19 Eylül 2008 Cuma

Krizi kriz ile yenmek!

Krizi kriz ile yenmek!

“Bu ülkede medya güvenilirliğini yitirmiştir, kendini bitirmiştir.” Bu sözü kim söylüyor? Basın kendisini bitirmişse burada sorumluluk kimin dersiniz?

Sorumluluk sahibi, sorumluluklarından kaçmak için bir kriz ortamı yaratıyor, çünkü dünyada başlamış olan kriz dalgası ülkesini vuracaktır ve kriz vurmadan bir an önce sorumluluktan kaçmak niyetindedir, çünkü krize karşı yapacağı fazla bir şey yoktur. Politikasız olunca ne yapacak?

Kriz yaratarak krizden kurtulmak!

Uzun zamandır uygulamaktadır bu politikayı ve başarıyı yakalamıştır! (Ülkemizde uzun zamandır ekonomik ve siyasi kriz sürmektedir, hatta bu durum kanıksanmış ve normal görülür hale gelmiştir.)

Krizi kriz ile yenmek!

Fakat gelen kriz öyle kolay yenilecek gibi değil, çünkü bu sefer dalga zemini de oynatmaktadır!

Amerika’da başlayan mali kriz derinleşecek, fakat bunun ilk dalgaları ülkemizin duvarlarında gerektiği kadar sarsıntıya yol açmayacaktır, fakat uzun zaman dilimi içinde derinden etkilenecektir. Bizim için esas kriz başka bir yerde yatmaktadır. Hemen yanımızda olan İran krizi gün geçtikçe yakınlaşmaktadır. İslam dünyası ve İran ile ilişkilere önem veren bir başbakan için işte korkulan gerçek burada yatmaktadır. Damadı için gidip kredi bulan ve kapı kapı çalan bir başbakan, damadına kredi verenlerin politikası ve çıkarları dışında bir adım atmak istemiyor olabilir. İran’a karşı yapılacak bir saldırı, var olan bütün politikalarının iflası anlamına geliyor.

İran saldırısı konusunda her türlü hazırlığı bitiren Amerika, geri sayımına devam etmektedir. Amerika bu geri sayımı büyük felaketler ve hava durumuna göre erteleyebilir, onun dışında planlarında bir sapmaya karşı sabırsızdır. Irak işgali sırasında bunu yaşadık. İşgalin kuzey sınırı belirsizliğe düştüğünde neler yaptığı ortadadır. Gerçi el altından bir çok şeyi istediği gibi yapmış ve yönlendirmiş olduğunu geçmiş zamanlarda öğrendik ama görüntüsel olarak da planında sapmaya karşı duyarlılığını korumaktadır.

İran saldırısı çevre ülkelerde tusunami etkisi göstereceği tahmin edilmektedir. Bu dalganın boyutu ekonomik ve siyasi sonuçları olacağını söylemek abartı olmasa gerek. Başbakan bu saldırıdan alacağı yarayı hiçbir şekilde telafi edemeyeceğini bilmektedir. O çevreye gösterdiği güvenirlilik yüzünü kaybedecektir. Verdiği sözler ve anlaşmalar buharlaşacağını hissetmektedir. Bu buharlaşma durumundan ancak ve ancak bir kriz ile kurtulacağını düşünmektedir. Krizin geniş kitlelere yayılmasını sağlayacak en önemli araçta medyadır. Geçmişte yaptığı gibi devletin olanaklarını medya üzerine göndererek istediği gibi bir düzenleme yapabilirdi, fakat bu krizden kısa zamanda çıkma anlamına geleceğini yaşayarak öğrenmiştir. Krizin biraz daha uzun olması onun işine gelmektedir. Karşılıklı olarak çıkarlar buna uygundur.

Krizi kiriz ile yönetmek büyük bir sanattır, fakat bunu yapmak için büyük bir tecrübe ve bilgi birikimine ihtiyaç vardır, o ihtiyaç duyulan şeyinde tarih sayfalarında hazır olduğunu söylemek abartı olmasa gerek!

