13 Şubat 2010 Cumartesi

Benim başbakanım demeyi isterdim ama…

Benim başbakanım demeyi isterdim ama…

Başbakanın yeğeni tutuklanmış, tutuklanabilir, doğaldır. Geçmişte bir başbakanın yeğeni Türkiye tarihinde bir ilki gerçekleştirmiş, hayali ihracattan tutuklanmıştı. Daha sonra banka batırmaktan tutun, akla hayale gelmeyen hilelerin içinde de başrolü oynamıştır. Başbakan yeğeni olmak demek, tutuklanmamak anlamına gelmiyor. Tutuklanabilir ama onu savunmak ya da kendi gölgesi altında başka işler yapıp yapmadığı önemlidir. Her aile bireyi, aile reisi gibi kendisi gibi düşünecek ve yaşayacak değildir. Kendisi gibi düşünen ve yaşayanları gölgesinden yararlanırsa ve işlerini büyütüyor ve haksız kazanç elde ediyorsa sorun olur!

“O konuda ben zaten gerek valim, gerekse emniyet müdürüme açık ve net bir şekilde söyledim; gereği neyse yapın! Ben zaten yeğenimle başbakanlığımın ilk zamanlarında bir görüşmem olmuştur. Ondan sonra adeta yeğenliğimden silmişimdir. Benim değerlerimi, ilkelerimi paylaşmayan bir yapısı vardır. Şu anda hukuk neyse, yasalar neyi gerektiriyorsa onu yapmışlardır. Ben de buna saygı duyarım.” demiş başbakan, yeğeni hakkında sorulan sorular üzerine.

Konuşmada dikkatinizi çeken kelimelere bir bakalım, çünkü kelimeler insanın dünyaya bakışını temsil eder.

“… gerek valim, gerekse emniyet müdürüme…” bakanlara da bakanım diye hitap etmektedir. Kendisine aitlik duygusu içindedir… fakat bu aitlik duygusu farklı düşünen ve yaşayan yeğen olunca silmiş. Ona nasıl hitap ediyor? “Benim değerlerimi, ilkelerimi paylaşmayan bir yapısı vardır.” Der ama cümlenin önü vardır biz sonuna ekleyelim; “yeğenliğimden silmişimdir.” Evet, kendisi gibi düşünmeyen ya da yaşamayanı silmiştir, hiçbir tereddüt göstermez. Neden o uyuşturucu kullanır, neden o, o şekilde yaşamayı kendisine tercih ettiğini sorgulamaz, silmek ile ortadan kaldırdığına inanır. Ve bir gün tutuklandığında, karşısına çıkan sorulara karşın, bana neden soruyorsunuz ki, sildim zaten, valim ve emniyet müdürüm gereken ne ise yerine getireceklerdir der. Arkasında ben yokum demektedir, buna ihtiyaç duymuştur, neden? İhtiyaç duyacağı başka olaylar mı yaşamıştır? Örneğin bir ihalede, ihale yapan kurum başkanlarını aramış mıdır? Bir medya alımı satımı için bankalardan kredi için başvuru sırasında, ‘arkalarında ben varım’ demiş midir? Hemen aklımda bu sorular kendiliğinden gelmiştir. Hiç aramasaydı ve onlara bir şey demeseydi bu gibi sorular akılma bile gelmeyecekti ama aramış ya da aranmış sonuç olarak. Bu durum, bazı ‘hassasiyetleri’ ortada durmasına sebep olmaktadır.

Başbakan konuşması içinde benim imgesini sürekli kullanmaktadır. Benim valim, benim bakanım, benim emniyet müdürüm gibi, benim eşim, benim çocuklarım, belki yakında benim basınım diyecektir. Kendisine ait olan eleştirilere karşı savunma konumundadır, ona ait olanlara eleştiri mi yaptınız, başınıza mahremiyet gibi duygular girmekte ve savunurken saldırmaktadır.

En son meclis kavgası sırasında yapılan konuşmada tutanaklara giren cümleler; “Önce izan sahibi olacaksın.” demektedir başbakan ve devam ile; “Benim partimde bu şekilde bir yakıştırmayı yapan barınamaz.” der ama uzun süredir hala üye ve yönetici olduğu ortaya çıkar. Demek, gündeme gelmemiş olmazsa, orada durmaya devam edecektir. Fakat cevap olarak; “Lütfen, lütfen otur yerine! Otur yerine!” der ve “Susmayı öğren. Önce susmayı öğren. Dinlemeyi öğren.” “… ayrıca, eşime laf atamazsın!” diyerek kavganın fitili artık yakmıştır. İçindekini, kürsüden rahatlıkla haykırır; “Eşimi baş örtüsü sebebiyle GATA’ya sokmayanları müdafaa edecek kadar da izansızsın.!”… “Ondan sonra da, baş örtülüleri yanına çekmek için müdafaada bulunacaksın. Hadi oradan!” diyerek kavgalı oturum tutanakları burada biter.

Kavgada kullanılan kelimeler ve yöntem çıplak olarak ortadadır. Savun, saldır. Sonra gerçeği yok say ama gerçek saklanamayacak konuma gelmiş ise, gereğini yap!

