4 Haziran 2010 Cuma

Hadım edilmişlerde hadım eder!

Hadım edilmişlerde hadım eder!

Tarih öyle ilginç olayları sayfalarında saklar ki, o saklandığı yerden günü gelince sırıtır. Bizim tarihimiz içindeki sayfalardan da bize sırıtan olaylar vardır. O kadar sansür yapılır, unutturulmaya çalışılır ama hiçbir şey onların sırıtmasına engel olamaz. Çünkü yaşananlar sanki geçmişte olayın zaman değiştirilerek yaşaması gibidir. Her şey elbette birer bir aynı değildir ama çağrışımları fazladır.

Hadım edilmiş biri, başbakan olur mu?

Soru sorulursa eğer yanıtı da hazırdır! Çünkü sorunun içinde cevap saklıdır. Evet ile bitecektir ya da başlayacaktır cevabı. Osmanlı dönemi içinde hadım edilmiş başbakan mevcuttur. Birden fazladır üstelik ve diğer başbakanlara göre daha şanslıdırlar, çünkü iktidardan indikten sonra tekrar iktidara gelmişlerdir. Hareminin kapısında ve içinde izin verilen hadım edilmiş kölenin başbakan olması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü padişah, namusunun bekçisine güvenmeyecekte, kime güvenecektir?

Hadım edilenler Osmanlıda genelde kölelerdir. Köleler, köle ticaretin olduğu ülkelerde olduğu gibi pazarlarda alınır ve satılırdı. İstanbul’da köle pazarları mevcuttur. Bir çok hanın ortasında yer alan bahçelerde köle alınıp satılırdı, üstelik yakın tarihe kadar bu köleler varlığını korudu. Bazı köleler şanslıdır, çünkü sarayın içinde görevlerini yapmışlardır. Saray içinde görev alanların bir bölümü, devletin en üst kademesine kadar çıkmıştır. (Devletin sürekliliği içinde, alması gereken bütün dersleri yaşatarak almış ve ona göre davranışlarını belirlemiştir. Eğitilen insan, hadım edilmiş kadar sadıktır.) Bugün İstanbul sokaklarında gezdiğinize önünüze çıkan bir çok eser, eski köle ama sonradan Müslüman olan dönmelerin isimlerini taşır, çünkü mevki sahibi olanlar, para sahibi de olmuşlardır, onlarda bunun karşılığında köle olarak geldikleri bu şehre, bir gölge bırakıp gitmek istemişlerdir.

Osmanlı rejimi içinde kölelerin Müslüman olduktan ve özgürlüklerine kavuştuktan sonra nasıl oluyor da devletin en kritik noktalarında görev alıyorlar? Bunu padişahın tabasına güvensizlik duygusunda aramak gerek, çünkü kendisi gibi olanların saltanatı alacağı korkusu vardır. Bir de köleler, özgür bireylere göre daha sadıktırlar. Kölelere kapı kulu olmayı öğretirler. Azat edildikten sonra bile o eski köle, kapı kulu olarak eski sahibinin yanında ya da yakınında yer alır. Bizim tarihimiz içinde kölelerin özgürlük mücadelesi yoktur, daha çok efendiye karşı kazan kaldırma vardır ve kazan kaldırmaların genelde nedeni maddidir. Maddiyatını yani yaşam kalitesini yükseltemeyen efendisinin yerine, efendisinin yakını getirmiştir. İktidarı almak düşüncesi yoktur. İktidar, ancak özgür yetişen bireylerin arasında hedef olarak vardır, o da Fransız devrimi sonucunda oluşmuştur.

Hadım edilmiş bir kölenin başbakan olması pek şaşırtıcı gibi gelebilir ama bu başbakanlar tarihimiz içinde bugüne doğru bakarak gülümsemekteler. Çünkü hadım edilmiş olanlar, kendilerini iktidara taşıyanlara sonsuz bağlılık içindedirler. Efendilerine ihanetleri tarih içinde pek görülmemiştir.

Sonuç olarak hadım edilmiş padişah yoktur ama hadım edilmiş başbakan tarihimiz içinde yerini korumaya devam ediyor. Bu hadım edilmiş başbakanlarda, devletin sıhhati ve devamlılığı için başkalarını hadım etmiştir. Efendisine, güvenebileceği yeni hadım ağalarının olması için köle seçimine gitmiş ve onları hadım ettirmiştir. Efendisinin namusu devletin namusudur. Onu da en iyi hadım ağası korur.

Hadım edilenler, sorgulamadan kabul edenlerdir. Hadım edilen birey, gereği görüldüğünde lavabonun deliğinden geçerek, çöpteki yerini almaya hazırdır. Görevde olduğu sürece sadık olmaya devam edecektir.

