken bir gerçekliğinde altını çiziyordu. Yeni olanaklar eski yol arkadaşları bir arada tutacak kadar yeni bir ortam yaratmamıştı. Geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşemeyen eski sol kadro kendi içinde de parçalanmış ve iletişim kanallarını yeni kurulan siyasi partiler/ dernekler/ vakıflar/ inisiyatifler aracılığı ile kurmayı seçmişlerdir.

 

Geçmiş ile yüzleşmek kavramı çok geçmektedir bu makalede, peki ne anlama gelmektedir?

 

Geçmiş 1971 – 1980 arasında yer alan süreç olarak algılayanlar elbette olacaktır, unutulmuş, her türlü eziyeti gören, acıyı yaşamış, arkadaşlarını yanı başında kaybetmiş, bir çoğunu idam sehpasında bırakmış, mezarı dahi olmayan 78 kuşağı olarak da okuyanlar vardır, fakat geçmiş ile yüzleşmek kök ile yüzleşmektir, bugüne dair yansımasıdır. Somut duruma uygun somut bir örgütlenme modeli geçmiş ile yüzleşmek anlamına gelmektedir, var olan örgütlü yapılar geçmişi özümsemiş, hatalarından ders çıkarmış ve bir daha o hataları tekrarlamayacağı bir örgüt modeli oluşturup, yeni yarattığı şablonlar ile hayata bakışıdır. Çünkü geçmişte de bizler şablonlar ile hayat baktık, hayatı şablonlarımıza uydurmaya çalışırken, yenildik! Elimizde var olan güç ile mücadele etmek yerine bir çok sol hareket “daha güçlü” dönmek adına “geri çekilerek” kendi sonunu hazırlamış ve sonunu mahkeme salonlarında geçmiş ile teorik olarak hesaplaşmak yerine kişisel savunmayı öne çıkarıp, “tarih bizi yargılayacak ve affedecektir” diyerek kendisini ifade etmiştir. Bugün dahi o yenilginin getirmiş olduğu ve yoldaşlarına yeteri kadar sahip çıkamamanın getirmiş olduğu bir mahcubiyet içinde daha temkinli ve daha az risk alarak gündem belirlemek yerine takip edildiğine şahitlik ediyoruz.

 

Sol, geçmişi ile gerçek anlamda yüzleşmesi gündemi belirleyecek ve sokağa/ işyerlerine hakim olacağı ancak ve ancak yeni bir siyasi kitlesel siyasi hareket kurmasından geçmektedir. Elbette siyasi köküne bağlı olarak bir çok sol hareket mevcuttur, fakat sol genel anlamda kitlesel olmadığı sürece hedef olarak konulan işçi devleti kurulması kavramının küçük bir çevre dışında gündeme gelmesi bile sorunludur. Bugün işçi devletinden bahsedenlere hemen var olan “şeriat devleti” gerçeği ile karşılık verilmekte ve bu “şeriat devletin” kurulmasına karşı “kimler” ile ittifak içindesin sorusu ile muhatap olunmak zorunda kalınmaktadır. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyi zaten bilinmektedir, küçük bir işçi sınıfını temsil eden sol görünümlü ama yapılaşması sağ olan sendikaların durumu ortadadır. Sendikalar siyasi mücadeleden daha çok ekonomik mücadeleyi önceliğine almış ve ona göre iktidardan taleplerden bulunmaktadır.

 

Kemal Türkler bugün aramızda yoktur, onun biriktirdiği mücadele ise tarihimizde yerini korumaya devam etmektedir. Bu birikimi harekete geçirecek bir siyasi hareket bugünün görevi olarak ortada durmaktadır.

 

“Hatalar kötü değil. Onları düzeltmemek bile kötü değil. Kötü olan, onları gizlemektir.” Brecht

 

 

İsmail Cem Özkan