15 Aralık 2022 Perşembe

Hak, hukuk, adalet!

Hak, hukuk, adalet!

 

Siyaset ve hukuk ilişkisi, hukuk yani medeniyet oluşturulduğundan bugüne kadar iç içe geçmiş bir ilişki bütünüdür.

 

Güç, hukuku belirlemiştir.

 

Hukuk, güçlü olanın hakkını savunur hep ama göreceli olarak eşitlikten bahseder. Hukukta eşitlik ve adalet yoktur, çünkü güç kiminse onun hakkını korur ve kollar... İstikrar için üretilmiştir hukuk, istikrar ancak güçlü olanın çıkarı korunduğu sürece vardır... İstikrarın bozulduğu dönemlerde devlet geleneği ortaya çıkar, devletin varlık sebebi; her zaman hakim sınıfın çıkarını korumaktır... Hakim sınıfın çıkarı, hukuka bakışı ve yorumlamayı ortaya çıkarır...

 

Her otokrasi yönetimde hukuk kuralları vardır ama genelde liderin çıkarı ve onu koruyan atmosfere uygun olarak bir bakış açısı hakim olur. Kurallar öyle bir yorumlanır ki, aslında olmayanı olur yapar ve o olur her zaman hukuk kurallarına uygundur. Hukukun olduğu yerde adalet değil, çıkardır belirleyici...

 

Adalet kavramı da elbette görecelidir, kime göre adalet?

 

Hukuk kuralları eşitlik kazandırmak ve sınıflar arasında çıkan çatışmada adalet kavramı ile yorumlanır. Hukuk maddelerinin uygulanması adalet beklentisine cevap vermesi gereklidir ama o beklenti yani kamuoyu ve otokratik sistem içinde çatışmaya neden olur.

 

Sistemin devamı için hukuk maddeleri öyle bir uygulanır ki, Peru örneğinde olduğu gibi lider darbe girişimi yapıyor diye başkanlık koltuğundan alınabilir, çünkü iktidar bir güç savaşıdır ve güçlü olan, güçsüzleşeni koltuğundan alır ve o hukuk kurallarına uygun olarak meclis kararı ile desteklenir...

 

Amerikan senatosu baskını ve sonraki süreç hukukun nasıl yorumlanacağına örnektir... Seçimi kaybeden eğer kazanmış olsaydı dava açılmayacaktı, kaybettiği için soruşturmaya uğradı ama Amerikan sistemi için gerçek tehlike oluşturmadığı için dava zamana yayılarak kaybeden liderin kamuoyundan uzak münzevi yaşama katılacağı beklentisi oluşmuşken tersi oldu... Bu durumda “çok gizli” dosyaların evinde bulunduğu iddiası ile ev baskını filan oldu, kısaca bir gözdağı verildi. Sistem kendi içinde bu süreci hukuk kurallarına uygun yerine getirecektir, çünkü gelişen faşizm hareketini karşısına almak yerine, arkasına dolanarak onun için oluşmuş ortamın yok edilmesi için bir çaba söz konusu gibi gözüküyor...

 

Otokratik ülkelerde ise lider iktidarda kaldığı sürece liderin arzuları ve çıkarı hukukun yorumlamasını belirleyecektir. İran örneğinde olduğu gibi, var olan yasaları uygulamak değil, ihtiyaca cevap verecek olan baskıları daha görünür kılmak adına -idam kararları alan hakimleri ile- sokağa çıkmışları evine korku ile kapatmayı stratejik bir yol olarak seçmiş durumda... Kısaca, orada hakimler yasalara değil, iktidarın beklentisine cevap verecek şekilde kalem kırıyor...

 

12 Eylül sürecinde bizde hukuk gerçek anlamda sorgulanmadı, çünkü hakimler verdikleri kararlardan dolayı ne sorgulandılar ne de toplum içinde vicdanen yargılandılar. Kararlar darbeci generallerin gönderdiği niyet mesajlara uygun “bir ondan, bir bundan” diyerek kalem kırma yarışına girdi, gerekli istikrar sağlandıktan sonra idamlar durdu! İdamların en sonuncusunda generallerin üstü kapalı olarak desteklediği sivil hükümet zamanında oldu, meclis karar aldı ve uygulandı...

