5 Kasım 2015 Perşembe

Lobi mi, devrim mi?

Lobi mi, devrim mi?

Kürt sorunu ülkemizin en zayıf noktasıdır ve bu zayıf nokta ülkede oluşan ve oluşmakta olan cepheleri ve kırımlarda belirleyici olmaktadır. Çatışmanın düşük yoğunluklu olmaktan sıcak savaşa evrildiği dönem sonunda yeninde düşük yoğunluklu çatışmazlık ortamının başlaması umut edilmektedir. Çünkü Kürt sorunun tarafları olan devlet ve PKK bu süreç içinde kendi ellerinin güçlendirmek için ara verilen (buzdolabına kalkan) dönemde masa başında yaşanan bilek güreşini açık alanda sıcak çatışmaya dönüştürerek, halk desteğini ya da desteksizliğini kanıtlamaya gitmiştir. Masa başında, ‘hani halk arkandaydı, hani güçlüydün’ diyebilmek için var olan tüm örgütlü yapıları susturmak ve dağıtmak adına baskısını artırmıştır. Düşük yoğunluklu savaş henüz sonlanmamıştır, çatışmazlık ortamı güçlerin masa başında yerleri alması ile başlayacaktır. Ama sorun çözümü basit bir yol değildir, Ortadoğu’da yaşanan her gelişme bu sorunun çözümünü daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Her etnik mücadele ulus devleti için yapılan mücadeledir…

Ülkemiz ulus devletidir, anlamı homojen toplum yaratmak için içinde bulunduğu ‘öteki’ olarak görünenlerin toplum çoğunluğu gibi olmasını sağlamak adına, eğitim, ordu, emniyet, maliye, sanayi… vb devlet kurumları aracılığı ile baskı kurmak ve onu eriterek yok etmektir. Ulus devletin en önemli koşulu ya içindekini asimile edecek ya da mübadele yolu ile devleti olanı kendi devletine anlaşmalar içinde göndermek. Ulus devleti, belirli bir coğrafyada yaşayan, belirli bir bayrak altında olan her vatandaş o ülkenin bireyi olmayı kabul ettiğini kabul eder, çoğunluk millet adına cezai yollarını meşru görerek uygular. Öteki aslında ceza alması gereken ve çoğunluk içinde erimesi gerekendir. Hangi ulus devleti olursa olsun bu kural Fransız devriminden sonra genel doğru kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Soykırım ve mübadele bu kavram ile anılması tesadüfen değildir, her ulus devleti katliamlar zemine oturmuştur, asimilasyonun adı uyum ile değiştirilmiştir. Ulus devletlerin doğuşu hep sancılıdır, doğduktan sonra daha büyük acıları içinde barındırır. 

Türkiye kurulmadan önce ve kuruluktan sonra Kürt ulusal mücadelesi ile yüzleşmiş ve her seferinde birbirine benzer yönetmeler ile bu uluslaşma yolunu kendi siyasi hakiminde olan coğrafya içinde sorunun üstünü örtmüştür. Bugün artık saklanamayan bu gerçek ile uzun süren düşük yoğunluklu savaş ya da başka değim ile kirli savaşın sonucunda artık hepimizin kabul etiği ve saklanamayan bir gerçektir. Bu kadar ortalık alana düşmüş ve her bireyin bir şekilde canını acıtan bu sorun her hangi bir şeyin altına itilecek konumda değildir ve ertelenen sorun artık çözüm bulunmak zorundadır. Bu çözümün zorunlu olmasının  nedenlerinden biri elbette dış ülkelerde ya da komşu ülkelerde gelişen iç savaşın ve sonucunda bize yansımasıdır. Katliamlar, sorunun çözümü için acil bir şeyler yapılmasını zorunlu kılan uluslar arası vicdanın kanamasına neden olmuştur. Eğer Saddam Hüseyin Halepçe Katliamını yapmamış olsaydı, Irak bu kadar kısa sürede işgal edilecek konuma gelmeyecekti. Halepçe Kürt halkının uluslaşma sürecinde en önemli kırılmalarından biridir, bugün devlet gibi özerk bölge olmasının başlangıcını işaret eder. Elbette Halepçe öncesinde bir çok katliam yaşanmış, ulusal mücadelede en ileri uçlar ortaya çıkmış olsa da o coğrafyada değişimi sağlayan iç güçlerden daha çok dış güçlerin etkisi olduğunu son yaşadığımız çağdan bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Irak’ta yaşanan bu değişimin elbette ülkemize etkisi büyüktür, çünkü Kürt ulusu artık uluslar arası ilişkiler içinde önemli bir konuma gelmiş ve korunması gereken uluslaşma sürecinde olan haklar konumundadır. Güney Kürdistan olarak kabul edilen ırak Kürdistan’ı devletleşme için önemli adımlar atmış ve devlet mekanizmasını kurmuştur. Fiili olarak devlet konumunda olan özerk yapının artık pratik atılacak adımın zamanı kollanmaktadır. 