3 Haziran 2010 Perşembe

Hadım edilenler sahibi gibi havlarlar!

Hadım edilenler sahibi gibi havlarlar!

Hadım edilmek sadece insana yönelik bir durum değildir, hayvanlara da uygulanır. Hayvanların erkekleri kısırlaştırmasının en kolay yoludur. Bazı hayvanlar bilinçli şekilde hadım edilir ve bu sayede gücün kaslara yoğunlaşması sağlanır ve tarlanın sürümünde kullanılır! Eskiden boğaları hadım ederek öküz yaratırlardı. Öküzler insan için, teknolojinin bu seviyeye çıkmadan önce önemli bir araçtı. Öküzlerin serinlemek için derlerde, suyun içinde görülmüş bir fotoğraf görürsünüz, kafası ileriye doğru uzamış haldedir. Hadım edilmek biçim değiştirir. Kafayı ileriye doğru çıkarır!

Hadım edilmek, elbette sadece cinsel yaşamı bitirmez, toplumsal yaşamının da değişmesini beraberinde getirir. İnsanın erkeğinin hadım edilmesi çok eski çağlara aittir, kölelerin hadım edilmesi ile birlikte, hizmetçi olarak kullanılması sağlanmıştır. Hadım edilen erkek, kadınların arasında rahatlıkla girer ve çıkar, dedikodularına karışır. İnsanın erkeğinin hadım edilmesi görüntüde pek değişiklik yokmuş gibi göze yansır ama sesi duyduğunuz an, hadım edildiğini anlarsınız. Çünkü hadım edilen erkeğin sesi değişir. Sesin değişimi haremde erkeğin olup olmadığını kafesin öteki tarafında duran köle sahibi tarafından kontrol edilmesini de kolaylaştırmıştır. Kadınların kahkahaları arasında hadım edilmiş erkeğin sesin olması köle sahibinin içini rahatlatır, çünkü hadım edilen köle, sahibinin sesi, gözü ve kulağıdır. Hadım edilen sahibinin sesini taşır!

Kadınların arasında ve kadınların kontrolünü yapan erkeklerin hadım edilmesi bir tarihi sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Dünyaya ve kadınlara bacak arasından bakan erk sahibi, kadının bacağı arasını tek kendisi kullanacağını düşünerek, orayı namus olarak ilan etmiştir. Namusunu korumayı da hadım edilmiş erkeğe bırakmıştır, çünkü kadına güvenmez erk sahibi. Namusa göz dikenin sonu kötü olmuştur, bu kötü durum kutsal kitaplara kadar girmiştir. Namus için savaş, çatışma ve ölüm doğaldır. İnsanlık tarihi içinde bir çok savaş, ayrılık bu namus için olmuştur. Sahip olmak ve sahip olmanın yeterli olmadığını düşünen erk, sahip olduğunu korumak için her türlü güvenliği almadan geri durmaz. Çünkü namusunu her an yanında taşıyamayacağına göre, onu koruyan, gözeten birin olması tesadüfi değildir. Erk sahipleri, haremlerinin kapısına hadım edilmiş erkeleri koymayı ve bir birlerini kontrol ettirmeyi Pavlov’dan önce bulmuş ve uygulamışlardır.

Hadım edilen kişi, hadım edenin kölesidir ve onun sesidir.

Hadım edilmek sadece insana ait bir durum değildir, insanın yaratmış olduğu çevre ve düzen içinde de geçerlidir. İnsana yakın hayvanların hadım edilmesi artık son teknoloji içinde küçük bir operasyon ile yapan teknoloji merkezleri vardır. Evinizde kedi mi besliyorsunuz, hadım edin, kılının dökülmesini azaltın! Bir de mart ayı sonunda küçük kedilerin evin her tarafı kuşatmasını baştan önleyin! Köpekler, kafes içinde yaşayan kuşlar içinde geçerlidir. Hadım edilen sahibinin isteklerine istese de istemese de uyum sağlamak zorundadır. Hadım sadece tek tek canlılar için geçerli olabildiği gibi, insanın yaratmış olduğu daha büyük canlı olan çevre ve toplum içinde geçerlidir. Şehirler, doğanın her birinin bir anlamda hadım edilmesidir. Ağaçların nerede duracağı bellidir, itaat ederler!

Hadım edilmiş toplumlar ve devletlerde vardır. Erk sahibi olanlar, kendileri ile birlikte hareket edebileceği toplumların oluşmasına da toplum mühendisleri aracılığı ile yerine girmişlerdir. Toplumları yönlendirecek kurumların, hadım edilmesi ve o kurumlar içinde çalışanlarında devletin çalışanı olması için değişik yöntemler geliştirilmiştir. Pavlov köpek üzerinde deneyinin daha başka boyutunu bu alanlarda kullanılmaktadır. Aylık olarak verilen paralar ile hadımlık süreci başlamıştır ve o süreç içinde yer alanların büyük bir bölümü parayı verenin amacına yönelik ses çıkarır ve tepki verir.