Bu konuşma tarzı kendisi gibi düşünmeyenleri silmek üzerinedir. Gerçekleri kendi penceresinden görür ve o gördüğünün doğru olduğunu kabul eder. Başka doğrular yoktur, çünkü tek doğru vardır, o da düşündüğündür. O düşündüğü gibi yaşanmıyorsa, silinmesi gereklidir. Onun penceresinden bakanlar ise fedai olmaya hazırdır ve ceketlerini çıkarırlar! Bazıları da kalemlerini biler…

Avrupa Birliği mahkemelerinden alınan kararlar vardır, Türkiye bu kararlara uymak zorundadır ama hükümet kararlara yıllardır uymuyor, uymak içinde bir şey yapmıyor. Açılım adını verdiği çalışmalar ile zamana yaymakta ve kendi iktidarı dönemde uymamak için işi unutturmaya çalışmaktadır. Okullarda okutulan din dersi zorunluluğu devam etmektedir. Ne oldu mahkeme karaları? Başka alınan kararlar? One minutes ile geçiştirilecek şeyler değildir, çünkü içte yaşanan bir çok olay, zaman zaman yüzüne çarpıyor ama yok sayıyor. Dışarıda gelişen olaylara duyarlı olanlar, arka bahçelerinde ya da evlerinde yaşananları yok saymaktadır. Gündem değiştirmek ve yönlendirmek konusunda uzman bir ekip ile olaylar değerlendirilmektedir, yönlendirilmektedir.

Başbakan benim diyerek sahip çıkması güzel bir şeydir ama sahip çıktıkları arasında bazılarını siliyor ya da yok sayıyorsa kötü bir durumdur. Benim işçim orada aç kalıyor demiyor, yetimin hakkını yedirmem diyerek inatlaşmaktadır. Çözüm için bir çok yol olmasına rağmen, yok saymaktadır. Valisine telefon edecektir büyük olasılıkla ay sonunda, kaldır şu çadırları diyecektir. Havaların sıcaklığına soğuna bakmadan yapma havuzlar içinde işçilerin üzerine yeniden gaz sıkılacaktır büyük olasılıkla. Çünkü konuşmaları içinde bunun ipuçlarını açık açık ortaya sermektedir.

Benim başbakanım demeyi isterdim ama o beni kendisinden görmüyor, yok sayıyor! O yüzden, başbakan gibi ‘benim’ diyerek konuşamıyorum. Benim demediklerinin başına neler geldiği ortada değil midir?

11 Şubat 2010 Perşembe

Tüketici derneklerini daha duyarlı olmaya çağırıyorum!

Tüketici derneklerini daha duyarlı olmaya çağırıyorum!

Tüketici dernekleri halkı kandırmak isteyenlere karşı daha duyarlı olmalılar, çünkü o kadar değişik reklamlar ile beyinlerimize dokunuluyor ki, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bile anlayamaz hale geldik.

Son günlerde petrol ofisleri reklam vermeye başladılar. Reklamları baştan aşağıya kandırmaca ile dolu olduğuna inanıyorum ama ne yazık ki ekranlarda gösterilmeye devam ediliyor. Bir bankanın kartı için yapılan reklamda, benzin istasyonuna gelen bir müşteri, 100 TL’lik benzin ister ve o andan itibaren arabanın içinden hediye paketleri çıkmaya başlar. 100 TL benzin dolduğunda ise arabadan dışarıya şoför fırlar, çünkü o kadar çok hediyelik eşya vardır ki, artık arabada yer kalmamıştır. Benzin dolduran genç ise, kendisine ait olmayan ses ile, 100 TL benzin alana 30 Lira kart puan kazandığını söyler. Şimdi 30 kart puan ya da 30 TL ile arabayı doldurmasını isteyelim, reklam yapan firma gerçekten o kadar eşyayı alabilir mi? İçi boş kutu olsa dahi alamaz diye düşünüyorum. Kandırmaca, araba dolusu hediye ile seyirciye ulaşıyor!

Başka bir petrol firmasının reklamı var. Son dönemde heeeeyt diye bağırması ile ünlenen bir skeç kahramanı ve kahramanın benzin istasyonuna arabasını çekerek gelmesi. Ormandan gelmiş, ama izinsiz ağaç kesmiş! Yeşil yaprakları olan ağaçlar. Orman Bakanlığı izinsiz ağaç kesmenin cezasını açıklaması gerek! Hadi Orman Bakanlığı reklama bakmıyor, o halde ilerleyen sahnelere biz bakalım! Dizel benzin ister! Doğa koruması ve aşığı heeeyt adam dizel gibi doğa düşmanı benzini ister. Hadi bu bölümü ile yeşiller hareketi ilgilensin, nasıl olsa onlar grev ve benzeri konularla ilgilenmiyorlar, toplumsal olaylarda (ekonomik – siyasi) meydanlarda pek gözükmezler. Kadıköy’de yürüyüşlerin bazılarında düdük ötürerek gözükürler, o da çevre veya nükleer konusunda olursa… Hadi yeşiller hareketi, siyaseti sadece doğa olduğunda konuşulacak bir şey olarak görüyorlar, onlarında ilgisini çekmez. (onların ilgisini sanırım ekolojik üretim, eko tüketim ve ticareti çekiyor diyelim!) Güneş bize yeter derler ama doğa sporları içinde 4x4 gibi arabalarla safari gezilerine katılırlar bazıları! Çok mu haksızlık ettim, o zaman kusura bakmayın derim yeşil hareket dostlarım! Bu tarafını da bir adım ile geçelim, başka bir adım atalım! Adımlar bol nasıl olsa, yollar yürümek ile aşınmaz, belediye, elektrik, su ve doğal gaz çalışması olmazsa! Benzin pompasının önüne bir masa konur ve nayyyır diyerek yıkar, yaaalaaaan diye bağırır! Bu gösterisi, acil çıkış kapısı ve merdiveni bahanesi ile kapatılan tiyatrodaki yalan değildir. Resmen inanmıyorum, yalan söylüyorsun anlamındadır. O da bilimsel kanıt olarak pompa üzerinde asılı olan çıkartmaları gösterir. Hangi kişi ve kurum tarafından yapılmış olduğu alttan yazı olarak akmaz. Hepimiz biliyoruz nasıl olsa, şu tarihte yapılan, şu kurum tarafından onaylanan deney sonunda kanıtlanmıştır. Bunu söylersem ben yaalllaaaaan söylemiş olurum! Yok öyle bir şey, bende evde masayı devireceğim ama hatun buna izin vermedi, yere dökülenleri sen toplayacaksın dediği anda durdum! Dağılan şeyi toplamak çok güç, şimdi ben de bu reklamın bu adımında, nasıl toplayacağımı düşünüyorum!