Suriye iç savaşının başlaması ile devlet gibi ama devlet olmayan Kürdistan yeni bir parça sınırları belli olacak şekilde eklemlenmektedir. Lider ve önder kadrolarının farklı olması bu iki parçanın hemen birleşmesinin önünde en büyük engel gibi durmaktadır. Elbette burada ki siyasi adımları iç dinamiklerden daha çok dış ülkelerin çıkarları belirleyecektir, ya ayrı ya da birlikte ya da bunların dışında başka bir çözüm yolu ile devletleşme yolunda olan ulus devleti gerçeği ile karşı karşıyayız. 

Türkiye içinde yaşanan gelişmeler bunlardan bağımsız yorumlanamaz, yorumlandığında ise eksik kalır. Türkiye NATO ülkesidir. NATO bizim ülkemizin tarihini darbeler ile içli dışlı ilişkileri olan bir kurumdur. NATO hem geçmişimizi hem de geleceğimizi belirleyen en önemli kurumların başında yer alır, çünkü NATO bilgisi ve şemsiyesi altında oluşturulan GLADİO (Kontrgerilla) yapısı günlük cinayetlere ve katliamlara parmak izini bırakmaktan çekinmemiştir. Ülkemiz içinde bağımsız bir ulus devleti kurma amaçlı savaş yaptığını söyleyen bir örgüt yoktur. Uluslaşma yolunda önemli adımlar atmış, ulus kimliğinde olması gerektiği gibi aidiyet duygusu gelişmiş, diline ve kültürüne sahip çıkan bir hareketten söz etmekteyiz. 

Birlikte yaşama ve bir arada geleceğe bakma söylemini hem iktidar hem de masanın diğer tarafında olan PKK söyleminde dile getirilmektedir. Ortak bir söylemin yakalanmasında elbette yaşanmış geçmiş bir sürecin tecrübesi yatmaktadır. Bugün ki somut durum, NATO’ya rağmen, dış ülkelerin konumuna ve çıkarına rağmen sorun eskisi gibi yok sayılamaz, askeri ve silah ile bastırılamaz konumundadır ve çözüm kaçınılmazdır. O halde olması olasılığı yüksek olan henüz ilk işaretleri siyasi arenada görülmeyen bir durumu tartışmaya açmayı doğru buluyorum. Eğer Güneyde bir bağımsız Kürdistan kurulursa Kuzeyde yer alan Kürtler hangi tercih ile baş başa kalacaktır? Eskisi gibi silahlı mücadele yapmaya kalkarsa lojistik destek aldığı yeni kurulmuş ülkenin çıkarına uygun olmayacağı için orada çatışma kaçınılmazdır. Bu çatışma Kürt ulusuna vereceği zarar beklenenden daha büyük olabilir. Ya da tek devlette Kürt devletini büyütmek ve yaşaması için Stalin’in 1924 yılında geliştirdiği ‘Tek Ülkede Sosyalizm’ kuramına bezer bir tercih yapacaklar. Bu da yeni kurulmuş Sosyalist devletin çıkarı için ülkemizde TKP’nin aldığı tavra bezer bir tavrı Kürtler almak zorunda kalabilir mi? Bu şu anlama gelmektedir; modern söylem ile ‘Lobi’ faaliyeti yürüten ve yanı başında yeni kurulan ülke çıkarı için her türlü özveriyi gösteren o ülkenin kültürüne sahip insanların tercihi ve örgütsel yapılarını belirleyecektir. 