Dünya yeni düzene girmektedir, ülkemizde kendine biçilen görevler ile o dünyada yerini alacaktır. İsmet İnönü yıllar önce ‘Yeni bir dünya kurulur, biz orada yer alırız.’ demekteydi, sözü haklı mı çıkıyor, ne dersiniz?

Dalga büyürken…

Dalga büyürken…

Almanya’da yeni bir dalga başlıyor, bu dalga hiç yabancı olmadığımız bir dalgadır. İkinci dünya savaşı öncesi, birinci dünya savaşı sonrası çıkan bir dalgadır. Aynı boyutta olmazsa da dalga, dalga dalga olarak gelirken büyümekte ve hiçbir zaman taraf dahi olmayanlarında, taraf olacağı bir döneme doğru geçiyoruz.

Almanya’da ve Avrupa’da Yahudiler normal vatandaşlık haklarını ve kimliklerini aldıktan sonra bin yılların getirmiş olduğu ezikliğin etkisi ile devlet kurumlarının her kademesinde ve yaşamın her alanında yer almak için müthiş bir mücadele vermişlerdir. Maliye bakanlığı gibi önemli bir göreve kadar ulaşmışlardır, çünkü Yahudilerin toprak alma ve işleme hakları olmadığından ticaret ile uğraşmışlar ve sermaye birikimi döneminde (sanayi devrimi sonrası) toprak sahiplerine göre avantajlı olmuşlardır. Çünkü toprak sahipleri böyle gelmiş böyle gider anlayışı içinde eski alışkanlıklarını korurken, yeni geleni hep küçümsemişlerdir. Sermeye birikimi bildiğimiz gibi ulus devlet sınırları içinde ve ulusal değerler ile olmuştur. Ulus kavramı homojendir ama Yahudiler bu homojen yapıyı bozandır. Getto’larda yaşayanlar artık şehirlerde yaşamaya başlamışlar ve belirli saatlerde evde olmak zorunda değildirler!

Gettolarda artık işçiler yaşamaktadırlar! Gettoların mimarisi benzeri fabrika yakınlarında işçi evleri olarak kurulmuştur. Gettolarda yaşayanlar zaman içinde dışarıdan gelenlere sıcak yaklaşmışlardır, çünkü onlar içinde yeni bir yaşamdır. Yeni yaşama uyum sağlama zordur, çünkü günde sadece sekiz saat uyur durumdadırlar, onun dışında çalışır haldeler. İşçi, fabrika yakınındaki evine sadece uyumaya gider olmuştur, zordur koşulları. O yüzden işçi mahalleri diğer mahallerden hemen ayrılır. Avrupa şehirlerine gittiğinizde işçilerin oturduğu semt ile şehirli vatandaşın oturduğu mahalleri hemen ayırırsınız. Getto adı ülkeye göre değişir olur. Şehir dışında uydu şehirler ve mahalleler kurulur. Yan yana gelenlerin emek mücadelesi yapması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü modern köleliliğe bir başkaldırıdır. Başkaldırı sırasında alın terinin rengi önemli değildir. Yahudi işçi ile alman işçi yan yanadır. Fakat bu yan yana durumu bir dalga gelene kadar sürer, çünkü alman ekonomisi zor günleri yaşamaktadır, işsizlik hat safhadadır. İşsizlik, iş kapma mücadelesinde arkadaşının üzerine basarak yapılan amansız bir mücadele gibidir, çünkü sokaklar işsizler ve açlar tarafından doldurulmuştur. Bir tabak yemek için kiliselerin önü doludur.

Alın terinin rengi yoktur ama alının rengi vardır! Bir de kanın rengi ortaya serildi, çünkü ulus devlet olmak için kanın önemi vardır, bütün propagandalar bu konu üzerine kuruludur. Üstün insan, üstün ırk! Alın terinin rengi yoktur iş yerinde ama sokakta vardır! Sokaklar hak alma mücadelesinden daha çok, iş kapma yarışı gibidir. Boşlukta olan insan bir ideale sarılır, o ideal ise gelmekte olandır! Düşman olmak ortak bir ruh olarak kine dönüşür, çünkü Yahudi bir maliye bakanı vardır! Zenginler Yahudi olarak gösterilir, Yahudi demek zengin demektir, fabrikada birlikte çalıştığı arkadaşı yoktur, zengin olarak gördüğü Yahudi vardır. O bir çorba bulamazken, Yahudi komşusu toktur! Hiç evine gitmemiştir ama anlatanlara inanmak istemiştir ve inanmıştır! Kin duymak toplumsal bir histeri olduğunda ne kadar büyük bir alev olduğuna tanık olacaktır, çünkü olaylar çok hızlı gelişir ve düşünülecek bile zaman yoktur. Yahudi okumuştur, roman yazarı, doktor, bir meslek sahibi olmuştur. Yahudi aile yemez, içmez okutur çocuğunu, çünkü kimliksiz yaşarken yaşadıklarını gelecek kuşak yaşasın istemez!

