16 Eylül 2008 Salı

Yeşil

Yeşil

Gece ayazı içine kadar işliyordu, otogarın her zamanki ses uğultusu içinde kaybolmadan, karanlığın getirmiş olduğu ayazın içine işlediğini hissediyordu.

Sigara dumanları arasında, gideceği yönün otobüsünü bekliyordu. Her ayrılık bir kopuşu simgeler. son kez bakıyordu geriye doğru. Otobüs gelmiş, çığırtkanın sesi kulağını tırmalıyordu. Eşyalarını bıraktı otobüse, sonra oturacağı koltuğa doğru yöneldi. Otobüsün orta taraflarında cama yakın olan koltuktu. “Her ayrılış tek başıma olmuştur” dedi kendi kendine söylenir gibi. Bu seferde tek gidiyordu, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği şehirden.

Karanlıktı, karanlığın ayazı otobüsün içinde yoktu. Tüm yolcuların otobüste yerini aldığını elinde kağıt ile gelen firma yetkilisinden anlamıştı. Saydı ve ‘iyi yolculuklar!’ dedi. ‘Allaha emanet olun!’ diyerek indi otobüsten. Otobüs yola doğru çıkarken, otogarın görevlileri uğurluyordu. Pencereden uzatılan bir kağıt ve yolculuk başlamıştı.

Karanlığın içinde bir ışık süzmesiydi, yandan geçen araçların dışında. Etrafta olan ışıklar yok oluyor, yeniden başlıyordu. Küçük yerleşim yerlerin pır pır eden ışıklarını görürdü. Uzakta yanan bir ışık süzmesi oturduğu koltuğa sadece bir zerreciği düşüyordu. Otobüsün koridor ışıkları kapanmıştı. Yol uzundu, yolculuk otobüsün yolundan daha uzundu.

Karanlıktı, otobüsün içi sıcaktı. Dışarısının ayazı yoktu, içi ısınmıştı, geride bıraktığı geçmişi vardı. Bir kaç gün akşam öncesi arkadaşını ziyaret etmişti. Arkadaşının çocuğu ile oynamıştı, onun ile zaman geçirmekten mutluluk duyardı. Çocuk ile oynarken kapı acı acı çalmıştı. Kapıyı arkadaşı açmıştı, fısıltılı bir şeyler duyuldu dışarıdan, sonra içeriye geldi, “çıkmam gerek” dedi, “acil bir şey!”

Arkadaşı doktordu. Bu şehirde özel insanlardan biriydi, rahat ediyordu onun yanında. Aydın insanlar ile olmak ayrıcalıktı. Yoksa kahve dumanları arasında yok olabilmek içten bile değildi. Duman altı yaşamı değil, aydınlığı seçmişti. İnsana yakışan ilişkiler ve dostluklar.

Doktorun kapısı yirmi dört saat açıktır, her an acil durum çıkabilirdi. yaşam sabahı ve mesai saatini beklemezdi. Acil durum olduğunu söyledi ve çantası ile yola çıktı. Gecenin karanlığında doktoru yalnız göndermek istemeyen avukat arkadaşımda yanında yoldaş olacaktı.

Evde çocuğu uyutmak ile uğraşıyordu. Çocuk bu el bebek, gül bebek olarak büyücekti. Gözümüzün nuru, yarınımızın aydınlık yüzüydü. Çocuk yarının güneşi demektir.

“Evde arkadaşımın eşi ve ben kalmıştık. Kapıya bir an olsun bende gidip baktım, kimdi acil olarak çağıran. Yüzünü karanlığın içinde görmüştüm. Karanlıkta gözlük takan biriydi. Sanki gözlükleri güneş gözlüğü gibiydi, kirli sakallı ve üstü başı kirli olan biriydi. Bizim buranın insanı gibi ama buralı değildi. Karanlığın ayazı kapıdan içeriye girerken irkilmiştim. Hani derler ya ölüm rüzgarı beni sardı gibi hissettim. Korkmuştum ama korktuğumu belli etmeden içeriye doğru akmıştım.

