25 Ocak 2020 Cumartesi

Ömür Göksel, cebinde şarkı sözleri taşıyan çocuk…


Ömür Göksel, cebinde şarkı sözleri taşıyan çocuk…

İlk çığlık attığında sanırım annesi “şarkı söyle yavrum” diye fısıldamış olmalı kulağına, şarkı söylemiş evlerinde ki pikaptan gelen sesler eşliğinde, pikap sesi gelmediğinde annesinin söylediği şarkılar ile sesinde notalar dans etmiş, kanatlanıp kanatlanıp onun benliğine işlemiş müziğin o çekici notaları… Radyo günlerlinin o doyumsuz ve yokluk yıllarında yayınlanan müzikler yeni dünyalara açılan kapı olmuş, geçmişi, bugüne taşırken dünya bir radyonun içinden odalara kadar girmiş… müzik spor kadar yaşamının bir parçası olmuş, arkadaş çevresini de belirleyen olmuş bu çocukluk dünyası… Evinde olmayan sevdiği ve aradığı plağı bir plak satan dükkanda görmeye görsün, cebinde ne var ne yok oraya bırakıp gidecek kadar tutkuludur… 

Müzik içinde ilk öğrenimini evinde almış, ilk öğretmenleri annesi ve babası olmuş… Hayata bakışında bir estetik kazandırmış annesi ve babası ilk öğretmen olarak, onu hayata bakış açısını vermişler, o da onların yüzünü kara çıkarmamış, ona öğrettikleri gibi hayata bakmış…

“Alçalmaya gönüllü olmaktansa, alçakgönüllü olmayı tercih ederim.” diyecek ileri yıllarda geçmişine bakarken ve hayata bakışını bir cümle içinde özetleyecektir…  Alçakgönüllü olmuş, şöhretin doruklarında, ödüller aldığı ilk zamanlarda dahi…  Şımarmamış, kendini tanımış, çünkü o yetiştiği kültürü özümsemiş, kabul etmiş olduğu yaşamı değiştirmek için çaba sarf etmemiş, sadece kendisini korumayı ve hedefine ulaşmak için her türlü zorluğu aşmayı bilmiş…

Ömür Göksel hayatını değiştiren yol ayrımı bir okul arkadaşının şakası ile yeni yola ilk adımını atıyor, müzik alanında ilk ödülünü aldığında hayatının da çizgisi artık bellidir. O belli olan hayatının ilk adımlarını ise yurtdışı dönüşünde askerlik ocağında atacaktır. Askerliğe ilk adımını attığında kayıt sırasında sporcu olduğunu bildirmiş olmasına rağmen gazetelerdeki çıkan haberleri okumuş, müzik meraklı amirleri sayesinde sahne almaya başlar, askerliğini bitirdiğinde artık orada ki sesin İstanbul’a kadar ulaştığı ve bir çok müzik gurubu tarafından kendi orkestralarında şarkı söylemesi için davet altındadır. Sahne tecrübesini askerlikte almıştır ama bugün dahi sahneye çıkacak kadar amatör ruhu içinde heyecanlıdır, ilk sözü söyleyene kadar heyecanı devam eder.

Çocukluğunda ezberlemiş olduğu cebinde taşıdığı şarkı sözü olan kağıt parçaları onun alt yapısını oluşturmuştur, sahnede rahatlıkla söyleyeceği şarkılara yenilerini katacaktır zaman içinde, oradan elde birikimleri sayesinde sesine uygun yeni parçalar üretmeye de başlayacaktır. Annesine ve babasına okula gitmeden önce söylediği İtalyanca şarkının yerini binlerce değişik dilde şarkılar alacaktır… İlk göz ağrısı bugün dahi kulağındadır ama kendi yazdığı, bestelediği, Türkçeye kazandırdığı melodilere şarkı sözü yazarak sağlam adımlar ile hayatının çizgisinde emek harcayarak, alının terini mikrofonun üzerine bırakarak yol alacaktır… Kulaklarda farkı bir ses radyolar aracılığı ile geniş kitlelere ulaşırken, plaklar, sahneler, değişik orkestralar önünde bağırmadan, sesine uygun şarkıları seçip seyircisini yaratacak ve olgunlaştıracaktır…