Almanca adı ‘hass’ duygusu bütün toplumu kucaklamaya başlar, bir ırkçı işçi partisi seçim ile iktidara gelir. İktidara gelen Hitler ilk yaptığı, meydanlara önce kitapları toplar ve yakar! Çünkü kitap yazanlar son dönemde Yahudilerdir!

Yahudiler büyük ibadethaneler açmıştır şehirlerde, şehirlerin katedralleri kadar gösterişlidir. Büyüktür, gelenekleri yansıtır. Büyük kubbeleri vardır, kubbelerin altında cemaat toplanır. Domuz yemezler, hayvanları sadece kendi inançlarına uygun kestikleri zaman yerler. Toplumun çoğunluğu gibi değildirler, onların günlük yaşamında farklılıklar vardır ve bu ulus devleti ütopyasında uygun değildir. Almanya’daki Yahudi düşmanlığı varda diğerlerinde yok mu? Elbette var ama Almanya gibi sonuç olmamıştır! Almanya’da devlet erki ile ve sistematik olarak planlı yapılmıştır. Diğer ülkelerde katliamlar olmuştur, istenmeyen ilan edilmişlerdir. Yeni vatandaş olanlar yeniden vatansız olma yolundadır.

İnsanlık bu süreci yaşayarak gördü. Milyonlarca insan nedenlerini bilmeden ölmüş ve öldürmüştür. Kin duygusunun toplumsal bir histeriye dönüşmesi çok hızlıdır ve orada mantık aramanın anlamı yoktur. En yakın arkadaşı, alının terinin ortak aktığı, birlikte emek mücadelesi verdiği arkadaşı bir gün düşman olarak görüp onu ihbar edebilir. Onun yok olmasını isterken, kendisine işyeri açacağını düşünmektedir belki. Sokakta aç kalmaktansa, komşudan olmaktır belki kin! Ulus devlet dediğimiz nedir ki, ortak benlik değil midir?

Almanya’da Köln şehrine yapılması planlanan cami ve sonrası gelişen olaylar. Küçük bir dalga olarak başlayan düşmanlık duygusunun daha da büyüyeceğini düşündüren olaylar yaşamaktayız. Son gelişen ‘Deniz Feneri Derneği’ davası ile sıradan bir almanın kafasında nasıl bir duygu seli yaratır? Üstelik işsizliğin bu kadar yükseldiği bir dönemde!

Kin beslenmeye başlandın mı, düşman olarak görülenleri de homojen olarak görülür. Düşmanın fakir, zengin olmuş, başka görüşleri varmış artık yoktur. Çünkü düşman yok edilmesi gerekendir ve ne düşündüğü, ne yaşadığı ve geçmişi, kültürü önemli değildir. Yok edilmesi gerekiyorsa yok edilir, nasıl yok edildiğini düşünmez kin tutan biri. Eğer bu devlet erki ile yapılırsa suç yoktur ortada, eğer yenilgi yaşamamışsa devlet!

16 Eylül 2008 Salı

Yeşil

Yeşil

Gece ayazı içine kadar işliyordu, otogarın her zamanki ses uğultusu içinde kaybolmadan, karanlığın getirmiş olduğu ayazın içine işlediğini hissediyordu.

Sigara dumanları arasında, gideceği yönün otobüsünü bekliyordu. Her ayrılık bir kopuşu simgeler. son kez bakıyordu geriye doğru. Otobüs gelmiş, çığırtkanın sesi kulağını tırmalıyordu. Eşyalarını bıraktı otobüse, sonra oturacağı koltuğa doğru yöneldi. Otobüsün orta taraflarında cama yakın olan koltuktu. “Her ayrılış tek başıma olmuştur” dedi kendi kendine söylenir gibi. Bu seferde tek gidiyordu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği şehirden.