 

Hukuk, adaleti toplum içinde yayma gibi bir görevi yoktur, toplum içinde güç dengeleri nasılsa hukuk ona göre adaleti dağıtır... Greve giden işçiler ülkenin “stratejik” çıkarına aykırı görüldüğü an grevleri yasaklanabilir, çünkü burada belirleyici olan istikrardır, istikrarı bozan hakkında yasalar uygulanır, çünkü her duruma uygun hukuk maddesi aranırsa bulunur, olmazsa bir kararname ile oluşturulur...

 

Siyaseti belirleyen ülkedeki güç dengeleridir, eğer güç sermayenin elinde ise, iktidarı ve muhalefeti sermaye belirliyorsa, orada “öteki” kabul edilenlerin hakkı, hukuku, adaleti güçlü yanında yoktur... Güçlünün çıkarı önceliklidir ve adalet kavramına bakarken güçlünün çıkarına uygunsa adalet tecelli edilmiş olur...

 

Her toplum kesimin hakkı vardır ama hak güce göre değişkendir, oluşan ortama uygun olarak hukuk ve adalet ise altı boşaltılmış ve yeniden yorumlanmıştır.

 

“Hak, hukuk, adalet” gibi sloganlar aslında göze, kulağa hitap etme dışında gerçek anlamda yaşam içinde karşılığı yoktur... O yüzden güçlü olan istediğini kurallara uygun olarak dayatır ve elde eder...

 

Kapitalist sistemde sermaye sahiplerine karşı gerçek dengeyi sağlayan işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı sistemden mücadelesi ile elde ettiği haklar, özgürlük ve adalet kavramını yorumlanmasını ortaya çıkarır. Günümüzde gerçek anlamda işçi sınıfının yaygın ve güçlü bir örgütlenmesi olmadığından dolayı iktidar ve muhalefet el birliği ile kapitalist sistemin çıkarına uygun olarak toplum ve algısı belirlenir, hukuk ve adalet beklentisi ona göre dikte edilir.

 

“Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” diye haykırmanın birincil koşulu işçi sınıfının örgütlü güç olması ve iktidara yürüyor olmasıdır. Aksi halde; giden, geleni aratmaya devam eder. Yakın tarih bize Abdülhamid ve onu iktidardan alan İttihat ve Terakki Partisinin yaşattığı acıları anlatır. Mücadele eden iki taraf aynı sınıfı temsil ettikleri ve aynı/ benzer olduğu sürece; muhalefetin iktidara gelmesi, iktidarın gitmesi sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, özgürlük, adalet gibi kavramların altı boşaltılıp yeniden doldurdukça; ne öteki, ne işçi sınıfının ne de ötekilerin özgürlük alanı genişletir, aksine daraltır.

 

12 Eylül öncesi çok sevdiğim bir slogan vardı, “Faşizme ölüm, tek yol devrim!” …  

 

Zamanında atılmayan sloganların, o sloganı taşıyacak örgütlenme olmadığı sürece, Karagöz- Hacivat gölge oyunu tarihte olduğu gibi güncellenerek oynamaya devam eder!

 

İsmail Cem Özkan 

 

11 Aralık 2022 Pazar

Tartuffe

Tartuffe

 

Moliere tarafından yazılan, Orhan Veli Kanık tarafından tercüme edilen ve Yiğit Sertdemir tarafından günümüze uyarlanan bir klasiğin şehir tiyatrolarında sahne almasına sevindim…

 

İnsanlık, tarihi birikimlerden oluşur. O birikimleri insanlık sanata aktararak ölümsüzleştirmektir. Sanat geçmişi bugüne taşırken yarına da mesaj verir, çünkü sanat insanlık tarihinin ya da birikimin en iyi iletkenidir…

 

Oyunu ben Kağıthane’de bulunan Şehir Tiyatrosunun Sadabad Sahnesi’nde seyrettim. Oyun henüz başlamadan tanıtım panosunda oyuncular, yönetmen, yazar ve çevirmene bakarken Orhan Veli ismini gördüğümde ister istemez kafamın içinde günümüz şairlerin isimleri geçti, kaçı tiyatro eseri, kaçı klasik bir eseri tercüme etti diye… Bir zamanlar şairler çok dilliymiş, dilimize kazandırılan birçok şiirin altında önemli şairlerimizin isimlerini gördükçe, şairi ancak bir şair iyi anlar, onun tercümesi şiirin ruhunu yakalamıştır diyerek daha dikkatli ve daha özenli okurum. Şair bir tercümandan okuduğum şiiri, bir tercümanın tercüme ettiği şiire göre daha duyarlı olduğunu ve kelimelere daha dikkatli anlamlar yüklediğini peşinen kabul ederim ve benim o şiirden keyif almamı, daha iyi anlamamı sağladığını hep düşünmüş ve görmüşümdür…