Toplumların hadım edilmesi bir süreç işidir, bir anda olmaz. Fakat bu süreç bir başladın mı, ilişkilerden kurtulmadığı sürece kurtulma şansı yoktur. Hadım edilmiş toplumlar, gözleri önünde yaşananları algılayacak konumdan çıkar ve sahibinin anlattıklarını gerçek olarak kabul eder ve bu gerçekler üzerine düşmanlıklar yaratır ve çatışmalara girer. Hadım edilmiş toplumlarda, iç çatışma ve dışarıya yönelik saldırgan tutumun görünmesi şaşırtıcı değildir, doğasına uygun davranışlardır.

Hadım edilmiş toplumlarda, topluma yön verenlerinde hadım edilmesi kadar doğal bir şey yoktur. Bizde hadım edilmeyen unsurların yani kontrol dışı düşenlerin hadım edilmesi sürecide 12 Eylül’de başarı ile uygulanmıştır, yakalananların hepsi hadım edilmiştir. O günden beri kontrol dışı hareket eden sayısı azalmıştır, hatta yok edilmiştir. 12 Eylül, hangi kesimi hadım ettiği son yaşananlar ile daha da ortaya çıkmıştır. Şimdi bu kesim, sahibinin sesini ama üstüne sol söylem geçirerek yapmaktadır. Bütün söylemlerin üstüne ne örterseniz örtün artık hadım edilmişlerin sesi ortadadır ve bu sesin saklanacak başka bir yanı kalmamıştır.

Akıntıya kapılanlar, akıntının aktığı yönde kürek çekenler hadım edilmiş bireyler olarak görebilirsiniz. Bu hadım edenlerin kimlikleri yoktur, isimlerini çıkarın başka isim yazın o yazdığınız isimin yazdığına inanacak binlerce insan bulabilirsiniz. Hatta yazıyı yazamayan ama ismi olan bile o yazıyı yazdığına inanır! Hadım edilmek öyle bir şeydir ki, kimliksizleştirmek yanında haremin önünde sahibinin sesi olmayı sürdürür. Sahibinin namusunu korur ve o namusu için canını bile veriri, saldırmak için her türlü fırsatı bekler! Hadım eldenler, saldırgandırlar ve her şey iyi bildiklerine inanırlar! Sahibinin sesi olduğunu ret ederler ama dışarıdan bakma yeteneği olmuş olsaydılar, sahiplerinin sesinin ince tonlusu olduğunun farkına varırlardı!... Sonuç olarak, hadım edilenler sahiplerinin penceresinden bakarlar ve dünyayı öyle yorumlarlar…

2 Haziran 2010 Çarşamba

Son protestolar ve gündem değiştirmece…

Son protestolar ve gündem değiştirmece…

Son günlerde AKP için çalışan basın ve halka işler uzmanı kim diye sorar oldum, çünkü AKP iktidarı dönemi içinde o kadar müthiş gündem değiştirmeler yaşıyoruz ki, gündemi takip edemez konuma geldik. AKP popülaritesinden bir şey kaybettiğinde, hemen bir gündem değişiyor ve bu değişim AKP’ye yarıyor. Bunların hepsi tesadüfi olamaz diye düşünüyorum.

AKP danışmanları, öyle planlı çalışıyorlar ki, dünya gündemini izliyorlar, ülke gündemi içinde. AKP başkanı sürekli gaflar yapmakta ve içindeki kendisine göre doğruları söyleyiveriyor ama onu içindeki doğrular, gerçekler ile örtüşmüyor. Bu durumda ne yapıyor halka ilişkiler uzmanı, aslında o öyle söylemek istemedi, amacı buydu diyerek niyet okuma yoluna gidip kamuya olması gereken bilgi veriliyor. Bu bakış açısı, tek tanrılı dinler içinde geçerli olan bir yöntemdir. Kabala kavramına uygundur. Kabala sadece Yahudilikte değil, diğer dinler içinde başka isimler altında geçerliliğini korur.

Son yaşanan gündem değişikliğine bir bakalım. Son gündem değişikliği, Filistin’in bir bölümüne giden yardım kuruluşunun gemilerine saldırı yapılmasıdır. Bu gemi kimin? Kimin olup olmadığı önemli değildir aslında. Fakat araştırdığımızda bedeli 800 bin dolara, 2010 yılında İstanbul Deniz Otobüsleri A.Ş. (İDO) den vakıf almıştır. Vakıf bu bedeli ödeyecek maddi yapısına sahiptir.