Yallaaaan diye bağırır ve masa yıkılır. Mahallenin okumuşuna, sevgilisine sorar! Ee onlar yaban değil ki, modern, son model araçlar ile ekrana girerler ve … Hadi bundan sonrasını siz yorumlayın!

Yallaaan diye bağırırken, her şeyi duyan ve bilen biri girer sahneye. Sanki bütün gelişmeler yanında geçmiş gibi olaya bir araç ve ayakkabı ile, deprem etkisi ile giriş yapar. Yılların oyuncusu, nayır sözlerinin duayeni sahnededir. Aslı ve taklitçisi ya da şimdiki söylem ile çakması aynı sahnededir, pardon benzin istasyonundadır. Orijinali inanmalısın der! (kalın harfler ve bastırarak vurgular) Masaları deviren, naralar atan hemen kuzu rolüne girer, korkutan yoktur, uysal kabul eden vardır. Bir aslan kükrer, kedi miyav der! Aklıma öylesine geldi. Kayahan söylüyordu. Reklamda yok ama senaryo yazan tıpkı benim gibi düşünmüştür! Düşün laaan, diye bende bağırabilirim senaryo yazarına burada!

Seyirciye söyler inan! İnanmıyorum laaaan diye bağıran kaç seyirci vardır? Kadir, inanır, ama ben inanmam, çünkü bana çok yalancı geldi bu reklam.

Gereçeği araştırmak ve bizi inandırmak işi ise sanırım tüketici derneklerine düşüyor. Bu araştırmaları yapabilecek laboratuarlar sanırım yoktur. Enstitüler yok maalesef. Keşke olmuş olsa da onların vereceği güvenli raporlar ile reklamlara bir hizaya gelinse. Seyirciye inaaaaaan diye bağırıyor, konuyu anlamadan giren son model arabadan inen adam! İnanmıyoooruummmm leeeeeen!

İran savaşı yaklaşırken…

İran savaşı yaklaşırken…

İran savaşı üzerine bir çok yazı yazdım ve her seferinde beklediğim tarihte olmadığı ortaya çıktı. O yüzden bu yazımda uzun vadeli olarak yazacağım ama siz yine de kısa vadeli olduğunu farz ederek okuyun derim!

Amerika’nın en barışsever ve Nobel ödüllü başkanı Obama (bizde nedense hep Hüseyin eklenir) tarihin en büyük savaş bütçesini meclise sundu, büyük olasılıkla fire vermeden onaydan geçecek ve yaşama kavuşacaktır. Bu bütçenin açılımını istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Savunma bütçesi de deseniz olur, çünkü Amerika dünyanın her tarafında askeri bulunmaktadır, bir askerine bile saldırı olsa, ülkeye saldırı kabul edilebilinir. Hatta bizdeki gibi davalarda olduğu gibi, gerçekleşmeyen darbenin, gerçekleşmiş gibi davası olur, gerçekleşen darbenin davası olmaz. Irak işgali, ortada olmayan tehditler yüzünden oldu, işgal sonrası İngiltere başbakanı tehdidin olmadığını önceden bildiğini itiraf ederek bir döneme ışık tuttu. “Biri hayal gördü, milyonlarca insan öldü” sloganı ile tarihe geçen bir durum ortaya çıktı. Olmayan ama olacak gibi ya da olması yüksek tehditler yüzünden savuma yapılabilinir.

İran saldırısı işte bu noktada gündeme gelebilir. Çünkü Avrupa Reform Merkezi adlı düşünce kuruluşu tarafından hazırlanan NATO eski Genel Sekreteri George Robertson imzalı nükleer silah raporunda, Türkiye’de dahil olmak üzere ABD’ye ait nükleer silahlar, İran çevresinde ki ülkelerde konumlandığını belirtti. İlk defa, yarı resmi olarak bu nükleer silahların varlığı kabul edilmiş oldu.

“Sivil toplum örgütü Doğal Kaynaklar Savunma Konseyi (Natural Resources Defense Council-NRDS) ABD bilgi edinme yasasından yararlanarak elde ettiği belgelerden, askeri yayınlardan, ticari uydu görüntülerinden derlediği rapora göre, ABD'nin 1952-68 arasında NATO ülkeleriyle şu anda 58'i yürürlükteki 68 gizli nükleer anlaşması imzaladığı ortaya çıktı. 1984'de Kanada ve 2001'de Yunanistan NATO'nun nükleer grubundan çekildi. 6 NATO ülkesi, Türkiye, Almanya, Belçika, Birleşik Krallık, Hollanda ve İtalya nükleer anlaşmayı sürdürüyor.” Açık Gazete, 24-03-2009, http://www.acikgazete.com/ozel-dosyalar/2009/03/24/turkiye-deki-nukleer-silahlar.htm?aid=27998

Türkiye’deki nükleer silahların dillendirilmesi durduk yere olmuyordur diye düşünüyorum, çünkü Amerika, savunma amaçlı, göz dağı vermek amacı ile yarı resmi olarak açıklanmasına izin vermiştir, çünkü bu bilgiler bir amaç için açıklanır ve dillendirilir. Mesajın adresi bellidir.