Karanlıktı, karanlığın ayazı otobüsün içinde yoktu. Tüm yolcuların otobüste yerini aldığını elinde kağıt ile gelen firma yetkilisinden anlamıştı. Saydı ve ‘iyi yolculuklar!’ dedi. ‘Allaha emanet olun!’ diyerek indi otobüsten. Otobüs yola doğru çıkarken, otogarın görevlileri uğurluyordu. Pencereden uzatılan bir kağıt ve yolculuk başlamıştı.

Karanlığın içinde bir ışık süzmesiydi, yandan geçen araçların dışında. Etrafta olan ışıklar yok oluyor, yeniden başlıyordu. Küçük yerleşim yerlerin pır pır eden ışıklarını görürdü. Uzakta yanan bir ışık süzmesi oturduğu koltuğa sadece bir zerreciği düşüyordu. Otobüsün koridor ışıkları kapanmıştı. Yol uzundu, yolculuk otobüsün yolundan daha uzundu.

Karanlıktı, otobüsün içi sıcaktı. Dışarısının ayazı yoktu, içi ısınmıştı, geride bıraktığı geçmişi vardı. Bir kaç gün akşam öncesi arkadaşını ziyaret etmişti. Arkadaşının çocuğu ile oynamıştı, onun ile zaman geçirmekten mutluluk duyardı. Çocuk ile oynarken kapı acı acı çalmıştı. Kapıyı arkadaşı açmıştı, fısıltılı bir şeyler duyuldu dışarıdan, sonra içeriye geldi, “çıkmam gerek” dedi, “acil bir şey!”

Arkadaşı doktordu. Bu şehirde özel insanlardan biriydi, rahat ediyordu onun yanında. Aydın insanlar ile olmak ayrıcalıktı. Yoksa kahve dumanları arasında yok olabilmek içten bile değildi. Duman altı yaşamı değil, aydınlığı seçmişti. İnsana yakışan ilişkiler ve dostluklar.

Doktorun kapısı yirmi dört saat açıktır, her an acil durum çıkabilirdi. yaşam sabahı ve mesai saatini beklemezdi. Acil durum olduğunu söyledi ve çantası ile yola çıktı. Gecenin karanlığında doktoru yalnız göndermek istemeyen avukat arkadaşımda yanında yoldaş olacaktı.

Evde çocuğu uyutmak ile uğraşıyordu. Çocuk bu el bebek, gül bebek olarak büyücekti. Gözümüzün nuru, yarınımızın aydınlık yüzüydü. Çocuk yarının güneşi demektir.

“Evde arkadaşımın eşi ve ben kalmıştık. Kapıya bir an olsun bende gidip baktım, kimdi acil olarak çağıran. Yüzünü karanlığın içinde görmüştüm. Karanlıkta gözlük takan biriydi. Sanki gözlükleri güneş gözlüğü gibiydi, kirli sakallı ve üstü başı kirli olan biriydi. Bizim buranın insanı gibi ama buralı değildi. Karanlığın ayazı kapıdan içeriye girerken irkilmiştim. Hani derler ya ölüm rüzgarı beni sardı gibi hissettim. Korkmuştum ama korktuğumu belli etmeden içeriye doğru akmıştım.

Çocuğu sallamam lazımdı, uyuması gerekliydi. Çarşafın bir ucunda arkadaşımın eli, bir ucunda ben. Çocuk çarşafın ortasında olanlardan habersiz mutlu mutlu gülümsüyordu, uyku gözlerinde olmasına rağmen uyumuyordu. Annesi bir ninni söyledi, uyuması gerektiğini biliyordu ama uyumak istemiyordu o akşam. Babası dışarıya gitmişti, avukat amcası ile. Neden gittiğini bilmiyordu ama babası zaman zaman giderdi, sonra sabah uyurken yakalardı onu. Gözlerini yumduğunda bilemezdi gecenin çok uzun geçtiğini. “