Hayatın akışı kişinin elinde değildir, büyük sözler söylenir, kesin hedefler belirlenir ama kişinin dışında öyle bir girdap olur ki ister istemez her insan o girdabın rüzgarı ile savrulur, savulanların bir bölümü ağaç yaprağı gibi yere düşerken bir bölümünün akıbeti hakkında da bilgi sahibi dahi olamayız. Fırtına içinde, tozun toprağın arasında yok olup gitmiştir, mutlaka bir yerlerde toprak ile buluşacaktır ama gözlerden uzak. Hayata duruşunu açıklarken Mevlana’nın sözünü anımsatır “Yere düşen yaprağa bak, ibret al, o da eskiden toprağa yukarıdan bakardı.” O yukarıdan bakmadı hiçbir dostuna ve dinleyicisine…

Ömür Göksel, “gençlik doğanın eseridir, oysa yaşlılık bir sanat eseridir.” derken bugün ki kendi konumunda belirlenmiş oluyor, o “sanat eseridir.” çünkü o hayata üç saç ayağından bakıyor, “sevmek, düşünmek, gülmek”. Bu saç ayaklarından birini hayatı boyunca yalnız ya da eksik bırakmamıştır, o yüzden mutlu insandır, karşısında ki insanın, canlının değerini bilendir.

Yurtdışına gidiş, orada yerleşme ve orada sahne almalar ile bir anlamda gurbettedir ama gurbetin olduğu dönemde de İstanbul ile bağlantısını koparmaz. Çocuklarının okulu oradadır onlar okulu bitirene kadar da orada kalacaklardır. Çocuklar kendi hayat çizgilerini belirlediklerinde ülkeye dönüş artık daha gerçekçidir ve şan şöhretin zirvesindeyken yurtdışına gitmiş olan Göksel, uzun yıllar sonra yurduna dönecek ama onu eski bir arkadaşı karşılayacaktır. Ülke değişmiştir, yeni dinleyici kitlesi olmuştur, gözden uzak olunca yeni kuşak tanımadığı içinde gönlüne almamıştır. Eski ilişkiler değişmiştir, yeni ilişki ağı ve yeni bir düzen vardır ülkemizde. Yeni olana alışmak kolay değildir, alçak gönüllü bir şekilde yeniden ilişkiler kurmaya ve sahne almaya başlayacaktır. TV programları yapacak, sahne alacak, yeni kuşak ile de iletişime geçecektir, sesi ile dört kuşağı kucaklayacaktır, sabırlı ve ağır ağır adımlar ile yol aldığı sahne yaşamında.

Pınar Çekirge'nin yeni söyleşi kitabını okudum, bir nefes, bir ömür, bir nota peşinde koşan yorumcu sanatçı Ömür Göksel... Romantik, duygusal, incitmemek için kelimeleri cımbız ile seçen Pınar Çekirge'nin yeni kitabı pınar gibi akıyor, bir çırpıda elinizden bırakmadan okuyorsunuz. Bölümler arasında resimler ile desteklenmiş, her bölümün başında QR kodu yer almakta ve eğer elinizde QR kodu okuyucusu varsa sizi bir birinden güzel sürprizler karşılayacaktır. (QR kodu okuyucusu olmayanlar korkamasın, youtube adresi de mevcut)... Kitabın kapağında “cebimde saklı şarkılar demiş alt başlığına, ben de saklı olanı merak ettim, Pınar Çekirge kadar şanslı olmadığım için youtube kanallarında buldum, insanın içine, ruhuna, kalbi titreten kendi ritmine ayak uyduran şarkıları ve o muhteşem yorumlayanın sesi… Ömür Göksel, içten sorulan sorulara içten yanıtlar vermiş, başarının altında ki sırları kitabın değişik sayalarına yayarak vermiş, elbette almak isteyen o mesajların içinden o güzel öğütleri alacak ve kendi ömrüne rehber edecektir diye düşünüyorum…