O zaman bu maddi yapıya nasıl ulaştı o konuya bir bakmakta yarar var, çünkü bir eylemin arkasındaki maddi güç önemlidir. Vakıf, 1995 yılında Bosna savaşında Müslümanlara yardım etmek amacıyla kurulmuştur. Bir savaşın sonunda ihtiyaç olarak doğmuştur, daha sonra nerede Müslümanlar ile savaş varsa orada örgütlenmiştir. Dinler savaşında taraf gibidir, çatışmalar genelde farklı dinlerin mensup olduğu alanlarda olmaktadır. Bir anlamda gelirini bu savaşa karşı duyarlı olan vatandaşların bağışlarından almaktadır. Hakkında yayınlanan rapor ile El Kaide ile ilişkisi iddia edilmiştir. Hatta rapora göre, İstanbul bürosunda patlayıcılar ile ilgili bilgiler ele geçirilmiştir.

Kısa adı TİKA; Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı olan ve başbakanlığa bağlı olarak çalışan kurumudur. 37 ülkede görev yapmaktadır, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tek Teknik Yardım Kuruluşudur. Vakıf, Afrika’da da TİKA ile ortak projeler yürütmektedir. Değişik ilişkiler içindedir.

Son gelişen eylem hükümetin haberi olmadan yapılamazdı. Çünkü yardım ile ilgili afişler, duyurular, toplantılar devletin gözetimi ve bilgisi dahilinde gerçekleştirildi. İstanbul Sarayburnu limanında günlerce gemi üzerinde afişleri ile kaldı. Antalya limanından Türkiye’nin bilgisi dahilinde ayrıldı. Gideceği rotası belli olan bu gemi, diğer gemiler ile buluşmak için Akdeniz’de bekledi.

AKP bu süreç içinde başka işler ile ilgilendi. Başbakan, anayasada ‘değişiklik olacak’ dedi ve Maclisi ara vermeksizin çalıştırdı ve anaysa değişikliğini meclisten geçirtti. Amacına uygun maddeler geçerken, bazı tuzak değişiklikleri de yaptı. Kamuya yönelik bu değişiklikler ile bir popülarite sağlayarak halk çoğunluğunu arkasına almayı hedeflemiştir. 12 Eylül rejimi ile sıkıntısı olan büyük çoğunluk, bu değişiklik ile onların duygularına hitap etmiştir. Gerçek anlamda bir hesaplaşma olmayacağını bile bile bu değişiklik gerçekleşmiştir. Referanduma gidilecektir. Sonucu referandum sonunda göreceğiz, eğer AKP istediği sonucu alırsa, baskın erken seçim yapma ihtimali vardır. İktidarda kalmak onlar için önemlidir…

AKP kurmayları Amerikanvari bir kaset ile CHP üst yönetiminde değişikliğinin rüzgarını hesaplayamamışlardır. Çünkü Deniz bey her şeye rağmen koltuğunu bırakmayacaktır, AKP’liler ise, işte diyerek halka şikayet edeceklerdi, fakat şikayet yerini başka bir rüzgar aldı. (gerçi başbakan bel altından vuran açıklamalar yapmıştır ama gerektiği gibi yankı bulamamıştır, erkek milletiz, elin kiri olarak bakarız anlayışını hesaplayamamıştır. Amerikan danışmanları için inanılacak gibi değildir, ama Türk toplumu bu konuda tepki vermez! Danışmanlar henüz Türkiye’yi tam tanıyamıyorlar!) Kılıçdaroğlu rüzgarı AKP’nin gelecek iktidarı için tehlike olduğu zaman dilimi içinde bir gündem değişikliği gerçekleşti. Bu gündem değişikliği, AKP politikasına ve beklentisine uygundur. Yıllardır gerilen İsrail Türkiye ilişkileri sayesinde Hükümetin başkanı, Arap dünyasının hamisi rolüne büründü. Yeni Osmancılık adı verilen bu dış politikanın mimarı şimdiki Dışişleri Bakanı olduğu söylenmektedir. Peki, bu politika Arap dünyasında nasıl yankılandı? Hükümetin başına birkaç ödül verildi ama onun dışında pek sıcak karşılama olmadı. Arapların kalbi Filistin’den geçer diye düşündüler ama Filistin onlar için ön sırada olmadığı ortada değil midir? Her Arap ülkesi bir şekilde İsrail ile ilişki içindedir. Dengeler bizim bildiğimiz şekilde değil de, çöl toprağında olmaktadır. Bir anda kumlar kayıp başka denklemler kurulabilmektedir. Filistin üzerinden Araplara yakınlaşmak isteyen iki devlet var bugünlerde; İran ve Türkiye… İran, doğal ittifakı var. Fakat el altından İsrail ile ticarette yapıldığına dair dedikodularda var. Denklemler görüldüğü gibi olmaz!

BOP üyesi, Amerika ile stratejik ortak olan Türkiye, acaba Amerika çıkarları dışında hareket yapabilir mi? Konuşmaya izin var ama hareket etmeye izin yok! Şimdi bu gündem değişikliğinde bir çok can ölmüştür. Peki, katili kim? İsrail mi? Saldıracağı bile bile yolcu etmek mi? Bu durum bana madenciler ile kader ortaklığı gibi geliyor... Madencinin kaderinde vardır ölmek! Böyle demişti hükümetin başkanı. Gemi ile yola çıkanların kaderin de mi vardı, yaralanmak ve ölmek?

Bile bile bu yolcular ile dolu gemi yola çıkmıştır. Saldırı olacağı Ocak ayındaki girişimden belliydi. Deniz yolundan direkt geçiş elbette engel ile karşılanacaktı. Başka ne bekleniyordu? İsrail duruşu itibari ile ortadadır, tepkisi de bellidir. Bu tepkinin dışında tepki koyacağını düşünmüyorum.

AKP bu olayı, bir olay ile bağlantı kurmuştur. PKK son saldırısı ile İsrail = PKK olarak algılanacak bir eylem gerçekleşmiştir. Aynı zaman dilimi içinde gerçekleşen eylem ile AKP bu işten kazançlı çıkmış gözükmektedir.

Sokaklara yansıyan protestolarda; sağ, sol, dinci karışmış ortak tepkiye dönüşmüştür. Bu ortak tepkide akıl ortadan kalkmıştır. Çünkü kimi neden protesto ettikleri belli değildir. İsrail protesto edilmektedir ama İsrail’i sözde kınayan ve protesto eden hükümet gerçek anlamda adım atamamaktadır. Bu eylem bende Selanik’deki eve bomba atıldı etkisini çağrıştırdı. Orada verilen tepkinin bir benzerini sokakta gördüm. Eğer bugün Yahudi işyerlerinin çok olduğu bir sokak olmuş olsaydı, neden aynı olayı bir kere daha yaşamayalım dedim. Çünkü sokağa Filistin bayrağı ile yola çıkanların kimlikleri ortada değildi. Sol ve sağ örgütler aynı sokak içinde biri tekbir getirerek, diğer katil diyerek slogan atıyordu.

Sonuç olarak bu ölümlerin birden fazla suçlusu vardır. Bu suçlulardan birini yok sayarak yapılan protestolar gerçek anlamda bir şey ifade etmemektedir. Ölümler kader mi, yoksa cinayet mi önce bu soruya yanıt verilmesi gereklidir.

Bugün yapılan protestoların bazıları hedeflerine uygun davranmaktadır, bazıları ise sonuçları ve amaçları belli olmadan akıntıya kapılmış şekilde harekat etmektedirler. Sol politika, akılcı olmak zorundadır ama ne yazık ki 12 Eylül buldozerinin etkisini üzerinden atamadıklarından olsa gerek, hedefi olmayan akıntı yönünde kürek çekmeye devam ediyorlar. Duygusal tepkiler ile yola çıkıldığında yanlış sonuçlara varmak şaşırtıcı olmasa gerek. Bugün dinci, sağcı, faşistler ile aynı yolda aynı hedef protesto ediliyorsa eğer, 12 Eylül’lün büyük başarısını görmek anlamına gelir. Hadım edilmişler, ancak hadım edenlerin kapı kulu olurlar ve onların hedeflerine uygun davranış içinde olurlar.

1 Haziran 2010 Salı

12 Eylül sabahından…

12 Eylül sabahından…

12 Eylül sabahı, radyoda marşlar çalarken uyandım, çünkü babam kalk devrim oldu dedi. Elbette benim beklediğim devrim darbe değildi.

Ankara’nın bir çok semti sınırlar ile birbirinden ayrılıyordu. Hangi sınıra geçtiğinizi duvar yazılarından anlayabilirdiniz. Eğer tabi geçebiliyorsanız. Çünkü sınırlar mozaikler gibi bir birinin içine girmeyen belirli alanları oluşturuyordu. Ben de; çocukluğum ve ilk gençliğim bir sınırın duvarında geçti. Şimdi diyeceksiniz ki duvar ne?

Bizim evin arkası faşistlere aitti, önü devrimcilere. Camdan baktın mı arka tarafta faşistler, bizim tarafı gözetliyor görürdük. Bizim taraftan da orası aynı şekilde gözetleniyordu, çünkü güvensizlik hat safhalardaydı.