İran son günlerde nükleer silah üretimi için kullanılabilecek teknolojiyi geliştirmek üzerine çalışma yapmaktadır. Barış için yaptığını söylediği çalışmalar, nükleer silaha dönüştürülebilmektedir. Zaman zaman gazete başlıklarına da çıkan bir restleşmekten bahsedebiliriz. İran, Irak gibi sözde değil, özde tehdit oluşturmaktadır diye de İran’ın ne kadar köklü devlet olduğu vurgulanır. Bir yerde tehdit var ise, Amerika orada savunmaya geçer. İşte bu savunma, Nobel ödüllü Obama için neden olarak ortaya çıkar!

Daha çok kitleyi öldürecek silahlar üretilmesi için, Amerikan borsasındaki dalgalanmayı pozitif yöne çekmek için, Mortgage yüzünden zor duruma düşen banklara ‘can suyu’ olması için savunma bütçesinin rakamı (708 milyar dolar) yukarıya çekilir. Bu istemin arkasından kötü niyet aramak, bizim Hüseyin’i üzer! O yüzden gelmekte olan İran savaşı bizim gündemimize düşmez, çünkü İran bize komşu ülke değildir, çok uzakta olan ve bizim ile alakası olmayan yerdedir! Arada, kış aylarında kullanmadığımız doğal gazın parasını öderiz, içte artan doğal gaz ücretleri için neden olur. Zam açıklanmaya yakın İran anımsanır.

Olacak bir İran savaşı/ müdahalesi, petrol fiyatlarının artmasını getirir, petrol fiyatlarının artması ise, dünya savaşı olmadan dar boğaza girmiş kapitalist sistem için geçici bir nefes alma alanı açar. O alan içinde, çöken ekonomiler yeniden organize edilmesi, hatta yeni Marshall yardımlarının ortaya çıkmasına sebep olabilir. Avrupa’nın üç ülkesi şu sıralar hasta yatağına yatmış, ameliyata alınacak günü bekler konuma gelmiştir. Sırada bekleyen diğer ülkelerde durmaktadır. Bizim gibi kronik konuma gelmişler için, yeniden dışarıdan atama bakanlar gelebilir. Çünkü dışarıdan gelen bakanların düzenlediği reçetelerin etkisi ortadan kalkınca, eski kronik duruma hemen dönülmektedir! Kronik durum hasıl olunca, eski kavga olacak sorunlar gündeme gelir ve kronik durum gözden düşürülür! İran savaşı / müdahalesi bu durum için ilaç olma özelliğini gösterebilir. Bu durumda barış ödüllü başkan, bir taş ile birden fazla duruma müdahil olabilir.

Belki aldığı ödülü hak etmiş olmayacak ama kendisi ve temsil ettiği sistem adına büyük başarıya da kısa yoldan imza atmış olacaktır. Savaşı başka topraklarda karşılayarak hem kendisini savunmuş olacak, hem de iç sorunlarını ve kendisi ile hareket edenleri kollarının arasına alarak, kendisine bağlı (ülkeleri) bir il konumuna dönüştürecektir. Marshall yardımları sonrası oluşan minnettarlık duygusu hala bir çok ülkede etkisini sürdürmektedir. O dönemde yapılan savunma anlaşmalarının yürürlükte olması bunu kanıtlamaktadır.

Savaş bulutları doğu illerimizin üzerinde toplanırken, doğudan gelen savaş rüzgarı, ülke genelinde ve çevre ülkelerde kasırgalara neden olabilir! Bu anonsu metroloji yapmayacaktır ama biz şimdiden yapalım! Ya da oluşacak olan deprem duyurusu gibi olabilir; her an deprem olabilir, ona göre hazırlıklı olalım! Yıkılabilecek olanları duvara montaj edin ama siz siz olun yine de temele iyi bakın, kullanılan betonun kalitesini kontrol ettirin! Beton deniz kumu ile olmuş ise, bari demire baktırın, kırık demir olmasın! İstanbul için düşünülen felaket, ülke için olmuş olabilir, siz siz olun tedbiri elden bırakmayın!

9 Şubat 2010 Salı

Gazete başlıklarını dinliyorum!

Gazete başlıklarını dinliyorum!

Sabah gazeteleri dinliyorum, gözlerim uyku sersemliği içinde! Bilincimin ne kadar açık olduğunu ise, dikkat kesildiğim haberlerden öğreniyorum! Her ne kadar kulaklarım ile duymuş, ekrandan gazete görüntüsüne bakmış olsam da, öğlen saatlerinde kağıt üzerinde de gazeteyi görmem yüzünden, dikkatimi tamamı ile oraya da yönlendiremiyorum!

Sabah gazete okuma yerine, gazete dinler konuma geldim. Gazeteler, köşe yazarları okunuyor. Her kanal kendisine göre köşe yazarını okuyor, kendi grubunun gazetesinin başyazarı, onlarında ilk okuduğu yazardır. İçeriği önemli değildir, kural konmuş, okunur! Adam saçmalamış, saçmalamış önemli değildir, ondan sonra gelen o grubun yorumcuları da, o yazardan alıntı yapar konuma gelmişler.

Gazeteler okunuyor, köşe yazarları okunuyor, daha sonra Ankara temsilcilerinden gündeme ait görüşler alınıyor. Ortak yön ise, görüş bildiren, kendi düşüncesini ve yorumunu ortaya koyarken, politikacılara ve gündem belirleyenlere akıl veriyor konumda olmalarıdır. Ben onun yerinde olsa diye başlayan cümleler. Onun yerinde değilsin be adam, sen gazetecisin ve haberi gazeteci gibi yorumla diye bağırıyorum ama camdan öte tarafa gitmiyor. Ne kadar çok akıllı gazetecimiz varmış! Gazetecilere verin ülkeyi, dümdüz yaparlar!