Kürdistan devletinin güney sınırlarımızda kurulması ülkemiz içinde gelişen uluslaşma sürecinin bir devlet ile taçlanmasının önünde ki en büyük engel olacak ve bir arada yaşamanın yolları aranacaktır. Modern dünyanın ve ülkemiz gerçekliği içinde kabul görebilecek en önemli bir çözüm sürecinin kapıları güneyde yaşanan gelişimlere bağlı olarak açılabilir. Ülkemiz son kırk yılını sürekli ve istikrarlı bir şekilde kriz ve kaos ortamındadır. Bu kaos ve krizden çıkabilecek ne alt yapısı mevcuttur ne de siyasi irade. Onlar çevremizde gelişen olaylara bağlı olarak savrulmakta ve akıllı tepkiler yerine duygusal tepkiler vererek ülke toprağını daha fazla kana bulamaya ve haklar arasında düşmanlığı geliştirmekten öte bir şey yapmamaktadırlar. 

Sorun mutlaka bir şekilde çözülecektir… 

Kürt halkı ve onun temsilcileri olma olasılığı yüksek olan bir Kürdistan Devleti karşısında alacağı tavır, lobi faaliyeti yürüten demokratik kitle örgütü olmak yolunda mı, ya da devrim için mücadele etmek şeklide mi olacağını kendileri karar verecektir. Elbette bu konuda homojen bir sonuç çıkmayacaktır ama çoğunluğun tercihi ülke içinde yaşanacak ‘yeni’ barış sürecinin belirleyicisi olacaktır. PKK ve devletin masa başında ve kapalı kapılar, kalın duvarların arkasında izole edilmiş odalarda yapılan her türlü pazarlık halktan kopuk ve üstten aşağıya dayatma şeklinde olacaktır. Ülkemizde her türlü siyasi gelişme tabandan değil, yukarıdan aşağıya şekilde uluslar arası emperyalist güçlerin çıkarına uygun şekilde olmuştur. 

Halka sorulmayan ve halka rağmen bir değişim sürecini yaşamaktayız. Bu süreç sonucunda akan kanlar bizden, çıkan sonuç emperyalistlerin çıkarına uygun olacaktır. Her ne kadar ‘Tek Ülkede Kürdistan’ fikriyatı çatışma halinde olan güçlerin çıkarlarına uygun olsa da siyasette genelde bizim öngörülerimiz değil, yaşamın akışı belirleyici olmuştur. Eğer lobi faaliyeti içinde olacak olursa ülkemizin sağ iktidarı bir taş ile birden fazla sonuç elde edecektir. TKP’nin yirmili yıllardan başlayan ve kendisini fesih ettiği döneme kadar Türkiye devrimci çizgisine yapmış olduğu katkı ne kadar ise lobi faaliyeti içinde yer alacak ‘solcu’ Kürtlerin de katkısı o kadar olacaktır. Öncelik Kürdistan’ın çıkarı görenler elbette Türkiye’de gelişecek olan her devrimci çizginin önünde çıkarları gereği engel olmaktan başka seçenekleri yoktur. İlk işaretini Gezi sürecinde elde edilmiş bir ‘muhatabı’ kaybetmemek için yapılan tercihlerden anlayabiliriz. 

Çözüm eğer bağımsız bir devlet kurmak ve ayrışma değilse, o zaman koşullara uygun şekilde ortak bir yol bulanmalı ve artık akan kanın durması zorunludur. 

Katliamlar, cinayetler bu hakların kaderi değildir…

Barış hemen diyorsak, öncelikle silah ile güçlerin güç gösterisinden vazgeçmesi, namluların ucundan silah değil çiçek çıkmalıdır. Yaşanan tüm geçmiş ile yeniden yüzleşilmeli ve işlenen cinayetlerin faillerinin üstü örtülmemelidir. Bir arada yaşamanın gerekliği olan düzenlemeler yapılmalı ve ulus devletten olmaktan çıkarak çok kültürlü bir devlete eğilirken, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkların ortadan kalkması zorunludur. 

Geleceğimiz Ortadoğu ülkesi olmaktan değil, tek doğrunun hakim olduğu, tek liderlerin yaşandığı, tek dilin, tek dinin, tek mezhebin çoğunluk olmadığı, azınlıkların hakları korunduğu ve pozitif ayrımcılık ile güvence alındığı çağdaş olmasını arzuluyorsak öncelikle bunun önünde yer alan ulus devlet anlayışını yıkmak, bir arada yaşamın koşullarını geliştirmek zorundayız. 