Güvensizlik, korku, belirsizlik… 12 Eylül giden sürecin kilometre taşlarıydı. Bu kilometre taşları öyle bir şekilde düzenleniyordu ki, zaman ortadan kalkmıştı. Zamanın yok olduğu, çatışmanın çok yoğunluklu olarak yaşandığı bir dönemi yaşıyorduk. Çatışmaları adım adım geliştirenler, bu işten memnun olduklarını 12 Eylül sabahı öğrenecektik.

Ankara, Abidinpaşa. Bu iki isim birileri için bir şey çağrıştırmaz, fakat bana çok şey anlatır. Çünkü çocukluğumdan çıkış ve gençliğe adım attığım yerlerdir. Hacıbektaşlıydım. Memleketten okumak için gelmiştik. Ortaokul Abidinpaşa semti içindeydi. Okula başladığımda henüz sınırlar belirgin değildi. Bir sınır vardı ama griydi. Her iki tarafta oturan işe gidenler vardı. Sınırları keskin hatlar ile çizilmediği içinde çatışma yok gibiydi. Çatışmanın boyutu sağ sol değil de, daha çok mezhep ayrımı boyutunda gibiydi. Çünkü o okulda din dersine tek girmeyen bendim ve bu yüzden dayak yemiştim. Kızılbaş olmak suniler içinde tehlikelidir, çünkü taraf olmayı beraberinde getirir. Okulu bitirdim. Bitirdiğimde taşlaşma henüz başlamıştı sokaklar arasında. Çocukluğumda okul içinde çeteler olurdu, çeteler arası kavga hiç eksik olmazdı. Çeteler olarak çete kafası ile maceralara atılır, kuş avlanırdı. Eskiden gecekondular vardı, bugünkü gibi apartmanların ve betonların arasında değildik. Gecekondu bahçeleri, kuşların yaşam alanlarıydı. Çocukluk kavgaları sert olur ama sonucu dondurmacıda ya da başka yerde biterdi. Fazla önemsenmezdi. Aileler çocuk kavgasına taraf olmazdı, çünkü onların hayal dünyaları sinema dünyasının sınırları ile belirlenirdi. Yılmaz Güney, Cüneyt Arkın yarışması kadardır. Birinde dağlardan zıplayarak geçen kahraman vardır, ötekinde beyaz atlı bir kovboy! Çocuklar ancak bu kadar olayları algılarlardı.

Bizler büyüdük, kirlendi dünya diye bir satır duyduk yıllar sonra… Belki bizim büyümemiz değil de, dünyayı kirletenler bizim büyüme zamanımıza uygun alanı seçmişlerdi, çünkü biz dünyayı kirletmedik. Bize verilen eğitim ve kültüre uygun tepkiler veriyorduk. Ortaokulun son sınıfında dayak yemiştim, artık saffım benim dışımda belirlenmişti.

Bütün dünya işçileri birleşin duvar yazısını yazdık duvarımıza. Altına da Marks. Marx olarak kayıt ettik. Duvar yazımızın önünde fotoğrafımızı da çektirdik. İlk defa duvar yazısında tanık oldum bu X harfine. Ve anlamını da daha sonra kavradım.

Arka sokak, bizim sokağa taşlı saldırıyor, bizde karşı koyuyorduk. Karşılıklı taş atıyorduk, camlar kırılıyordu. Camların kırılması yanında dostluklarda yok oluyordu, eskiden birlikte misket oynayanlar birbirinden uzaklaşıyordu. Bıyığı yeni terleyenlerin bıyıkları da bu ayrımı gösteriyordu. Bıyıklar kıyafetlere de yansıdı. Denizin ölmeden önce giydiği elbise, kıyafet bizim için bir anlam ifade ediyordu ve onun gibi giyiniyorduk. Boğazlı kazaklar, parkeler, yürüyüşler tıpkı Deniz gibi olduğumuzu düşünüyorduk. Deniz, Mahir Ulaş… Sesimizin içinde başka anlamlara bürünüyordu. Kurtuluşa kadar savaş! Duvar yazılarında günlük çatışmaların izleri belirlemeye başladı… Mahir Ölümsüzdür! Her ölen yoldaşımızın arkasından duvarla isimleri yazılıyor, arkasında da ölümsüzdür. Bir ölürüz, bin geliriz! Her ölüm; çoğalttığına inandık önce.