Gazeteci, gazeteci olmaktan çıktıktan sonra ne hallere düştü? Yorumcu, sonra namlunun ucundan bakan embedded konuma gelmiş. Katil, hedef aldığı yöne nasıl namlusunu dönderirse, gazeteyi silah olarak gören işadamları da, gazeteciyi de namlu gibi hedefe rahatlıkla döndürebilmektedir! Gazeteci, iş takibine alıştı, çünkü patronu gazeteci değil, iş adamı. Patron için, gazetenin kar etmesi veya yüksek verdiği maaşı hak ettirmek için, gazetecisine görev verebilmekte ve ihale peşinden koşturabilmektedir.

Bazı gazeteciler, patronlarından aldığı maaşı düşük bulup, yaptığı haberlerden para talep edebilmektedir. Haberlerin içinde, bir tarafa övme ve göklere çıkarma varsa, düşünüyorum ki, oradan bu gazeteci nemalanmış ya da haber merkezinden biri haberi değiştirerek, o nemalanmıştır! Gazeteci haber kaynağından olaylara bakar olmuş konumdadır. Bağımsızlık, ‘işini bilenlerin’ çoğalması ile ortadan kalkmıştır.

Sabah haberlerinde, mizah var, ders verir gibi konuşmalar var, bir de izleyicisini aptal görenler var. Her konuda bilgi sahipleri ki, her sabah o engin bilgilerini bizim ile paylaşırlar. Bize yorum yapma hakkını bile çok görürler, çünkü en doğruyu, en iyi şekilde anlatanlar onlardır. Onlar hem ilericidir, hem muhafazakardır, hem Kemalist’tir, hem demokrattır, hem liberaldir hem diye devam eden sonsuz sıfatları içinde barındırırlar. Gündeme de uygun kimlik takarlar, şartlara uygun tavır alırlar ve hep orada kalırlar.

İşini bilen gazeteci, dış gezilerini de devlete yüklerler. Haber peşinden gider gibi devlet büyüklerine yapışılar, yapışamazlarsa zorla davet ettirirler kendilerini, nüfusları ona yeter! Boş götürdükleri bavullarını, dolu getirirler! Haberleşmeyi gazeteye yüklerler, her türlü fatura haber için şişirilmiştir. Yurt dışından eşe dosta kart gönderme yerine, bir alo demek daha keskindir. Alooo ben şuradan arıyorum demenin keyfi başkadır. Devlet büyükleri kaçamak yapmazlarsa, gazeteci çevreyi görme bahanesi ile kaçamak yapar! Her kaçamağın macerası da öteki geziye kadar, iş arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatılır! Alış verişi haber masrafı olarak gösterir, her şey kağıt üzerinden kazanılır.

Gazeteci kağıt üzerine yazdıkları ile hayatına biçim verir! Bir de dijital ekrana! Teknoloji gazetecinin elinden kağıdı aldı, daktiloyu müzeye kaldırdı, klavye üzerinden düşüncesini yazar konuma soktu. Şimdi klavyede kalkıyor, ekrana dokunarak yazılacak!

Bazı gazete yöneticileri ise, hayatlarında binemedikleri arabalara, ulaşım araçlarına bu farklarını iyi kullanarak binerler. Deneme sürüşü gibi, her gün araba değiştiren yayın yönetmenlerine bizim basın içinde görülmeye başladı! (elbette bazı medya patronları ve yöneticileri de araba değiştirir gibi yatağına aldığını değişmektedir. Genç, güzel ya da yakışıklı, fantezisine yanıt verenler, ekran önüne çıkmayı hak etmiş olurlar!) gazeteci dediğin işini bilen, kuşanan ve çapkın olarak yaşayandır! Gazeteci çapkın olmazsa, o çılgın haberleri nasıl ortaya çıkaracaktır! Gazeteci gereğinde çok bağıran, gereğinde yumruk atan kahramandır. Gazeteci toplumu değiştiren dönüştüren görülmez kahramandır! Süperman gazeteci değil miydi?

Bizim süperman gazetecilerimizi her daim tartışma programlarında görüyorum! Gazetecilik gerçekten neydi, göreniniz var mı? Eşi dostu sayesinde bir yere gelenler, şimdi o koltuklarından olmamak için kendilerini ulaşamaz kıldılar, bu sayede farklı olduklarını ve akıllı olduklarını tüm izlercilere göstermiş oluyorlar! Arada biz nasıl adam oluruz gibi soru sorarlar, adam olmadıklarını bildikleri için ama onlar o adam olmayan kesimin içine kendilerini koymazlar! Kim koyar ki kendisini, batan gemide ilk denize düşen konumuna? Bütün gazeteciler süperman değil ama bazıları süperman olduğunu sanıyor! Arada görüyorum, telefon kulübesi arayan gazeteciyi!

Gazetecilikte dış görümünde önem kazandı, bilgi değil, saçını arkaya atabilenler ekranın gözdesi, birinci sayfanın müdavim röportaj ustası olabiliyor! Gazeteci mankenler, poz verenler çoğalması tesadüfi mi dersiniz? Önce gazeteci, sonra poz veren!

Gazeteci işini bilendir! Akıl veren, işini bilecek değil mi? Basın ilkeleri vardı değil mi bir zamanlar?

İçsel bir söyleşi…

İçsel bir söyleşi…

Geçenlerde bir yazı yazdım, yazı üzerine telefon ve sms trafiğimde farklılıklar oldu! Beklemediğim bir tepki aldım, o konuda yazdığım yazı üzerine… Kendilerince haklılar belki, çünkü haklılık kavramı, nereden baktığın ile bağlantılı değişmektedir.