 

Şairler, şiirlerine insanlığın en süzme birikimini alır ve o yoğunlukta yarattığı imgeler ile bize kocaman bir geçmişi küçük bir kelime ve cümle içinde verir, şairler insanlığın birikimini taşıyan işçilerdir…

 

Şairin tercüme ettiği bir oyunda şairin şiirlerinin müzikalleştirilmesi oyuna yapılmış en güzel/büyük katkı olarak düşündüm. Düşünenlerin, besteleyenlerin ve ses verenlerin emeğine sağlık demeden duramayacağım.

 

Oyun yazıldığı zamanda kralın büyük tepkisini çekmiş olacak ki hemen yasaklanmış. Yasak üzerine yazar hemen bir iki düzeltme yapmış yeniden sahneye koymuş ama yine yasaklanmış. En sonunda yazar, kralın rahatsız olduğu bölümleri yeniden yorumlamış. Bu yeni yorumda okuyucusuna, izleyicisine üstü kapalı mesaj akıcı şekilde devam eden oyun öyle bir yerde kesilir ki, artık bundan sonrasını siz kafanızda oluşturun der, var olan sansürü öyle bir betimler ki, sansürcü bu açık itirafı sansürleyemez! Oyun olması gibi değil de sessizce biter, sessizlik sansürü anlatır. Yazar, bu sayede oyunun başından geçeni yine kendi oyununda sessizce ifade ederek, gelecek nesillere kara lekeyi sessizce oyunun içine giydirmiş. 14. Louis’in sansürcü tarafını Moliere tarafından tarihe not edilmiştir.

 

Üzerinden yüzlerce yıl geçtikten sonra, yazıldığı günkü kadar güncel hali ile birçok sahnede hayat bulmaktadır. Sanatçılar her zaman bir yolunu bulur söylemek istediğini söyler, var olan tüm sansürlerin delinecek tarafını bulur, o delikten akar gider sanatçının eser.

 

Sahne konuşur…

 

Sadabad Sahnesi'nde oyunu izlemek için kapıların açılmasını bekledik, 15 dakika kala kapılar açıldı, yerimizi alırken sahneye gözüm ilişti, nasıl ilişmesin ki, kiliseyi anımsatan bir dekor zeminin 10 derecelik bir eğim üzerinde, asansör, merdiven, kapılar ve koltuk ile bizi karşılıyor… Hemen sahnenin yan tarafında müzisyenler için ayrılan bir alan, kısa bir süre sonra yerlerini alacak, aletleri orada duruyor…

 

Canlı müzik varsa oyun tanıtım broşürünü benim gibi okumadan girenler için müzikal imgesi hemen veriyor… Genelde gittiğim oyunların tanıtım broşürünü önceden okumam, çünkü ben seyrederken broşürün benim bakış açımı etkilemesini istemem, önyargı ile izlediğim birçok oyundan keyif alamadığım için genelde oyunun adı dışında bilgi almadan oyuna giderim, çünkü sahnede olan bana bir şey anlatmasını isterim. Sahne konuşur, ben ise o konuşmasından bir şeyler anlarım ve daha sonra o anlatılanları kafamın içinde yorumlarım…

 

Bu oyunda da aynı yolu izledim, sadece adını biliyordum, hangi sahnede, saat kaçta olduğunu biliyordum. Bir de bu oyun için yönetmenin adını biliyordum, çünkü geçen haftalar içinde gittiğim başka bir oyunu da yönetmişti, şehir tiyatrosundan arkadaşlarım “bu oyunda farklı bir bakış açısı bulacaksın, mutlaka gör” dediği için öne alıp gittim. Elbette her yönetmenin belirli bir anlayışı ve bakış açısı vardır, sahneye koydukları eserlerin hepsinde bir ortak yön bulabilirsiniz, eğer yönetmeni iyi tanıyorsanız…

 