Çocukluğunda cebinde para yerine şarkı sözleri taşıyan Ömür Göksel, popüler olmak yerine sanatçı olmayı seçmiş ve sanatından taviz vermeden bugünlerde radyo programları yaparak dinleyicisi ile buluşmaya devam etmektedir, elbette canlı olarak söylediği müzikleri ile seyircisinin göz bebeklerine bakarak sahne almaya devam ediyor… Popüler olmak bugünlerde bir gün içinde değişen periyotlara kadar indi, o akılda kalmayan ve popüler olanı seçmedi, kalıcı, kalbe, akla ve zamana seslendiği şarkıları bizim ile buluşturdu, buluşturmaya da devam etmektedir, iyi ki bu dünyada Ömür Göksel sanatçı olmayı seçti, kalıcı olarak beynimize, kalbimize ve müzik tarihinde ki onurlu yerini aldı…

Pınar Çekirge her zaman yaptığı gibi dikkatli, ince ince araştırmış, sadece gazete kupürleri ile kalmamış, eski dostlarını ve kadim arkadaşlarını da bulmuş, sormuş, soruşturmuş ve her sorusunun içine bilgisini ve tecrübesini katmış… Okuması rahat ve içten bir kitap olmuş, okudum, ben keyif aldım, siz de alacağınızı düşünüyorum… Hem bir sanatçıyı hem de tecrübelerinin bize bıraktığı birikimi bulacaksınız. İnsanlık tarihi birikimdir, bu anlamda yararlandım, çünkü paylaşıldıkça bikrimin bir anlamı olur…

İsmail Cem Özkan

Cebimde Saklı Şarkılar
Ömür Göksel İle Nehir Söyleşi
Pınar Çekirge
Ceres Yayınları, Ararlık 2019, İstanbul
ISBN: 978-625-7023-07-8


21 Ocak 2020 Salı

Tarla Kuşuydu Juliet


Tarla Kuşuydu Juliet

Mutfak’ta bir kadın ve bir erkek yemek yapmaktadır, seyirci yerlerini alırken salonu yemek kokusu sarmakta, sessizce oyuncular seyircileri gözlemlemektedir… Sahnenin yarısına yakın bir bölümde ise sahne vardır, gitar, davul, org gibi aletler dört kişin sığacağı bir alan mevcut. Sahne iki ayrı bölümden oluşmakta, seyircilerin bir bölümü her zaman olduğu gibi salon ışık altındayken ve henüz uyarı gelmemişken sahneyi fotoğrafını çekiyorlar…

Engin Alkan yine aynı oyun ile ama oyuncuları değişik bir yeni yorum ile sahnededir. Anladığım kadarı ile matematikte kullanılan olasılık kavramını sahneye uyarlıyor. Bir senaryonun kaç değişik biçimde sahneye ve değişik oyuncular ile uyarlanır ve yeniden yaratılır? Çünkü her tiyatro eseri yönetmenin elinde yeniden hayat bulur ve yeniden yorumlanır… Engin Alkan hem yönetmen, hem oyuncu, hem müzisyen, hem müzik aleti çalan hem de dramaturg.

Deniz Çakır bu sefer Engin Alkan’ın yanında yer alan oyuncudur. O da hem oyuncu hem de müzik aleti çalan konumundadır, diğer oyuncu ve müzisyenler Fatih Al, Mert Şişmanlar gibi. Elbette Deniz Çakır engin Alkan gibi değişik rollerde daha fazla sahnede kalacaktır, fakat her oyuncu sahnede kaldığı süre içinde hem rollerine yeni yorumlar katarken hem de sanki doğaçlama yapıyormuş gibi oyunlarına doğallık katmaktadırlar. Her oyuncu fırsatını bulduğu an seyirci ile iletişme geçip onlar ile küçük diyaloglara girmektedir.