Adını anmadığım ama kötü reklamını yaptığım yayın kuruluşları benim gözümde konumunu hala değiştirmedi, çünkü duruş noktam değişmedi. Duruş noktamı değiştirecek de her hangi bir olumlu adım görmedim açıkçası. Şimdi bu yazı yazma ihtiyacı neden duydum?

Bu sorunun yanıtını, çünkü ile başlayan, belki onlarca neden üretebilirim, fakat aslına bakarsanız beni bu nedenlerin hiç biri ilgilendirmiyor, çünkü ne benim bakış açımı onlar değiştirebilir, ne de ben onların bakış açısını. Çünkü geldiğimiz ve aldığımız kültür farklılıkları var. Bir kırılmanın sonucu başka noktalara düşen ama geçmişte, belki ortak noktaya bakan insanlar, belki acıların bir bölümünde özdeşlen, empati kuran insanlar, şimdi tercihleri ile orantılı olarak başka noktalarda durmakta ve o noktalardan dünyayı yorumlamaktadırlar. Bu farklılık, ortak noktaların azalmasını, çıkar çatışması ile ortaya daha da serilmesine sebep olmaktadır.

Duruş noktamız, tarih yorumunu ve tarihe bakış açısını aslında pek önemsemediğimizi, fakat bizi belirleyen, yönlendiren bir duruş olduğunu gözden kaçırırız. O yüzden tepkilerimizi, bakış açısından yoksun, bilinç ile değil, duygusal vermeye devam ederiz. Neden tepki verdiğimizi düşünmeyiz, çünkü bize haklı olduğumuz öğretilmiştir ve duruş noktamıza göre tek doğru vardır. Doğrularımıza karşı başka doğrular ortaya çıktığında, onu kabullenemeyiz bile, çünkü bizim için o doğrular aslında yanlıştır!

O adını anmadığım medya kuruluşlarının içine ilişkin yazım sonucu, tek doğru bakış açısına uygun olarak değişik tepkiler aldım. Doğaldır dedim ve savunmaya geçme gereğini bile düşünmedim, çünkü benim için o kadar önemli bir durum değildi. Sonuçta, bahis konusu emek hırsızlığı ve paradır. Para dediğiniz nedir ki, bugün odanıza hapsettiğiniz para, pencere açılır açılmaz uçar gider. Sonuçta odanızda paranın izi bile kalmaz. Odada yaşayan sizsiniz ve sizin dostlarınızdır. Tabi, bu para yüzünden dostunuzu kırmışsanız, para ile birlikte oda uçar gider. Pencerenin açılmasını beklemeden, daha önce belki cam kırılır gider!

Medyanın yeni/eski sahibi, eski sahibi ile arasında para vardır. Eskiden aynı odada sohbetlerin ve kahkahaların bol olduğu ortam artık yoktur. Yeni sahibinin yanında eski ibaresini kullandım, çünkü yayın kuruluşu var olduğu günden beri ortağıdır. Geçmişin biriken borçları ondan habersiz değildir, ama ortaklardan biri olduğu için üzerine alınmaz, çünkü yayın organını tek başına üstlenenli henüz olmuştur, bir yılın içindeki rakamlar kadar! Üstüne bir borç zümresine düşmesine izin vermez, çünkü var olan borç, yayın kuruluşunu en son bırakanındır. (eskiden başbakan olanlar, eski başbakandan enkaz aldığını söylerdi, üstüne alınmazdı, bana onu anımsattı bu durum, konumuza hemen dönelim, dağıtmadan, değil mi?) Aralarında konuşmuşlardır, konuşma sonucu öyle kabul edilmiştir. Eski ortağı ise borçludur, ödeyecek bir kuruşu yoktur. Fakat ele güne karşıda rahat davranır, evet der borç benim, ama verecek konumum yok, anlayışlı olun der! Aralarında yaptıkları bu anlaşma herkesi bağladığını sanırlar, çünkü ahlakidir sonuç olarak! (öyle sanılır, çünkü bugünkü yaşam anlayışı bu bakış açısını doğallaştırmıştır)

Aralarında dostluk yoktur, çünkü birbirlerinin yüzüne gülümseyen ama arkasından her kelimenin / sözün çıkmasına izin verilen bir durum yaşanmaktadır. Dün artık yoktur, bugün vardır. Bugün, birbirlerinin dostları, ötekini düşman olarak görür, (ötekini düşman görmek için, birinin yanında dost olarak kalması gerek, cepheleşme yaşamın ayrılmazıdır, en ufak neden yeni cephelerin açılmasını doğal kılar, cephe olmadan yaşanabilinir mi?) sessiz bir kavga, asılı kalır havada!

Söz senettir, senetleri kaldırımlardaki rüzgar toplar, o kadar çok söz senedi toplanır ki, hortum oluşur! Kimse önemsemez, yaşanan süreç hortumların bol olduğu süreçtir, dünü yoktur. Yarını, belkiler ile doludur!