Çocuğu sallamam lazımdı, uyuması gerekliydi. Çarşafın bir ucunda arkadaşımın eli, bir ucunda ben. Çocuk çarşafın ortasında olanlardan habersiz mutlu mutlu gülümsüyordu, uyku gözlerinde olmasına rağmen uyumuyordu. Annesi bir ninni söyledi, uyuması gerektiğini biliyordu ama uyumak istemiyordu o akşam. Babası dışarıya gitmişti, avukat amcası ile. Neden gittiğini bilmiyordu ama babası zaman zaman giderdi, sonra sabah uyurken yakalardı onu. Gözlerini yumduğunda bilemezdi gecenin çok uzun geçtiğini. “

O gece gidenlerden hiç haber gelmemişti. Bugünkü gibi cep telefonu yoktu. Nereye gitmişlerdi, ne olmuştu, neydi acil durum? Bilinmeze doğru gidişler olurdu eskiden, çünkü kimsenin yanında bugünkü teknoloji yoktu. Gecenin karanlığında en azından yalnız değildi, iki arkadaş belki acil durumdaki hastayı, hastaneye götürüp orada durumu belli olana kadar bekliyor olabilirlerdi. Hastaneyi aradı arkadaşının eşi, kendiside doktordu. Bilirdi acil işlerin zamanı olmaz. Müdahalenin zamanı yoktur. Santral düşmüştü, uyku sersemliği ile biri açmıştı teli, yoktu. Sormuştu birkaç yere, belki görmeden geldi diyerek ama yoktu. Koskoca hastanede yoktu. Ne avukat, ne doktor, ne de acil olan vatandaş.

“Kuşkular içten içe yemeye başlamıştı benliğimizi. Karanlık bir zamanda yaşıyorduk, karanlıktı her yer. Karanlıkta ölüm her yeri kuşatmıştı.”

Gece uzundu, ayaz dışarıda her yeri buza dönüştürüyordu. Bu havada dışarıda olmak zor olsa gerekti. Acil gittikleri içinde üstlerine bir şey almamışlardı. Üşürlerdi. Bozkırın havası geceleri soğuk yapar, gündüz yakarken. Bozkırdı. Bozkırın ortasında bir vaha olmuştu ama hala soğuktu. Gece soğukluğunu içimize işliyordu dantel dantel.

Gün aydınlanıyordu, kuşku içlerini yiyordu. Acile gidenlere acil bir durum mu gerekli olmuştu. Karakollar aranmaya başlanmıştı, hastane sürekli aranır olmuştu. Yoktular. Yok olmuşlardı karanlıkta. Karanlık içine gözlüklü ve kirli sakallı biri almıştı. Dışarıda başka bekleyenler var mıydı? Yoktular. Sabahın ilk ışıkları yeryüzünü kucakladığında, soğun ağır ağır kırıldığı anda bile yoktular. Yoktular ve sesleri dahi yoktu.

Beklemek en büyük işkencedir. Beklerken insan büyük acı duyar.

“Acı yüreğimizi sıkıştırıyordu. Gelmeleri gerekliydiler ve yoktular.”

Bildikleri tüm adresleri aradılar, yoktular. Koskoca şehirde yok olmuşlardı. Karanlık zamanda yok olmanın anlamını biliyorlardı.

Acı acı bir tel sesi ile irkilmişlerdi, bir ses umut olabilirdi. Ses gelmişti ama ses kendisini ‘Yeşil’ olarak tanıtmış ve gidenlerin Elazığ çıkışında Maden denen bir yerleşim yerinde olduğunu belirtiyordu. Maden! Neden o tarafa gitmişlerdi? Ne işleri vardı, hiç düşünmemişlardi. Yaşıyorlar diye düşündüler, “yaşıyorlar” dedi ve tanrıya şükretmişti. Maden uzaktı ama en azından oradaydılar. Fakat en zaman döneceğini bilmiyordu.

Sordu ne zaman gelecek, işleri ne zaman biter dedi. Doktorun zamanı olmaz biliyordu ama işte eş dürtüsü bu soruları sorduruyordu kendisine. Ne zaman derken umut vardı, fakat karşı taraf bir şeyler demiş olmalı ki, yüzü değişti, umut yok oldu, anlamsızlaştı. Maden’de kalmıştı vücutları. Gidip almamızı istiyordu. Sessizlik bir çığlık ile son bulmuştu.

O kapıya gelenin Yeşil olduğunu o gün tanık olmuştu, Yeşil’i görenlerinde yerinin Maden olduğunu biliyordu. Şehirden hemen uzaklaşması gerekliydi. Acıyı bile yaşayamadan uzaklaşmak zorundaydı. Çünkü madene giden yolun ilk adımının şahidi olmuştu. Şahit olmak demek karanlığa gömülmek anlamına geldiğini biliyordu, çünkü çok şeyler duymuştu bu konuda. Acıyı yaşayamadan uzaklaşmak, geçmişinden, yaşadığı yerlerden, sevdiklerinden. Uzaklaşmak ve uzaklaşırken onu geçiren yalnızca yalnızlığı olmuştu.

Otobüsteydi, uzakta olanlara yakınlaşıyordu. Yakında olduklarına uzaklaşıyordu. Her ayrılık bir kopuşu anlatır.

Hiç yorum yok: