23 Mart 2017 Perşembe

Karıncalar – Bir Savaş Vardı

Karıncalar – Bir Savaş Vardı

Dünyanın merkezi neresidir derseniz, canınızın acıdığı yerdir. O yüzden dünyanın merkezi kişiden kişiye değişir, üstelik bilmem kaç milyon mayının döşeli olduğu dünyamızda, savaşların bu kadar çılgınca yaygınlaştığı, ölümlerin sıradanlaştığı zaman diliminde dünyanın merkezi her saniye değişmektedir. Çünkü her an bir yerde savaş nedeni ile ya da savaştan dolayı bir insan ölmektedir ve bu ölümler hiç durmadan yaşanmaktadır.

Barışın bu kadar yok sayıldığı başka zamanlar olmuş mudur bilemiyorum ama kürselleşen dünyamızda ölümlerde küreselleşmiştir. Çünkü çıkarlar küreseldir ve çatışan çıkarların sonucu olarak savaşlar yaşam kalitesi düşen kapitalist ülkelerin vatandaşlarına daha iyi yaşam, burjuvazisine daha lüks yaşam sunmak adına üçüncü dünya ülkeleri birer birer savaş alanına döndürüldü. Barış, Ortadoğu liderlerinin hükmettiği ülkelerde yasaklanması gereken bir kelimedir…

Savaş içine düşmüş ülkelerin insanları bilmedikleri çıkarlar için, kim adına savaştıklarının öneminin kalktığı bir kaosun içinde girdaba kapılmış bir yaprak gibi savrulmaktadır. Gelecek kaygısının yerini yaşama kaygısı aldığı bir ülkenin insanı için ne gelişme, ne uzaydaki yeni keşfedilen gezegenler veya sistemlerinin hiçbir önemi yoktur. Savaşın olduğu yerde yaşayanlar için gökyüzünde kaç milyon yıldızın göz kırptığını düşünecek ve görecek ne gözleri vardır ne de beyinleri. Onları sarmalayan duyguların içinde akıldan yoksun yaşama mücadelesini içgüdülerine dayanarak yapmaktadır.

Boris Vian’ın ‘Karıncalar’ öyküsü ile John Steinbeck’in ‘Bir Savaş Vardı’ romanından Gökhan Aktemur’un uyarladığı bir oyun Karıncalar – Bir Savaş Vardı adı altında sahnelerde yaşam buldu. Mert Turak’ın hayat verdiği oyun savaşın en acımasız yüzünü seyircinin yüzüne tokat gibi vurmaktadır. Karamizah dilinin o keskin imgeleri altında seyirci soğuk bir salonda daha da üşümektedir, çünkü oyunun trajedisi oyuncunun sesinde hayat bulurken, sahnenin dekoru sesin daha keskin olarak seyirciye ulaşmasına olanak sunmaktadır.

Bir gemidedir, yalnızdır. Sevgilisinden uzakta bir bilinmeze doğru gitmektedir. Sevgilisinin adı Jakyln’dir. Ona yazdığı mektup ve günlük… Her anını duygusu ile sevgilinse seslenmektedir. Birde birlikte omuz omuza askerlik yaptığı arkadaşları vardır, onlar sahnede yerlerini almazlar, çünkü oyun bir anlamda günlüğün okunmasıdır. Günlüğü okuyan onları ses tonlarını değiştirerek canlandırır. Omuz omuza askerlik yaptığı iki arkadaşı bize savaşın yaratmış olduğu çirkinlik içinde nasıl bir birleri ile dayanışma içinde oldukları ve ortak kaderlerin getirmiş olduğu seçimsiz koşulları altında birlikte zora karşı direnişine şahitlik ederiz. En kötü koşullar altında insan gülmek ister ve onun için ortam yaratır. Azman ve Çapkın adında iki arkadaşı ile yaşadıkları trajik komiktir. Ölüm onları ayırana kadar ortak düş göreceklerdir, savaşsız ve sevgilileri ile sevdikleri ile birlikte yaşamak… ve esir düşmüş askerlerin arasına katılıp firar etmeye çalışan bir er, esir sayılarak limandan ayrılan gemi, kısa bir süre sonra boş olarak dönmesi. İçinde arkadaşları yoktur, çünkü esirler ile birlikte denizin ortasında vurulup balıklara yem olarak sunulmuştur. Kitle katliamının hiçbir kural tanımadığı bir alandır savaş… Birçok ülkede savaş sırasında işlene suçları suç olmaktan çıkarmıştır. Sahnede yaratılan gerçeklik yaşanan gerçekliğe bir göndermedir, göndermenin ötesindedir aslında…