Ne yazık ki bugün ki karanlık ortamda bunları söylemek bile karanlık içinde kıvılcım olmaya yetmiyor. Karanlık ortamın yarattığı kaos ve kriz ortamında ülkemiz geleceği hakkında bizlerin söz söylemesi dışında müdahil olabilmemiz için örgütlenerek artık iç dinamikler ile bu karanlığı parçalayabileceğimiz söylemek isterdim. Ben olma olasılığı olan bir durumu erkenden tartışmaya açarak, 12 Eylül’de çamurlu bir zemine düşen sol güçlerin bir an önce toparlanmasını ve yeniden ayağa kalmasını arzuluyorum. Çünkü lobi faaliyeti içine girecek Kürt güçlerin solu hepten daha derin kuyuya iteklemesi kaçınılmazdır. Onların iradesi dışında gelişme olasılığı yüksek olan bir durumdur. 

İsmail Cem Özkan

1 Kasım 2015 Pazar

Perdeler kapanırken…

Perdeler kapanırken…

Tiyatro yaşamın üç boyutlu olarak sahnede canlandırmasıdır, üç duvar vardır sahnede ve duvar olması gereken yerde ise seyirci vardır. Oyuncular için bu olmayan duvar arkası dönülmemesi gereken yerdir, çünkü orada seyircisine duygusunu mimikler ile aktarırken yüzünün ve vücudunun oynadığı rolün içinde birer araç olarak kullanır.  Yaşamın bir aynasıdır ve yansımasını sahnede görür. Üstün Akmen “Ayna... İnsanın aynasıdır. İnsanı, insana anlatan bir sanat dalıdır.” der tiyatronun işlevi üzerine sorulan bir soru karşısında.

Tiyatro çok karmaşık ilişkilerin iç içe geçtiği ve her türlü aracın sahne üzerinde ve arkasında kullanıldığı ve değişik tekniklerin iç içe geçmiş halde seyircisine sunabilen bir sanat daldır ve o sunumların hepsi canlıdır ve hata yapmaya veya mükemmele ulaşmaya çabadır her sahnenin ışığı yandığında. İşte bu tatlı telaşın bir de ayrılmaz parçası vardır ki, ona eleştirmen denir. Tiyatro eleştirmeni olmadan daha güzele ve daha mükemmele doğru adım atamaz, eleştiri alkıştır ama tek alkış yeterli değildir, çünkü sahne üzerine yaşananları bir bütünden bakıp, öznel durumlarına kadar ince ayrıntısına kadar inceleyen gözler gereklidir. Dramaturgisinden, oyuncuların o sahnede ki performanslarına kadar. Sahne dekorundan, sahne ışığına… bir yönetmenin bütünü yakalayan gözü gibi eleştirmen de yönetmenin göremediği noktalara dikkate çekerek daha keyifli, seyri daha güzel oyunun sahnede hayat bulmasına katkı sunar. Aynı zamanda izleyicileri de eleştirmenler ister istemez yönlendirir, oyunun daha fazla sahnede kalmasına katkı sunar.

Sanat eleştir, eleştirdiği içinde toplumun idarecileri tarafından kontrol edilmesi bir güç görülür ve sanatın her daim iyiliği düşünürler. İdarecinin iyiliği her zaman daha fazla sansür ve daha fazla kontroldür. Sanat bu baskı koşulları altında kendi dili ile sansürü parçalar ve istediğini dolaylı da olsa mutlaka söyler ama sanatçıların geçim kaygısı bu söylemlerin yerini balon ve anlık tepkilere bırakır ki bu sanatın suçu değil sanatçının tercihidir. Eleştiri yerine kapı kulu olmayı seçen, eleştirmek yerine övmeyi seçen sanatçılar yaşarken güzel yaşarlar ama sanat alanından ayrıldıkları an, üretimleri durduğu an kimse o kişileri anımsamaz. Binlerce yıldır ülkemiz topraklarında yaşayan tiyatro sahnelerinden binlerce oyuncu / yazar geçmiştir ama bugün dahi anımsananlar ancak sanatın işlevine uygun eleştirel olarak dünyaya bakan sanatçılar kalmıştır. Sarayın soytarısını kimse anımsamaz ama soytarılar sanatçılara göre daha varlıklı ve göreceli olarak daha güzel yaşamışlardır.