Eski ortağı borç batağında bir yayını işletmesini almıştı, (anımsayan var mı, o tarihi? O gün konuşulanları, arlarında tuttukları metinleri? Kimin umurunda ki, dün dünde kaldı, nasıl olsa sözler rüzgara bırakıldı, tarih rüzgarı onları uzağa taşımıştır, dönüşü olmayan yoldadır!) işleteceğini ve yeniden ses veren bir yayına dönüştüreceği iddiası ile el atılmıştı. El attığı şeyin, işletmesinin ses vermek ile alakalı olmadığını kısa sürede öğrenecek, başka neden ve sonuçlara dayalı olduğunu kısa zamanda anlayacaktı. Dönüşü olan ama bir ispat üzerine yola devam edilecekti. (Ezilmiş toplumlardan gelen bireyler, neden hep kendilerini ispatlamak zorunda olduklarını hissederler? Bu duyguyu yaşayan ve sonuçlarını gören tarih, sessizce gelişmeleri izledi, çünkü ispat etmek isteyenin gözü; tarihi ve tecrübeleri görmez, ispat körlüğünün içinde, zararın en kısa yolundan dönmeyi gurur meselesi yapar. Kazanmak için her şeyini oraya aktarır ama artık uçuruma düşen su damlacığı gibi ya buharlaşıp uçup gidecektir ya da diğer düşen damlalar ile buluşacaktır, çünkü toplum içinde uçurumdan aşağıya düşen o kadar çok damla mevcuttur ki!) Bu ispat olayını eski ortaklar görmüyorlar mıydı? Gözlerinin önüne bant mı çekilmişti, çünkü nereden bakarsanız bakın, yıllardır serbest piyasa içinde pişmiş, başarılı olmuş iş insanlarıydılar. Dur deme cesaretleri vardı, ama beklediler. O ortaklar toplantısında sadece içki içilip sohbet edilmiyordu sanırım. Hesaplar ortaya serilip, neler olduğu rapor ediliyordu. Fakat dün dündür, o dünün hesabı olmaz. Emekçilerin maaşı da dünde kaldığına göre, dünün hesabı kesilmiş ve dünde kalmıştı. Bugün gündeme getirmek demek, yeni emekleyen yayına çelme takmaktı. Emekleyene çelme taksanızda düşmez!

Dünün sorumluluğu paylaşılmıştır, vicdanlar rahattır. Yılların biriken borçları, yılların biriken olumsuzlukları yok sayılmıştı. İlk defa o yayının kapısından girdiğimde, bir genç yayın devam etsin diyerek, bir ocak etrafında, battaniye altında kapıyı çalan alacaklara karşı radyoyu savunmaya çalışır görmüştüm. Her kapıyı çalan, yayından ses duyduğunda, gelenlerden oluşuyordu. Birikmiş borçlar isteniyordu. Alacaklılar sucu da oluyordu, yakındaki büfe sahibi de. Birikmiş, biriktirilmiş bir durum söz konusuydu. Çalışan, inadına orada kalmış, yeni gelen patronun kaprislerini çekiyordu. Yeni gelen, her şeyi iyi bilirdi, parası olan karar verebildiğine göre, dünde yaşananlar dünde kalırdı. Yeni gelen ile başlar, her şey! Dün yoktur!

Dün olmadığı içinde, her işin başına oturan emekleme dönemini yeniden yaşar, çünkü birikim yok sayılır! Hep yön değiştirir, yayını takip eden değişir ama ortaklar içinde birileri hep olur! Bir köyde kumar masasına dışarıdan gelecek biri beklenir, gelsin ki, hayat hareket edebilsin, çünkü bir birine vere vere artık kumarında bir çekiciliği ortadan kalkmıştır. Dışarıdan gelen, eskiler için taze para demektir, fakat pencereyi bir açmaya görsünler, hemen uçar gider, sonuçta lamba ışığı altında masa başı sohbetinden iz bile kalmaz! Çünkü dün dündür ve dünün hesabı olmaz! Tarih, hep yeni başlangıçlar ile başlar! Tarihin başlangıcı ve sonu olmadığını kimse düşünmez!

Sorumluluk paylaşılmaz, sorumluluk hep birilerine yüklenir, o yük altında birilerin ezilmesi beklenir. Ezilen ezilir, kalan sağlar bizimdir. Şimdi düşünün, o yayın içinde kaç insan çalışıp gitti, kaçı bugün dostluk içinde, kaçı yalancı gülümsemesini üzerinde taşıyor?

Pencere açıldın mı, insanın yüzünde yalancı gülümseme bile kalmıyor, çünkü para ile birlikte dünde yok olup gitmiştir. Ne dostluk, ne ortak anılar kalmıştır! Adını bile anmadığınız geçmiş kalmıştır elde, oda en kısa yoldan çöpteki yerini alması sağlanır!

Neden yazdım bu kadar uzun yazıyı, aslına bakarsanız bende bilmiyorum, dün bir şeyler mi yaşanmıştı, ben geçenlerde bir yazı mı yazmıştım? Neden beni aradılar ve sms çektiler? Allah Allah neden acaba? Teknoloji işte, geçmişte sms mi vardı?

7 Şubat 2010 Pazar

Action film seyrettim!

Action film seyrettim!

Bugün bir polisiye filme baktım. Bir insanı kurtarmak için kaç bomba patladı, kaç kurşun harcandı, kaç kişi hayatını kaybetti, çetelesini tutamadım. Amerikan kovboy filmlerinin yerini action filmler aldı. Ölen insanların ne kadar değersiz olduğunu gösterdiler…

Ölenlerin ne mezarı oluyordu, ne hayat hikayeleri. Bir kurşunun önünde duruyor ve ölüyor. Bir patlamanın içinde yer alıyor ve ölüyor. Ölüm sıradanlaşıyor, yaşamın ucuz olduğu ortaya çıkıyor. Kahramanlara bir şey olmuyor. Her action filmin bir yakışıklı bir de güzeli var. Yakışıklı yaşlıda olabiliyor ama güzel hep taze ve sokak ağzı ile çıtır! Her çıtırın ses çıkardığı bir de sahnesi.