O gece gidenlerden hiç haber gelmemişti. Bugünkü gibi cep telefonu yoktu. Nereye gitmişlerdi, ne olmuştu, neydi acil durum? Bilinmeze doğru gidişler olurdu eskiden, çünkü kimsenin yanında bugünkü teknoloji yoktu. Gecenin karanlığında en azından yalnız değildi, iki arkadaş belki acil durumdaki hastayı, hastaneye götürüp orada durumu belli olana kadar bekliyor olabilirlerdi. Hastaneyi aradı arkadaşının eşi, kendiside doktordu. Bilirdi acil işlerin zamanı olmaz. Müdahalenin zamanı yoktur. Santral düşmüştü, uyku sersemliği ile biri açmıştı teli, yoktu. Sormuştu birkaç yere, belki görmeden geldi diyerek ama yoktu. Koskoca hastanede yoktu. Ne avukat, ne doktor, ne de acil olan vatandaş.

“Kuşkular içten içe yemeye başlamıştı benliğimizi. Karanlık bir zamanda yaşıyorduk, karanlıktı her yer. Karanlıkta ölüm her yeri kuşatmıştı.”

Gece uzundu, ayaz dışarıda her yeri buza dönüştürüyordu. Bu havada dışarıda olmak zor olsa gerekti. Acil gittikleri içinde üstlerine bir şey almamışlardı. Üşürlerdi. Bozkırın havası geceleri soğuk yapar, gündüz yakarken. Bozkırdı. Bozkırın ortasında bir vaha olmuştu ama hala soğuktu. Gece soğukluğunu içimize işliyordu dantel dantel.

Gün aydınlanıyordu, kuşku içlerini yiyordu. Acile gidenlere acil bir durum mu gerekli olmuştu. Karakollar aranmaya başlanmıştı, hastane sürekli aranır olmuştu. Yoktular. Yok olmuşlardı karanlıkta. Karanlık içine gözlüklü ve kirli sakallı biri almıştı. Dışarıda başka bekleyenler var mıydı? Yoktular. Sabahın ilk ışıkları yeryüzünü kucakladığında, soğun ağır ağır kırıldığı anda bile yoktular. Yoktular ve sesleri dahi yoktu.

Beklemek en büyük işkencedir. Beklerken insan büyük acı duyar.

“Acı yüreğimizi sıkıştırıyordu. Gelmeleri gerekliydiler ve yoktular.”

Bildikleri tüm adresleri aradılar, yoktular. Koskoca şehirde yok olmuşlardı. Karanlık zamanda yok olmanın anlamını biliyorlardı.

Acı acı bir tel sesi ile irkilmişlerdi, bir ses umut olabilirdi. Ses gelmişti ama ses kendisini ‘Yeşil’ olarak tanıtmış ve gidenlerin Elazığ çıkışında Maden denen bir yerleşim yerinde olduğunu belirtiyordu. Maden! Neden o tarafa gitmişlerdi? Ne işleri vardı, hiç düşünmemişlardi. Yaşıyorlar diye düşündüler, “yaşıyorlar” dedi ve tanrıya şükretmişti. Maden uzaktı ama en azından oradaydılar. Fakat en zaman döneceğini bilmiyordu.

Sordu ne zaman gelecek, işleri ne zaman biter dedi. Doktorun zamanı olmaz biliyordu ama işte eş dürtüsü bu soruları sorduruyordu kendisine. Ne zaman derken umut vardı, fakat karşı taraf bir şeyler demiş olmalı ki, yüzü değişti, umut yok oldu, anlamsızlaştı. Maden’de kalmıştı vücutları. Gidip almamızı istiyordu. Sessizlik bir çığlık ile son bulmuştu.

O kapıya gelenin Yeşil olduğunu o gün tanık olmuştu, Yeşil’i görenlerinde yerinin Maden olduğunu biliyordu. Şehirden hemen uzaklaşması gerekliydi. Acıyı bile yaşayamadan uzaklaşmak zorundaydı. Çünkü madene giden yolun ilk adımının şahidi olmuştu. Şahit olmak demek karanlığa gömülmek anlamına geldiğini biliyordu, çünkü çok şeyler duymuştu bu konuda. Acıyı yaşayamadan uzaklaşmak, geçmişinden, yaşadığı yerlerden, sevdiklerinden. Uzaklaşmak ve uzaklaşırken onu geçiren yalnızca yalnızlığı olmuştu.