Dekor oyunun can damardır, hem öykünün akışı hem de oyuncuların hareket alanı için en ince ayrıntısına göre düşünülmesi ve yerleşik sahnede oyun oynamayan ve sürekli sahne değiştiren tiyatrolar için her türlü olasılık hesaplaması olan dinamik bir tasarım yapmak zorunludur… bu oyunda sahne iki alana bölünürken oyunun kurgusu masanın etrafında geçmektedir. Masa uzun ve ada şeklindedir… Masanın arka fonunda fırın, dolap kapısı, duvardan oluşmaktadır… Su ya da doğalgaz borusu duvarı kucaklamış şekildedir…

Masanın yanda bir dört kişilik sahne yer almaktadır. Gitar, bateri, org, klozet… Ses düzenin olmazsa olmazı mikrofon… Bölüm geçişleri bu bölümde sahnede yer alanların yeteneklerinin gösterdiği ve oyuna dair yapılan müzikli göndermelerin olduğu alandır… Her oyuncu bir şekilde her aleti çaldığını dönüşüm içinde gösterecektir.

Tarla kuşuydu Juliet
gezip tarlada biraz uçtu
sonra Romeo'nun kafasına pisledi
ve gitti başka bir tarlaya kondu

Oyunun konusunu William Shakespeare ünlü eseri Romeo ve Juliet’tin devamı niteliğindedir. Eğer diye başlayan cümle kurmak yerine intihar sonrası kurtulanların yaşadığı ve üzerinden 30 yıl bir düre geçtikten sonra onların hayatına, yaşam alanı olan mutfaklarına uzaktan bir bakış söz konusudur… Eleştiri mizahın incelikleri içinde yapılır, öncelikle ad ile başlanır, çünkü neden erkek ismi öndedir, günümüzde “first lady” anlayışı hakimdir, kadın ismi önce yazılır, bu düzlemde zamanın anlayışına ince göndermeler ile günümüzün anlayışının ve bakış açısının çelişkileri de vurgulanır. Kadın erkek ilişkisi, evlilik ve aile yapısı ve mutlu ve mutsuzluğun getirmiş olduğu arayışlar…

“Bulutların üzerinde insanı gezdiren aşk nasıl olur da böyle bir hâle gelir?” sorusuna aranan yanıt içindeki bakış açısı içinde mutsuzluğun nedenleri işlenirken kutsal olan da mizahın dilinden nasibini alır. Katolik anlayışı içinde evlilik bakışı sorgulanırken papazın beklentileri, kadına karşı duruşunu da sahnede kahkahalar arasında izledik. Elbette kadın erkek ilişkisi olunca konu 18 yaş altı için pek hoş karşılanmayan davranış ve cümlelerinde sahnede olmazsa olmazı olacaktır, göze hoş gelen ve iteklemeyen bir ince eleştiri konusu içinde salonda bulunan çocuklara da gönderme yapılarak seyirci ile hoş bir diyalog kurulur… Peki, Shakespeare kendi oyunu üzerine yapılan bu eleştirilere karşı savunmada olmayacak mı, o kadar içten çağrılınca mezarında fır fır dönen Shakespeare sahnede ki yerini alacaktır. Shakespeare elbette seyirci ile iletişime geçip kendisine yapılan eleştirileri sorgular, sorgu sadece seyirci ile değildir elbette kendi yarattığı kahramanları ile de yapılır…

Oyuna adını veren tarla kuşu ve bülbül tartışması yapılır ama kazanan olmaz, çünkü oyunun içinde ki kahramanları hiçbir zaman kazananı ve de kaybedeni olmayacak, tiyatro kazanacaktır. Kazanan bizler olduk, çünkü başka bir yorum ile yeniden sahneye taşıyan, yeniden yorumlayan ve seyirci ile buluşturan Engin Alkan ve oyunda emeği geçenlerin özverisi sonucu…

Elbette fazla reklama ihtiyacı olmadan seyircini salonlara çekecektir oyun… Tiyatromuz en karanlık zamanında karanlığın içinde ışık ile sahnesini aydınlatmaya devam ediyor… Seyircisini bekliyor, umarım salonlara yeni seyircileri çeker ve tiyatronun seyircisi biraz da olsa artar…