Savaşın insan üzerine yarattığı tahribatı zaman ilerledikçe daha iyi idrak ederiz, çünkü yaşanan ile kitaplarda anlatılan destanlar arasında büyük fark vardır. Savaşı en iyi tutulan günlükler anlatır, elbette yeniden cümleler yaratılmadığı sürece...

Bu korkunç gelişmelerin içinde bir gün kahramanımıza gizli bir görev verilir, günün ilk ışıkları içinde hareket eden grup bilinmeze doğru cephenin ön tarafına doğru gider… Tanımadığı ama omuz omuza çarpışacağı erler ile birlikte bir jeep’in içinde… Korkulan olur, her yerden ateş açılır ve dumanlar içinde kalır, uçan kollar, ayaklar… Altında kan yağmurunun ve barut kokusunun altında… Kaçmak, uzaklaşmak, sevgilisine kavuşmak… Hayata geçirir, kargaşanın içinde firar eder, özgürlüğe doğru!

Firar eder ama bir mayın tarlası içinde olduğunun farkında bile değildir, en yakın köye ulaşmak için çıktığı yolculuk bir mayının üstüne basması ile son bulur… Bir ses gelir, durur... Ona öğretilen mayının üstündedir ve hareket etmesi patlaması anlamına gelir… Sabit kalacaktır…

“Burada ne kadar kalırım, bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, artık ben seni bekliyorum!…” diye haykırır, çaresizdir çünkü… kımıldamadan yanında yaşamın akışını izler. Düşman uçağı üzerinden alçaktan uçar, arkadaşı gelir… Ona fasulye filizini verir… Elinde bir filiz ile yaşamı simgeler… Bir de kendisi üzerine doğru çıkan karıncalar… Karıncalar onun her yerini sarar ama o orada yaşama, anına ve geleceğe bakışını ironiler içinde anlatır… yağmur yağar altında ki toprak kayara, ama o mayının üstünde kımıldamadan durmak zorundadır…

Acıya mizah katılmış, kurgulanan gerçeklik sahnede bize ulaştı…

Tek kişilik oyunlar şüphesiz ciddi bir cesaret işi… Her aksilik karşısında tek başınıza olmanız, hızla karar verip durumu kotarmanız, aynı zamanda belirli bir uyumu ve tempoyu tek başınıza oyun boyunca kontrol etmeniz şüphesiz gerekli… Üstelik sahnede yalnızlığınız karşısında çok fazla sığınacak bir yeriniz de yoktur… Sadece kendi aklınız ve yüreğiniz vardır… Turak’ın oyun boyunca yakaladığı ve başarıyla sürdürdüğü temposu metnin hızının ve geriliminin altında kalmayarak, seyirciyi de ayakta tutan bir serüvene dönüşüyor…

Sahne tasarımı, kullanılan müzik, ışık Mert Turak’ın başarısına büyük katkıları olmuş… Sahnede ki performansı, anlatılmak istenen mesajı iyi benimsemiş ve sahneden onu seyirciye ulaştırması açısından çok başarılı buldu. Video görüntüleri kullanılmış olsaydı daha da vurucu olur diye düşünüyorum, çünkü arkaya yansıya ışık ve tek görüntü çıkarma gemisi, sahil sadece söz ile anlatımda kalmış. Günümüzde bir çok teknik iç içe kullanılıyor, görsel efektler ile video görüntüsü zaman zaman arka perdeye zaman zaman öne kurulacak saydam bir perdeye yansıtılabilinirdi diye içimden geçirdim… Işık tasarım ve hayat veren gerçekten işini iyi yaptığını bu oyun sırasında gördüm, gerekli olan yerlere ışık verdi, sadece çatışma sahnesinde ışık özellikle yandan gelen led ışık benim gibi salonun köşesinde oturanın tam gözüne dokunması anlık olarak oyundan uzaklaştırdı beni… Ama her şeye rağmen başarılı bir ekip işi olarak karşımızda duruyor... Sahnede yaşananları ayakta alkışlayarak selam gönderdim tüm emeği geçenlere…