Üstün Akmen eleştirmendir ve hakkını veren yazarlardandır. Eleştirdiği oyunu ve oyuncuları kırmadan kıvamında Köy Enstitüleri mezunu öğretmenler gibi bilgece ceza vermektedir. Sahneye hakimdir, sahnede hareket eden etmeyen her şeye karşı dikkatli bakar. Eleştirmenlik yorucu bir iştir ama bu yorucu işi yaparken dahi bundan büyük keyif alan ve tiyatronun daha da ileri gitmesi için çaba sarf eden ideal biridir. Tiyatroda oyuncu oyununu oynar, bazen doğaçlama yapar ama hakkını vermeye çalışır. Işıkçı oyuncuyu izler ve yönetmenin tercihine göre ışık yaparken üç boyutlu sahnede gölgeler ile sahneyi daha da büyütür. Ses teknisyeni yan sesleri öyle anda verir ki sahnenin tepesinden bir martı bize bakıyor hissedersiniz, ses sahneyi daha da büyülerken, ışık ile dansa durur. Sahne üzerinde hareket eden oyuncuya kostüm eşlik eder, kostüm öyle bir şekilde olmalıdır ki oyuncunun daha rahat hareket etmesini sağlarken oyunun ruhuna ve zamanına seyirciyi taşımalıdır. Ve dekor! İşte bu dekor eleştirmenlerin gözüne ilk vuran uyarıcılardır, öyle bir dekor yaratılmalıdır ki seyirci oyunun içine dahil olsun ve sahnede görünmeyen duvar tamamı ile ortadan kalkarak salon bir sahne olsun… Bütün bunları bir yönetmen yardımcıları ile birlikte düşünürken, bir de eleştirmen düşünmek ve bütünü görmek zorundadır. Üstün Akmen bütün bunları ince ayrıntısına göre görür ve yazar. Perdeler kapanırken Üstün Akmen ve diğer eleştirmenler için perde kağıt üzerine kelimeler döküldükten sonra kapanır. 

Türkiye’ye geldiğim günden sonra medya alanında değişik işlerde çalıştım. En çok keyif aldığım alan ise cadde gazetesi çıkarırken tiyatro eleştirmenliğidir. Eğitimim sinemadır ama benim işgüzarlığım yüzünden bir çok alanda kendimi geliştirdim. İşte beni bu işgüzarlık ve yaşamın tüm parçalarını sahneye taşıyan tiyatroya itti. Tiyatroya teknik bir yönetmen gibi bakmadım, bir oyun yazarı olarak kurgulayarak izlerken yeniden kafamda yorumlamadım, çünkü benim önümde Üstün Akmen gibi bir usta vardı ve onun eleştiri yazılarını okuyarak ve onun baktığı doğru noktayı tespit ederek sahneye nereden bakmam gerektiğini bilerek baktım. Eleştiri yazılarımı bir öykü anlatıcısı ya da bizim geleneğimizde olan masal anlatıcısı gibi oyunu yorumlayarak kendime özgü bir dile doğru eğrilirken ustamdan feyz almaya özen gösterdim.

Üstün Akmen, aramızda konuşurken ben ona Üstün Abi, ustam, üstadım derdim.
Üstün abi benim için önemli biriydi, sürekli yazı gönderir, düşüncesini paylaşır, bende kısa yanıtlar yazar ve sessizce anlaşırdık. Tiyatro gösterilerinde fuayelerde sohbet eder, tiyatroya başka açılardan bakar ve görüşlerimizi yazıya dökerdik. Her izlediğim oyun hakkında acaba derdim Üstün abi ne demiş... çünkü o benim gözümde duayen bir tiyatro eleştirmenidir. Eleştirmenler Birliğinin başındadır. Bir kalp krizi sonucu aniden aramızdan ayrıldı, boşluğunu kimse dolduramaz ama tiyatro perde diyecek ve birileri izleyip eleştirecek…

Üstün Akmen’in eleştirel bakış açısı salonda ve gazete sayfalarında gölgesi hep olacak..

Huzur içinde uyu, seçimde oy kullanamadan gittin ama tercihini biliyordum. Umarım o tercihin hayatta karşılığını bulur, son yazında dediğin gibi ‘mavilikler barışın simgesi’ olacak...

İsmail Cem Özkan
31. 10. 2015- İstanbul