Bu arada kısa değinmeden geçemeyeceğim, çünkü popüler dizi oyuncuları bir bir tiyatro sahnelerinde yerlerini almaya başladılar, elbette bunda etkili olan yeni büyük salonların ticari hizmete açılmış olması yatmaktadır. Salonlar açıldı ama o büyük salonları oda tiyatrosu sanatçıları (popüler olmadıkları, her tv ekranında gözükmedikleri için) istenilen seyirciyi toplayamayacaktır, bir dönem sinema sanatçıların gazinoları kurtarmak için gazino sahnelerinde yerini alması gibi bu sefer de dizi oyuncuları oyunlarda yerlerini almaya başladı, umarım sinema sanatçılarının yaşadıkları hayal kırıklıklarını yaşamazlar…

Sahneler her kendisine güvenene açıktır, yeter ki usta çırak ya da okullu bir eğitimden/öğretimden geçmiş olsunlar, çünkü sahne kamera arkası oyunculuk gibi değildir, “stop” diyen olmaz seyirci önünde…

İsmail Cem Özkan



Tarla Kuşuydu Juliet

Yazar: Ephraim Kishon
Çevirmen: Hale Kuntay
Yönetmen: Engin Alkan
Yönetmen Yardımcısı: Gizem Ertürk
Yönetmen Yardımcısı: Nihan Ekitöz
Dekor Tasarım: Cihan Aşar
Kostüm Tasarım: Nihal Kaplangı
Müzik: Murat Bavli
Asistan: Dilara Ük
Asistan: Mert Marankoz
Oyuncular: Deniz Çakır, Engin Alkan, Fatih Al, Mert Şişmanlar


19 Ocak 2020 Pazar

Kazaen (Beyoğlu'nda Çarpışmalar)


Kazaen (Beyoğlu'nda Çarpışmalar)

Beyoğlu denilince İstiklal Caddesi ve insan seli akla gelir. İnsanın olduğu yerde gürültü, karmaşık ses çöplüğü de sizi ister istemez karşılar. Eğlence mekanlarından dışarıya taşan ses, sokakta ki insanı da sarar ve kalabalık içinde sizi cadde boyunca savurur. O kalabalığın içinde tesadüfi karşılamalar, hiç beklemediğiniz anda omuzunuza çarpan başka bir omuz ve bir anlık kızgın bakışın aynı hızda dağıldığına farkına varmadan şahitlik edersiniz…

İstiklal Caddesi aynı zamanda küçük bir dünyadır, ülkemizin tüm renkleri yanında dünyanın renkleri de kalabalığın içindedir, her rengin, her dilin, her acının, mutluğunun kucaklamasıdır… Yasakların kalabalık içinde yok olduğu, kendisini göstermek isteyenlerin görünmez olduğu aynı zamanda görünür olduğunu da şaşkınlık içinde farkına varırsınız…

İstiklal caddesinde sadece insanlar mı çarpışır, elbette değil ülkemizin kısa tarihi de çarpışır, tüm çelişkileri ile cadde üzerinde ki binaların duvarlarına işlenmiştir. Tarih kendisini sessizce hissettirir…

İstiklal Caddesi sadece bir cadde değildir aynı zamanda 6-7 Eylül Pogromu, canlı bomba ile yapılan katliam, tinerci çocukların öldürdüğü insanlar, dolandırıcılar, dolandırılan insanlar…

Cumartesi Anneleri kayıp çocuklarını aramak için Galatasaray Lisesi önünde ki meydanda yer alan “Ellinci Yıl Anıtı” önünde toprak altında kalanları ararken, cumhuriyetin göğe uzanan zamanı da rakamların arkasından yukarıya doğru uzanır. O uzanan çizgi acının haykırışını da meydana hakim kılar…

O meydanın etrafında kalabalık içinde karşılaşmalar, çarpışmalar ve bir günlük hikayenin anın kesitidir bir anlamda izlediğim oyun…

Tramvayın demir yolunun kollara ayrılıp tekrar tek hatlı olduğu noktadır meydanın başlangıcı, hem ayrım vardır hem de birleşme. Salona ilk girdiğimiz anda demir yolunun bu birleşip ayrışması karşılar bizi. Yerde demir yolu vardır, sahnenin arkasına doğru sandalyeler. Karanlık ışık ile delinirken göçmen kuşlarının birbirini takip eden sıralaması gibi sandalyeler sıralanmış ve her sandalyede kendi öyküsünü üzerinde taşıyan oyuncular vardır.