Yiğit Sertdemir, kendisine çok iyi bir kadro kurduğunu tiyatro fuayesinde panoya bakarken hemen anlamıştım, daha önce birçok oyunda imzalarını atan ustalar vardı…

 

Barış Dinçel, dekorları her zaman dikkatimi çekmiştir. Barış Dinçel ustalığını sürekli gösteren ve sahnede seyirciye ilk merhaba diyen dekorları tasarlayandır. Onun tasarımında genelde oyunun özüne inen, oyuncuların daha rahat hareket etmesini sağlayan dekoru / mobilyaları öyle bir yerleştir ki, sanki o sahnede o materyaller hep oradadır ve o oyunun bir parçası gibi algılarız... Onun tasarımında oyunun ruhunu yakalayabilirsiniz, sessizce arkada ya da oyuncuların arasında duran her materyal sessizce seyirciye bir şeyler fısıldar…

 

Işık oyuncuyu büyütür…

 

Dekoru öne çıkaran sahnede ikinci unsur ışıktır. Işık oyuncuların hareketlerini daha görünür kılar, aynı zamanda oyuncunun sesine ses katar, eğer ışık oyuncuyu yeteri kadar aydınlatırsa, çünkü sese eşlik eden mimiktir. Mimikler seyirci tarafından görülmesi gereklidir, o mimikler oyuncuyu diğer oyunculardan ayırır ve oyunun akışına oyuncunun kendi imzasını atar. Her oyuncu yönetmenin istekleri dışında oyuna kendisinden bir şey katar… Kemal Yiğitcan birçok oyunda tasarımını gördüğüm ustalardan biridir, fakat bu oyunda neden sahnenin birçok alanı oyuncuları izlerken karanlık ya da oyuncunun yüzünde gölgelerin oluşumuna sebep verdi anlayamadım, belki yönetmen öyle dediği için, belki sahne değiştiği için oyuncu planlanan yerde olmadığı için oldu diye düşündüm… Oyunun bir çok sahnesinde oyuncunun biri aydınlıktayken, diğerine göre karanlıkta/ gölgede kalması acaba bir tercih mi, yoksa teknik imkanın o sahne için yetersiz olması mı?

 

Dekor ve ışık ile birlikte sahnede olmazsa olmazı müziktir. Müzik seyircinin sahneye olan dikkatini artırabilir ya da sessizlikten kaynaklanan boşlukta düşünmesine sebep olabilir. Müzik seyircileri yönlendirirken aynı zamanda oyuncuları da yönlendirir. Müzik bir oyunda akışın olmazsa olmazıdır, monotonlaşmasını ortadan kaldırır, cümlelerin gücüne güç katar, gerekli olan mesajın daha rahat seyirciye ulaşmasını sağlar…  Bu oyunda canlı müzik, müziğin zaman zaman daha gür çıkmasından kaynaklanan sahne içinde olan ama seyirciye ulaşmayan diyalogları kapattı. Müzik öyle bir perdeleme yaptı ki, oyuncunun müzik eşliğinde vurguladığı birçok cümle ne yazı ki müziğin perdesi altında yok olup gitti, elbette tüm oyun boyunca böyle olmadı ama bazı sahnelerde cümleler sahnede söylendikten sonra, yine söylendiği yerde kalmasına sebep oldu… Bu arada Emrah Can Yaylı Orhan Veli Kanık şiirlerini öyle bir güzel oyuna uyarlamış ki, o müzikler sanki yüzlerce yıl o oyun içinde söylenmiş hissi uyandırıyor…

 

Müzik olurda koreograf olmaz mı, Özge Midilli imzasını görüyoruz. Oyuncu sanki doğal hareketi gibi geliyor, her oyuncu sahnede öyle eşgüdümlü hareket ediyor ki, müzikalin keyfine doyum olmuyor…

 

Eylül Gürcan imzasını ise kostümlerde görüyoruz. Dekora, müziğe muhteşem uyumu yanında oyuncuların hareketlerini zorlaştıran herhangi bir fazlalık yok gibi... Tartuffe üzerine giydirilen kıyafetlerin üst üste olması oyunun son perdesinde ilerleyen zamanlarda anlıyoruz, dincilik kıyafeti çıkınca, Tartuffe gerçek duyguları ile çıplak olarak sahnede yerini alır. Gerçek yüzü kıyafetlerin çıkarılması ile eş değer görülmüş… Çok sevdim açıkçası, kıyafet oyuna öyle bir katkı sunmuş ki, sözün üzerine görsel bir vurgu eklemiş…