Otobüsteydi, uzakta olanlara yakınlaşıyordu. Yakında olduklarına uzaklaşıyordu. Her ayrılık bir kopuşu anlatır.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Her şeyin arkasında hayat var!

Her şeyin arkasında hayat var!

“Her şeyin arkasında hayat var” dedi yolda yürürken. “Her şeyin arkasında…”

Küçük çocuğun büyük yıkımlar getireceğini düşünmemişti, fakat ‘küçük çocuk’* demek Hiroşima’da ölüm demek olduğunu okuduğu satırlar arasında öğrenmişti.

Her şeyin arkasında hayat vardır, ölümün bile!

Ölüm hayat olmasaydı olmazdı!

Hayat ise ölümsüz olur muydu?

Sorular ve sorular, her şey hayat üzerine kurgulanıyordu, büyük patlama bile hayatın ilk kıvılcımı olarak kabul ediliyordu. Büyük patlama!

Büyük patlama Hiroşima üzerinde patladığında gölgenin kaldırımda yansıyarak kalacağını, hayatın buharlaşacağını kimse düşünemezdi!

Her şeyin arkasında hayat var!

Buharın içinde bile hayat olduğunu düşündü, çünkü cansız olarak duran su içinde başlamıştı hayat! Belki büyük patlama ile ilk su damlası uzayın boşluğuna bırakılmıştı, her doğan çocuğun gözündeki o tek damla büyük patlamadan bize gelen bir mirastı! Bir damla!

“Her şeyin arkasında hayat var!” diye söylendi, yolda geçenlerin anlamsız bakışlarına aldırmadan.

Darbeler, öldürmeler, iktidar kavgaları, kasada para biriktirmeler, kasada birikenleri geleceğe aktarma telaşı, gelecek için çocuk yapmalar! En çok çocuğu geleceğe bir şey bırakamayanların olduğu aklına soru olarak takıldı! Geleceğe çocuğunu geleceğini bilmeden tanrıya emanet edenlerin çoğunluğu vardı bu koskoca şehirde.

Sokakların olduğu yerlerde, sokak çocukları hep var olacaktı! Çünkü felaketler sokaklarda yaşayanları artırır. Bazen büyük patlama ile sokakta sadece gölgesi kalır!

Büyük patlama olmadan bir dakika önce o gölgesi kalan ne için koşturuyordu? Koştururken ne düşünüyordu? Küçük çocuğuna belki bir oyuncak almıştı, belki alma fikri ile etrafına bakınıyordu. Belki gölgesi kaldırma kalmadan önce camekana bakıyordu, küçük çocuğu için!

Her şeyin arkasında hayat var!

Gökyüzünden küçük çocuk düşerken, küçük çocuğunu düşünüyordu!

Gölgesini kaldırma bıraktığında buharlaşacağını hiç düşünmemişti! Küçük çocuk büyük patlamanın adı olmuştu, o günden beri küçük çocuk demek ölüm anlamına geliyordu! Hiroşima’da hiçbir insan küçük çocuklara ‘küçük çocuk’ diye bağırmaz!

Teknoloji, deneyler her şey insanlığın güzel geleceği için düşünülür diye saf saf düşünürüz, aslında deneyler birilerin kasalarını doldurmak için yapılıyor olabilir! Her deney, her buluş belki insanlığa bir adım ileri taşıyor olabilir, fakat her deneyin arkasında hayat var!

-----------------------
* 6 Ağustos 1945'te yerel saatle 08:15'de Amerika Birleşik Devletleri "Enola Gay" adlı bir B-29 bombardıman uçağından bıraktığı little boy (küçük çocuk) isimli atom bombasıyla ilk anda 140 bin kişilik katliamı gerçekleştirdi. Sonrasında radyasyon hastalıkları sebebiyle ölenlerle birlikte bu sayı 230 bini geçti. Bazı bilim adamları ve çevrelere göre bu bombanın etkileri halen sürmektedir.