Seyirciye en yakın sandalyede tedirgin, yalnız bir kadın vardır. Üniversite sınavını kazanıp okumak için Güneydoğu'dan yeni gelen Kürt kızı Dilan’dır (Gamze İpek). Üzerinde geldiği yerin rengi vardır, tedirgindir ve bilmediği yerde yalnızlığın ürkekliği vardır. Onun hemen yanında Rengin (Zeynep Özden) bulunmaktadır. Üzerinde ki kıyafete bakarak ve makyajı bize marjinal ve anarşist bir duruşu olduğunu hissettirir. Siyah renk hakimdir göz kenarları siyahın hakim olduğu makyaj vardır. Rengin’in hemen biraz arkasında Beyoğlu'nun arka sokaklarında bir pavyonda şarkıcı olarak çalışan Sevda (Bahar Karaoğlu) bulunmaktadır, onun işaret ettiği arkada ayakta duran belalısı pavyon koruması Trakyalı Kenan (İlker Yiğen). Arkaya doğru sandalyede oturan edebiyat araştırmacısı-akademisyen Berna (Nesrin Kazankaya) ve en arkada ki masada oturan yazar Kutay (Mehmet Aslan) bulunmaktadır. Ve her biri bir şekilde Beyoğlu’nda karşılaşacak ve ortak bir anı yaşayacaklarını ışıkların sahneyi aydınlatması ve sahneye yerleşimi ile ilk mesajını verir.

Oyuncuların kostümleri ve sahnedeki konumları İstiklal Caddesinin kalabalığından alınan bir kesittir. Alınan ve tercih edilen bu kesit Beyoğlu’nun bir yönünü bize ayna olarak yansıtacaktır. Yakın tarihimiz içinde belki bir yüzleşme ile karılacağız hissi oluşuyor hemen, sanırım beklentim çok yüksek!…

Işık; dekor ve kostümün ilk fısıltısına katkı sunar ve sesin kulağımıza ulaşan karmaşası ile bize bir şeyleri anlatmaya başlayacaktır… Caddenin gürültüsü kulaklarımızdadır, seçilen müzik bizi yüksek tempolu bir oyunun ritmi içine davet etmektedir.

Kaos içinde kaosun yaratmış olduğu trajik komik olayların içine seyirciyi davet etmektedir, oyuncuların şehrin kargaşasında cep telefonu ile konuşurken…

Sahne düzenlemesi sade ve işlevseldir. Dekor oyunun hızına ayak uyduracaktır, dinamiktir ve değişim caddenin kalabalık hızına ayak uydurmuş şeklindedir…

İstiklal Caddesi her daim dinamik ve hareketlidir, oyunda o hızın küçük bir yansıması olarak hızlı ve dinamiktir, koşan, çarpışan, insanlar gürültünün içindedir, kulağımızı bir ana ve bir grubun içine yoğunlaştırdığımızda anlaşır olmakta, her gürültünün içinde başka bir trajedi, komedi, dram iç içe geçtiğini görür ve hissederiz. Oyun bir anın kesitini gösterir, büyüteç elimizdedir, sahnede olanları mercek altından bakıyoruz.

Cumartesi Anneleri ve onların dramı, dolaylı olarak oyunun içine yansır, üniversiteyi yeni kazanmış ve duyduğu yerleri görmeye gelen ürkek bir ceylanın ya da yaralı bir güvercinin tedirginliği içinde. Kürt sorunu içinde doğduğu coğrafyanın ona yüklemiş olduğu sorumluluk onu taraf olmak zorunda bırakmış. Ailenin çocuklarından biri dağlarda toprağa düşmüştür. Dilan; yaralıdır, öfkelidir ama öfkesi ananın ağıdında saklıdır.