Oyundan bana kalan duygu, belki de yıllardır televizyonda haberlerde izlediğimiz, gazetede okuduğumuz “kahraman” askerlerin bizde yarattığı masalımsı etkisini sorgulamak ve “kahraman” olmak ya da “yaşamak” arasında seçme şansı verilse, bir askerin yapacağı seçimi, ikilemleri ve kendi içindeki savaşı görmemiz için uyarlanmıştır bu oyun.

Bu oyunu izleyin, savaşın insanoğluna neler yapabileceğini görmek ve anlamak için...

İsmail Cem Özkan


Karıncalar – Bir Savaş Vardı
Yazan: Borıs Vıan – John Steinbeck
Çeviren: Işıl Yüce – Ülkü Tamer
Yöneten: Ergun Üğlü
Uyarlayan: Gökhan Aktemur
Dramaturgi: Gökhan Aktemur
Oyuncu: Mert Turak
Sahne Tasarımı: Eylül Gürcan
Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan
Işık Tasarım: Mahmut Özdemir
Müzik: Tolga Çebi
Efekt: Erhan Aşar
Yönetmen Yardımcısı: Nazif Uğur Tan – Gözde İpek Köse – Gökhan Aktemur

22 Mart 2017 Çarşamba

Gündem değişirken…

Gündem değişirken…


Gündem değişirken neyi yazacağımızı ya da yazmayacağımızı hesaplar olduk, çünkü hem gündemin dışında hem de gündem yapıcılara hizmet etme korkusu var. Gündemi yapanlar belirli siyasi çıkarlar amaçlı algılar ile oynarlar, gerçek yaşanan gündemin dışında yaratılmış bir gündem vardır. Yaratılmış gündemler ise halkın iyiliğini düşünmez daha çok küçük bir çıkar grubunun daha fazla baskı yapma özgürlüğü hakkı içindir…

Ülkemizde özgürlükler her daim negatif anlamda gelişmiştir, tırnak ile kazılarak elde delen özgürlükler ise yaratılan gündemler içinde yok olmuştur. Şu anda ortaçağ da yaşayan bir insandan daha az özgürlüğe sahip konumundayız. Onlara göre daha fazla seyahat etme hakkına sahibiz ama seyahatlerimizde tamamı ile birilerin istediği gibi tüketim üzerinedir, o yüzden son yüzyıl içinde gerçek anlamda seyyah çıkmamış ama bol bol istihbaratçı ve bize sunulan bir seyyah öyküleri içinde önyargılarımızın oluşumuna katkı ya da güçlendirme adına yapılmıştır.

Ölüm her yerde insanları teslim alırken, özgürlükten, yaşamdan, doğadan yana olanların mücadeleleri her daim bize anarşist ve terörist kavramları ile birlikte sunulmuştur. Marjinal olmak demek küreselleşmeye karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. Kürselleşme her daim bize daha fazla özgürlük alanı açacağı olarak sunulurken geçmişte yaşayan bireylerden daha az özgür ve birey hakkına sahip olduk.

Seyahat özgürlüğü sadece paranın el değiştirmesi olarak algılanmış ve yapılan tüm geziler birer hiçbir zaman bakılmayacak fotoğraf albümü olarak önümüze gelmiştir. Hem gidilen yer hem de gidenin daha fazla tükettiği, geleneksel olanın yok edilerek ne olduğu belli olmayan bir küresel kültürün parçalayıcı özelliği ile karşılaştık. Şu anda dünyanın hangi büyük şehrine giderseniz gidin bir birine benzer reklam panoları ve alışveriş merkezlerinde aynı logolar ile karşılaşırsınız. İşte küreselleşme denen garip durum budur.