Zaman içinde taşların yerini küçük tabancalar aldı. Taşın yerini kurşun aldıktan sonra yaşamak için daha dikkatli olmak gerektiğine, hayat bize öğretisini sessizce yapmıştı. Saldırı vardı ve saldırıya karşın direniş. Çünkü faşistler sürekli saldırı halindeydiler ve onlar istedikleri an saldırıyorlar bizlerde direniyorduk. Onların ayakları bizim oraya adım atamayacaktı! Bizim de niyetimiz yoktu karşıya gitmek için. Bir savunma hattı içindeydik. Kavga büyüyordu, kavga ile karaborsada büyüyordu. Yağ yoktu, sigara yoktu, kuyruklar uzundu. Karaborsaydı her şey. Yaşamda karaborsaya düşmüştü.

Zaman o kadar hızlı ilerliyordu ki, başka şehirlerden çatışmalardan yaralılar ve aileleri geliyordu. Çorum kan gölüne dönmüştü. Orada yaralıların tedavileri için devrimcilerin hakim olduğu hastanelere getiriliyor, tedaviye alınmaya çalışılıyordu. Çorum olayları ayrışmayı daha da keskinleştirmişti. Sağ sol çatışması yok, faşist katliam var diye slogan atar olmuştuk. Fakat arada da alevi suni ayrımı yapanlarda vardı, sağ kesim bu ayırım ile devrimcileri bölmeyi hedeflemişlerdi. Aleviler solcuydu. İsteseler de istemelerde solcu olmak zorundaydılar. Çünkü sağcıların içinde hayat bulamayacaklardı. Abidinpaşa’dan görünen manzara buydu.

Aydık sokak bizim oturduğumuz sokak. Aydık, çatışmanın keskinleştiği sokaklardan biriydi. Sağ sol çatışma içinde alevi suni ayrımına karşıda mücadelenin olduğu alandı. Mahallenin gençleri, bu ayrıma karşı az mücadele etmediler. Çünkü içten en ufak ayrılık kader çizgisini başka yönlere kaydıracaktı.

Mahallemizin bir pazarcısı vardı. Tezgahta ne bulduysa satardı. Gecekonduların olduğu yerde taksit ile de iş olurdu. Gündüz sattığını akşam gelir parasını alırdı, çünkü evin kocası akşam işten eve geldiğinde parayı da getirirdi. Bir akşam bu pazarcımız vuruldu. Bir anlık boşluktan yararlanan faşistler pazarcımızı bizden biri sanıp vurmuşlardı. Öldürmek için kafasına kurşun sıkmışlardı, şans eseri beyne zarar vermediği için kurtuldu daha sonra. O olay gösterdi ki, bir anlık bile boş bırakılmayacaktı sokak. Çatışma içinde bir de sol içi kavga vardı. Bu anlık boşalma işte bu neden ile olmuştu. Kurtarılmış bölge içinde çatışma olmuş ve mahalleyi bekleyenler o tarafa gitmek zorunda kalmıştı. Bu iç çatışma arkadan vurmak gibi bir şeydir. Sınırın bir an boş kalmasıdır. O boş anda biri vurulmuştu.

Katliamlar gazetelerin başlıklarından eksik olmuyordu. Çatışma her yeri sarmıştı. Haberler tek kanaldan yayılıyor, daha sonra kontrgerilla üyesi olduğunu öğrendiğimiz katiller, cezaevlerinden kaçırılıyor ve cinayetler işletiliyordu. Cinayetler profesyoneller tarafından işlenir hale gelmişti. Silahların boyutu büyümüştü. Ağır silahların yanında bombalar almıştı. Bombalar patlıyor, otomatik silahlar ile havanın sesi değişiyordu. Güvenlik kuvvetleri artık bizim o tarafa gelemez olmuşlardı. Eskiden gündüz gelen ama gece uğrayamayan güvenlik güçleri artık gündüzleri de gelmiyorlardı. Sürekli çatışma ve anmalar içinde geçiyor, okul ve benzeri düşünce ortadan kalkmıştı. Her an çatışmaya hazır yaşıyorduk. Okuyorduk ama anlamlandıramıyorduk, bu çatışma devrim ile sonuçlanmasını bekler olduk. Her birey, büyük küçük ayrımı gözetmeden çatışmaların içindeydi. Şehrin merkezine güvenli bölgelerden gider gelir olduk.

Bombaların patlamasına alıştığımızdan artık ne zaman bizim balkonda bomba patlar diye beklemeye başladık. Sınırdan çekilip güvenlikli bölge içleride ev arar olmuştuk. Arka duvarımızda betondan çok kurşun vardı. Camların önü kum torbaları ile kaplanmıştı. Salonda oturup gönül rahatlığı ile çay içemez olmuştuk. Çatışma o kadar kanıksanmıştı ki, saatler bile belli olmuştu. O saatler yaklaştığında taciz atışları başlardı.