 

Teknik boyutunu yazdık, peki oyuncular; oyuncular üzerlerine düşen görevi tam yaptıklarını düşünüyorum, oyunda dikkati çeken roller; Tartuffe, Orgon, Dorine, Mariane, Elmire, Cléante üzerine oturduğunu görürüz. Elbette bu rollere hayat veren oyuncular sahnede daha görünür olurken, arkada kalan, daha doğrusu gölgede kalanlar da oyuna katkıları yadsınamaz, her bir oyuncu üstlerine düşeni çok iyi yerine getirdiği için oyun başarılıdır… Nilay Bağ, Bennu Yıldırımlar, Naci Taşdöğen, Tolga Yeter elbette daha öne çıkıyor… Oyunun yazımından kaynaklanan bir tercih söz konusudur, karakterler yerine tip ile uğraşır klasik tiyatro, klasik tiyatroda tek tek birey değil, değişmez evrensel insan tipi öne çıkarılır. Oyunun yazıldığı dönemdeki anlayışta insan ve yaşam gerçekliği ancak böyle verileceği inancı hakimdir. Oyunda yaşanan iç çatışma karakterin kişiliğini değiştirmez,  yediği kazığa rağmen Orgon hep aynıdır, dünyaya aynı şekilde bakar, göz ile gördüğü halde Tartuffe arasına mesafe koymaya zorlanır. Dönemin bakış açısı bugüne göre çok değişiktir ama seyirci bu ayrım yapmak yerine günümüze doğru yapılan göndermelere daha fazla ilgi duyduğunu gördüm.

 

Oyunu sahnede bir bütün olarak izlememize, birbirinden değerli ustaları oyunun ekibine alarak bu kadar güzel yorumu sunan değerli yönetmen Yiğit Sertdemir’e öncelikle çok teşekkür ederim. Bu zamanda, bu kadar güzel bir oyunu kendi yorumu ile sahneye taşıdığı için, elbette buna izin veren Şehir Tiyatrosu yönetimine de ayrıca teşekkür etmek gerek…

 

Tartuffe din kisvesi altına gizlenmiş sahne bir dincinin bir inancı yüksek olan ama işini bile bir aile reisini dolandırması hikayesi. Yazıldığı zaman Fransız devrimi süreci ve o süreç içinde kilisenin gücü ve kralın hakimiyetine karşı oluşmakta olan burjuvazinin trajikomik hikayesi… O hikayenin günümüze uyarlanması ve günümüze dair göndermeleri seyirci tarafından alkışlar ile karşılandı, her dokunuş seyircinin alkış ile refleksini gördük. Oyun boyunca seyirci bol bol alkışını sahneye göndermekten, oyuncuların ince göndermelerini hemen alıp algılamasını görmekten büyük mutluluk duydum.

 

İsmail Cem Özkan

 

 

Tartuffe

 

Yazan: Moliere (Jean-Baptıste Poquelin)

Çeviren: Orhan Veli Kanık

Yöneten: Yiğit Sertdemir

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Müzik: Emrah Can Yaylı

Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan

Efekt Tasarımı: Serkan Yavşan

Koreograf: Özge Midilli

Dekor Uygulama: Sırrı Topraktepe

Kostüm Uygulama: Aynur Duran Kopuz - Sibel Usanmaz

Yardımcı Yönetmen: Tolga Yeter

Reji Asistanları: Hazal Uprak - Özge Kırdı - Damla Cangül Yiğit

Oyuncular: Bennu Yıldırımlar, Emre Şen, Gürkan Başbuğ, Mehmet Soner Dinç, Murat Garipağaoğlu, Naci Taşdöğen, Nilay Bağ, Özge Kırdı, Semah Tuğsel, Tolga Yeter, Yeşim Koçak, Zeynep Göktay Dilbaz

Fazla bir şey değişmedi…

Fazla bir şey değişmedi…

 

Millet kavramı Osmanlı zamanında cemaat anlamında kullanılırdı, uluslaştıktan sonra da aslında millet cemaat anlamına kullanılmış ama üzerine ulus içeriği giydirilmeye çalışılmış... Fakat Milli Parti, Milli Gazetede kullanılan anlam aynı inancı taşıyanların cemaati, yani birliği anlamında kullanılmaya devam etmiş, çünkü ümmet bir millet kavramını içerir, aynı inanca sahip farklı ırktan insanların birliği...