Cumartesi Anneleri eylemi sonrası polis operasyon yapmış bir gurup insanı göz altına almıştır. Karakolun hücresinde Dilan tek başınadır, biraz sonra gözü alışınca yanında Rengin’de bulunmaktadır. Dilan Rengin ile İstiklal Caddesinde karşılaşmıştır, bir birinin istemlerini anlamamış ve kısa sürede ayrılmışlardır. O karşılaşmada Rengin ne istediğini ve beklentisini açıklar, aradığı şey uyuşturucudur ama Dilan uyuşturucusu satıcısı değil, o ürkek ve tedirgin bir öğrencidir. Rengin’in ihtiyacı olan uyuşturucu ile ilişkisi yoktur. O elinde Cumartesi Annelerinin o hafta kaybedilmiş olanı anlatan bir bildiri vardır. Kürdtür, elinde bildiri vardır, işi zordur ve işkence ve kaba dayaktan sonra hücrede çaresizce başına gelecekleri beklemektedir. Rengin, boşanmış bir ailenin kızıdır ve babası profesördür. Kızının gözaltına alınmasına alışıktır. Rengin babasından Dilan’ı da kurtarması için yardım talebinde bulunur… Dilan’ın kaderi artık belirsiz değildir… onlar hücredeyken, şarkıcı, bodyguard ve yazarda gelir. Yazar yaralıdır, kan kaybetmektedir. Rengin’in zulada olan cep telefonu ile yazarın kız arkadaşına ulaşılır…

Rengin, uyuşturucu bağımlısı ve Virginia Woolf'un etkisinde kalmış bir genç ama yaşlanmış bir kadın görünümündedir. Sokakların tiner çeken gençlerden olmayan elit bir ailenin yani babası ve annesi üst gelir seviyesinden olan bir boşanmış ya da parçalanmış ailenin parçalanmış çocuğudur… Kafasında sorular vardır ve sorulara yanıt bulamamaktadır. Bir iki dönem ders aldığı edebiyat alanında yetkin öğretim üyesini tesadüfen kahvede karşılaşır ve ona yöneltir sorularını ama elin tersi ile öteye iteklenir.

Öğretim elemanı ise aynı anda başka sorun içinde yaşamaktadır, erkek arkadaşı özel yaşamlarını kendi yazdığı romanına aktarmıştır, o onun bir deneği konumuna indirildiğini düşünmektedir. Denek olmanın hayal kırıklığı ve özel olanın kamuya açılması rahatsızlığı içindedir. Aynı zamanda kendi öğrencisi ile aldatmıştır yazar.

Ünlü yazar, aldatmanın ve çatışmanın ortasında hiçbir şey olmamış gibi kız arkadaşı ile iletişimi koparmama derdindedir ama yeni romanı içinde başka alanlara açılma arayışı içindedir. Yeni alanı pavyonun ışıltılı dünyasıdır. Orada şarkı söyleyenlerin yaşamına mercek ile bakmak istemektedir ama korku vardır içinde, korkusunu aşıp oraya gitmek için cesaretlenecek biri yani eski kız arkadaşı / eşi ile konuşmak istemektedir. İç içe geçmiş yaşamlar, bir an gelir yüzleşmeyi kaçınılmaz kılar…

Pavyonda çalışan ses eğitimi almamış yerel bir popüler sanatın içinde kendisine yer arayan bir kadın ve kendisini koruması ve yolunda oluşacak engelleri aşacak bir bodyguard ile olan çatışmalı ilişkisi. Güçsüzlüğünü kas gücü olan biri ile aşma çabası… Birbiri ile bağlantılı ama bağımsız bir birey olamayacak zorunlu ilişkiler... Korku, endişe, çaresizlik… Kıskançlık ve erk gücüne karşı boyun eğiş, arkasından küfür ile rahatlama…

Olayların döngüsü bir karakolda yüzleşmeye dönüşür, mutlu sona doğru geçişin başlangıcıdır. Trajedinin komik olma anıdır belki de.