Komşular ile sıfır sorun için iktidara gelenler uzak komşularımız ile de sorunlu hale geldik... Nereden nereye diye bakarken ne kadar gerilere doğru düştüğümüzü, gündemimiz daha fazla özgürlük derken daha fazla özgürlükten beklentiler farklılıklar ortaya çıktı, çünkü iktidarı elinde bulunduranın özgürlüğü artarken ülkede yaşayanların özgürlükleri bir bir yok oldu.

Yıllar yılı acaba diyorum, dünyayı cahil liderler danışmanları aracılığı ile iktidar koltuğuna mı oturtuldular, bizler liderler ile kavga ederken aslında tüm sorumlular üzerilerinde ki örtü sayesinde parayı verenin çıkarına uygun mu yönlendirdiler bizleri? Kennedy suikastı ve sonrası gelen tüm dünya liderlerinin arkasında danışmanları bir çıkar kesimini temsil ettikleri ve emekli olunca lobi firması kurdukları düşünülürse... Parayı verene hizmette sınır olmayan yerde ne gerçekler ne de insanlık onuru söz konusu olur...

Demokrasinin olmazsa olmazı olarak gösterilen seçim sandıklarına hangi eğilimlerin girdiği ortada olmasına rağmen neyin çıkacağı konusu bu sistem altında her daim kuşkuları içinde barındırmıştır. Seçim sandıkları sihirbazların kutuları gibidir, giren kayboluyor, yerine başka şey çıkıyor...

Rezil insanları rezil etmek için boşuna uğraşmayın, onlar rezil olmazlar...

Fransız devrimini yapanlar henüz kapitalizm başlangıcındayken öngörüleri ve tespitleri bugüne de ışık tutmaktadır, çünkü onların başlangıçtaki tutumları katlanarak bugüne ulaşmıştır. Onlar; "Bugüne kadar imparatorluk, krallık veya parlamentarizm tarafından bize dayatılmış olan birlik akılsız, keyfi veya zahmetli bir merkeziyetçilikten başka bir şey değildir.
Paris’in istediği siyasal birlik, tüm yerel inisiyatiflerin gönüllü birliğiyle tüm bireysel enerjilerin mutluluk, özgürlük ve güvenlik gibi ortak amaçları göz önünde bulundurarak kendiliğinden ve özgür bir biçimde bir araya gelmesidir." 19 Nisan 1871, Paris Komünü

Paris kelimesini kaldırın biz olarak okuyun, bugün de bizim istemlerimiz ile örtüştüğünü görüyorsunuz. Yüz küsur yıldır istemlerimiz aynı kalmasını nasıl açıklayabiliriz? Kazanımlarımızı liberal ekonomi ile ulus devletini yok etmesi arasında ilişkiyi göz ardı etmememiz gereklidir, çünkü liberalizm bugün yaşadığımız tüm sorunların temelini oluşturan bir duruştan başka şey değildir.

İnsanlar duymak istediklerini duymak için toplantılara katılıyor... Panelistler de katılımcıları kırmıyor ve onların duymak istediklerini söylüyorlar... Toplantı sonucu aydınlanıp çıkan insanlar kafalarında var olan doğru ya da gerçeğin vermiş olduğu huzur ile kendilerine kanıt sunan orada sergilenen kitapları alıyorlar... Bu şekilde resmi gerçek yaygınlaşmış oluyor... Yalan, resmi ya da gayrı resmi olarak tüm toplumlarda yaratılan gerçek olarak varlığını doğru olarak sürdürüyor… Mikrofondan çıkan sesler gülük hayatımızı belirlemeye devam ediyor…

Kuş sesleri kaplamalı ülkemi, mikrofondan çıkan sesler değil...


İsmail Cem Özkan