 

Peki, ulus devlet olunca biz neden milletten uluslaşamadık?

 

Bu sorunun yanıtı üzerine oturduğumuz Osmanlı devlet anlayışında yatar, çünkü biz çok uluslu, çok dilli, çok mezhepli, çok ten renginden oluşan bir imparatorluktuk, imparatorluğun temel düşmanı Şii ve Alevilerdir, onun dışında sırasıyla Gayrimüslim gördükleri Hristiyanlar ve en sonunda da Yahudiler yer alırdı...

 

Adı dışında değişen bir şey olmadı; aynı, aynı olarak kaldı…

 

Ulus devlet olunca temel düşmanlar aynı kaldı ama millet gördükleri aynı inanç yani Sünni İslam anlayışı da aynı kaldı. Devlet aynı devlet, saygı duyulan bayrakta bir kaç küçük değişiklik yapıldı, milli marşı değiştirildi, onun dışında her şeyi ile aynı, ama en önemli ayrılık halife ve padişah unvanı olanlar devletin başından atılıp, artık sorun çıkarmayacak bir cumhurbaşkanı konuldu... Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymadı; tek adam anlayışı da değişmedi. Koltukta kim oturursa otursun lider hep lider kaldı, her şeyi yönlendirmeye ve itaat beklemeye devam etti.

 

Ülkemizde demokrasi kavramı sözde oldu ama pratikte hiç olmadı.

 

Bizim ülkenin tüm liderleri otokrattır, o yüzden sağı da solu da, devrimcisi de şeriatçısı da aynıdır, kısaca, bizde değişen bir şey yok.

 

Millet, millet olmaya, (köylü milleti gibi…) yani sesi çıkmayan verilen görevi olduğu gibi yapan, koyun sürüsü gibi davranış sergileyen; millet başkaldırmaz! Millet, verir vergisini “devlet babasından” gelen her türlü tacizi, tecavüzü, baskıyı, sopayı peşinen kabul eder, çünkü babadır bu; ne demek ona başkaldırmak, onun başı kalkınca başını indirecek her türlü tecavüzü sessizce kabul edilir... Sonuç olarak millet; başkaldırmayandır.

 

Ulus kavramı ise öyle mi?

 

Ulus devleti sorgular ve devlet içinde soyulmaya müsait alanları bulur ve oradan kendi cebine hortum bağlar... Devlet sermaye biriktirmek için istikrar oluşturan ve sermaye birikimi yaratarak emperyalist olmayı hedefler. Modern lafını giydirilmiş sömürü; ulus devleti kimi sömürür? Sorunun yanıtını yaşantımızdan da görürüz; kendi milletini ve ecnebileri, yani kendisinden olmayan herkesi...

 

Biz ulus devleti olamadık diyemeyiz, çünkü kendi ulus sermayemizi oluşturmak için içimizde olan Yahudileri, Hristiyanları ve Alevilerin her şeyine çöküp aldık, alamadıklarımız ise görüntüseldir, onların ciğeri elimizdedir... Yani, devletin gücünü elinde tutan istediği sermayeye çöker ve istediğini alır, hepsi de yasalara uygundur. O yüzden maliye müfettişleri vardır, onlar olmazsa zaten çökmenin yasal boyutu olmazdı...

 

Ulus devletinde devletin elinde olan her kurum gerek olursa silaha dönüşür, çünkü devlet kendisini kurumları ile savunur... Devlet olmanın birinci koşulu kendisini savunacak kurumlar oluşturmak ve bireylerden bağımsız, onların üzerinde hükümdarlık kuran bir mekanizmadır.

 

Milletten ulusa evirildik ama bizim yaşantımızda fazla bir şey değişmedi, yine maraba, yine cahil, yine elinden ekmeği alınan olarak kaldık…  Ama bir şey değişti, tarihe bakış açımız değişti, ulus devleti öyle bir insan yetiştirdi ki, resmi tarih dışında olanı reddetmek ve resmi söylemi geliştirenlere karşı nefret söylemi geliştiren bireyi oluşturdu…

 

İsmail Cem Özkan