Bu çatışmaların yoğun olduğu bir günün sabahı, marşlar ile uyandık.

Marşın çaldığı gün ben yaralıydım. Ayağımdan yaralanmıştım. Çocuk olduğumdan ve vücudum diğerlerine göre daha zayıf ve minyon olduğundan pek çatışmalarda yer almazdım. Bir gün, mahalle boşken ve imece usulü yardım artık doğal olduğundan, birisinin eşyasının taşınmasına yardım etmiştim. Yardım sonrası alışkanlık gereği çay içilir, yorgunluk atılırdı. Biri sokakta kalırdı. O gün yorulmuştum, dalgın şekilde bakkalın önünde oturuyordum. Bakkalının önünde otururken bir anda faşistlerin geldiğini görmüştüm. Onlardan kaçarken yaralanmıştım. Sadece ayaktan yara almıştım, güvenli bölgede nefes alabilmiştim.

12 Eylül sabahı ayağımın yaralı olduğu anda oldu. Ayağımı doktorlara göstermek zorundaydık ama sorguya girmeden. Çünkü sabah her şeyin sessizliğe büründüğü anda, saf saf gidip teslim olmamak gerekliydi. Sormazlar mıydı, ayağına ne oldu? O yüzden sessice tedavi olmam gerekliydi. Korku henüz tam toplumu kuşatmadan tedavimi oldum.

12 Eylül sabahı, devrim diye uyandırıldım, gözleri gülen babam ve annem tarafından, kardeşim ile birlikte. Artık evimiz bir daha bombalanmayacaktı ve kurşunlanmayacaktı. Bir sevinç vardı, hayattaydık ve bir aradaydık. Ne olacağından haberimiz yoktu. Bir daha eskiye dönüş olmayacağını ümit ediyorduk. Henüz kitlesel tutuklanmalar başlanmamıştı. Asker tüm sokaklardaydı. Marşlar çalıyordu. Bir orgeneral durmadan bir şeyler okuyordu. Sesi kırıktı. Okumada sorunu vardı. Önemli değildi, hayattaydık ve bombanın evimize atılmaması daha önemliydi.

Daha sonra öğrendik, bu çatışma ortamında tam 5000 bin kişi ölmüştü. Fakat kimse bu 5bin kişinin gerçek isim listesini veremiyordu. Tahmini rakam demek gerek, çünkü yıllar sonraki sohbetlerde her olayda ölenlerin sayısı da farklı çıkıyordu. Kaç kişi öldüğü ve yaralandığı belli değildi. Üstelik kameraların ve basının önünde olan 1 Mayıs katliamında, rakamlar sürekli hala değişmektedir. Kayıt tutulmadığı ortadadır.

Katliamların katilleri, yıllar sonra kahraman olarak ilan edilmişler, öldüklerinde ise katile katil denmemesi gerektiğini vurgulanmıştır. Katillerin arkasından methiyeler dizildi… Ölünün arkasından konuşulmaz dediler, kör göze badem göz muamelesi yaptılar. O kahraman ilan edilenler, yakınlarımızın katilleriydiler. Katile katil denmelidir, çünkü tarih ancak doğru yazıldığında anlam bulur…

12 Eylül sabahına kadar ölen sayısı beşbin iken, sonrasında ölenlerin sayısı 5 bin rakamının yanına sıfırlar ekleyerek genişlemiştir. Çatışma ve ölümler bu sefer karanlık odalarda, dört duvar arasında ve belirli bölge ile sınırlı tutulmuştur. Bugün, 12 Eylül daha devam ediyor, o yüzden 12 Eylül sabahı nasıl uyandığımı sorgulayabilmem için, 12 Eylül’ün sonlanması gereklidir. Bugün 12 Eylül’ün yaratmış olduğu katliamlar ve ölümler, faili meçhuller devam etmektedir.

Bir sabah erkenden derin nefes aldık, bomba patlamayacak diye, fakat ertesi gün başlayan sorgular ve tutuklamalar sonucunda bir çok tanıdığımız, dostumuz, yoldaşımız, canımızı sokaklarda, caddelerde halıların, kilimlerin içinde ölülerini bulduk. Bir çoğundan haber dahi alamadık. Sabah alınan derin nefes bireysel kurtuluşumuz için olduğunu kısa sürede anladık, çünkü daha ağır koşullar altında yaşamaya zorlandık. Kültürümüz, duruşumuz, her şey ama her şeyimiz değiştirecek politikaların dalgaları altında yaşmaya zorlandık. Demir parmaklıkların gölgesi tüm yurdun üzerine vurdu.

12 Eylül henüz bitmedi, bitmiş olsaydı, ertesi gün nasıl olduğunu rahatlıkla anlatırdım…