Olayların döngüsü, akışı ister istemez dramaturgi çalışmasını gerektirmektedir. Başarılı bir şekilde de gerçekleştiğini izlediğim oyunda hissettim, çünkü oyuna dışarından bakan ve eklemler ile oyunun dinamiği yazarında hayal dünyasını genişleten boyuttadır.
Oyunun felsefi boyutu da vardır, sorun yumakları içinde göndermeler ve edebiyat dünyasının içinde birbirinden bağımsız çalışmaları da bu karmaşanın içinde yer almasını isterken tarih akışı bir bütünlük içinde hepimizin ve anımızı etkilediği yönünde de bir mesajı içinde taşır, taşımakla kalmaz altı çizilir. Ulysses romanı ile Woolf’un yazdığı yazılar üzerinden bir karşılaştırma yapılırken, Odysseia ile batı dünyasının temeline kadar uzanılır. İstiklal caddesi batın dünyanın camekanı gibidir ve o camekanın bir kesitinde her farklı düşüncenin birleşmesi ve ayrışması vardır. Çatışma ve tesadüfi karşılaşmalar bir kaosun içinde ayrı bir dünyanın var olduğunu haykırır…

Oyun iki perdeden oluşmaktadır, birinci perdenin başlangıcına uygun bir sahne düzenlemesi ile ışıklar kapanacak ve alkış oyunculara ulaşacaktır. En son selamlama bize anlatılan bizim öykümüzdür. Oyuncuların tek tek başarısı, sahne içinde rollerinin gerekliliğini yerine getirirken zaman zaman göz yaşlarına, zaman zaman kahkaha, zaman zaman düşüncelere dalıp eski Türk filmlerinin duygu yoğunluğu içinde kalacaksınız… ben oyunu bütünü içinde aksayan bir taraf görmedim, emeği geçen her bir çalışanın başarısını alkışlar zaten ifade ettiğini gördüm. Fırsatı olanların kaçırmaması gereken bir oyun, burada geçmişte izlemiş olup da oyunu ilk hali ile anımsayanlarında tekrar gidip izlemlerini arzularım, çünkü oyun zaman içinde eklenen, çıkarılan anlar ve oyuncuların kendilerine biçilen rolü daha da içselleştirdiklerinden daha cana yakın, ana daha uygun bir şekilde yaşayarak oynadıklarını görecekler. Dilan, Sevda ve Rengin karakterlerinin performansı benim izleğim anda öne çıktı… Ana karakter yazar ve edebiyat öğretmeni daha bir geride, olayları yönlendiren ve akışın hızını belirleyen konumdadır. Trakyalı Kenan gerek konuşma, gerek mimik ve vücut dili ile oyunun geçişlerinde katkısı benim gördüğüm anlarda muhteşemdi. Arkada gölgede kalmış gibi gözükebilir ama aslında ön tarafta ve dikkat çekmektedir. Her bir oyuncu diğer oyuncunun oyunculuğuna sahne üzerinde verdiği destek ve katkı oyunun bu kadar başarılı olmasını ortaya çıkarmış… Elbette yazar ve öğretim üyesi karakterleri üzerinde fazla söze gerek yok, gerek ses, vücut dili ile zaten ortada… Sonuç olarak dayanışma, ışık, dekor, kıyafet, müzik… Bir tiyatro şöleni ve tiyatroya ilgi duyanlar için okul işlevini görmektedir…

İsmail Cem Özkan


Kazaen (Beyoğlu'nda Çarpışmalar)
Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya
Dramaturgi: Şafak Eruyar
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor-Kostüm: Nilüfer Moayeri
Yön.Yrd: Zeynep Özden

Oynayanlar:
Mehmet Aslan
Nesrin Kazankaya
Zeynep Özden
İlker Yiğen
Bahar Karaoğlu
Gamze İpek

Asistanlar:
Evrim Artut
Gökçe Burcu Zümrüt