Action filmlerde ölenlerin çetelesi yapılamıyor, polisiye ve dedektif rolünü oynayanların kahraman olduğu, yasaları duruma göre değiştiren hâkim görevi görülüyor kahramanlarda. Kahraman işine geldiği ve senaryo gereği istediği engelli bir kurşun ya da yumruk ile aşabiliyor. Eğer polis ise, muhabir vatandaşa her türlü işkence yapmayı kendinde hak görüyor ve uyguluyor. Paranın açmayacağı kapı yoktur gereği, konuşacak insana para sunuyor, paranın işe yaramadığı yerde zor devreye giriyor.

Action filmlere bakarak yerli versiyonları çıkıyor. Bizden olunca kendisini ona özdeşleştirende ortaya çıkıyor. Her kapıyı açan silah, para yani güç birilerin gözünde hayatta da uygulandığı sanısını ortaya çıkarıyor, çünkü bu filmlerde emeği ile geçinen pek yok. Bu kadar güç gösterisi sonunda parada, kadın da, yakışıklı erkekte kahramanın oluyor. Kahramanlık kavramı da döneme göre değişmekte ve her dönemin kahramanın uyguladığı yönetmenlerde farklı oluyor. Dedektif filmlerindeki akıl yürütmeler bu action filmlerde olmuyor, akıla gerek yok, nasıl olsa gerçeği ortaya çıkaran silahtır, paradır ve kuşkulanın adı ve şöhreti de vardır. Kuşkulananın adamları ve çevresindekiler her an hedeftir ve hedefe giren yok olur.

Action filmlerde her şey seyircinin eğlenmesi içindir. Mizahi öğelerde kullanılır. Aşağılanan insana güleriz. Onu gülünç halde görürüz. Düştüğü kötü duruma kahkaha ile gülmeye hazır bir kitle vardır. Eskiden olsa sinema salonu alkıştan devrilirdi ama şimdi gülmekten sarsılıyor, eğer o salon seyirci bulmuş ise.

Action filmlerde konuşma bozulur, kendisine ait argo sözler üretilir. O argo sözler film gündemdeyken sokağın dili olur. Sokak olunca ülke ve dil ortadan kalkıyor. Evrensel bir ile insanlara ulaşıyor. Bir anda orada gösterilen simge ve dil yeni bir dalga olarak toplumun üzerine yansıyor ama etkisi balon köprücüğü gibi kısa sürede ortadan kalkıyor. Action filmlerin hangisi akılda kalır diye sorarsanız, akılda kalması için üretilmez, bir anlık para kazanmak için üretilir ama alttan alta bir ideolojiyi de insanlara verir. Evrenin küçüldüğünü hissederseniz, çünkü kahramanlara sınır yoktur. Her sınır aşılır ve yeni sorunlara çözüm üretir. Sorunun çözümü için her türlü zorbalık hoş görülür.

Irak işgalini anlatan action filmleri yapıldı, o filmlerde Araplar kötü, kurtarıcı beyaz adam kötü adamı yok eder. Irak mekanını ortadan kaldırın, Meksika koyun. Türkiye topraklarını kullanın, değişen bir şey olmaz. Bizim action filmimiz Irak’a gider, Suriye’ye gider. Vizenin olmadığı ülkede çekim yapar. Olanak olsaydı eğer, Amerika topraklarına gider, orada akıl odalarına girer ve bizim geleceğimizi ilgilendiren haritaları yırtar! Olanak ile sınırlıdır! Olanağı geniş olanlar ise gelir, bizim sarayımızdan kız kaçırır gibi elması çalar!

Action filmlerde insanın yaşamasının önemi yoktur. İnsan hakları kavramı o da ne? İşkence serbesttir. Sigara sahneleri mozaikleştirilir, sigaranın üstü. Kahramanlar olmasaydı, nasıl yaşardık bu dünyada? Emek mi, o da ne, emeği ile geçinenler birer kurbanlık koyun gibidir, bazıları kasabın elinden kaçan gibi boğa olurlar ama sonuç değişmez!

Action filmi seyrettim, eğlendim. Bol bol kan, kurşun, silah, bomba gördüm, ama kahramanın sevişme sahnesi kötüydü! Siz action filmlere bakarken ne hissedersiniz?

Hacıbektaş kasabası özelliğini kaybederken…

Hacıbektaş kasabası özelliğini kaybederken…

Hacıbektaş orta Anadolu’da yer alan küçük bir kasabadır. Tarih önünde zaman zaman önemli olmuş ama her zaman dikkat edilmesi gereken yer olarak yer almıştır, devlet erkini elinde bulunduranlar için. Hacıbektaş, Kapadokya’nın ucunda yer alan, Erciyes dağının lavlarının ulaştığı bir noktada yer alır.

Hacıbektaş, diğer Anadolu kasabaları gibi sıradan bir yaşam sürer, fakat diğerlerinden ayıran en önemli özelliği Hacıbektaş-ı Veli’nin türbesinin burada olmasıdır. O türbe aynı zamanda Aleviliğin merkezidir. Osmanlı imparatorluğu zamanında ise Bektaşiliğin merkezi olarak kabul edilmiştir. Hacıbektaş’ı, devletin resmi tarihinde uzlaşmacı ve ulvi olarak göstermek olağan karşılanmıştır, fakat o oraya bir katliam sonucu kaçtığı ve orada örgütlendiği hep gözden kaçırılmaya çalışılır. Anadolu Selçuklu imparatorluğu döneminin son dönemlerine gelen katliam -bazılarına göre soykırım- sonucu Hacıbektaş kasabasının olduğu yer önem kazanmıştır. O dönemin hükümetinin çok uzağında olmayan bu yerleşim birimi, Hacıbektaş ile birlikte önem kazanmış ve o öneme uygun yapılanmaya gitmiştir. İçe kapanık, dıştan gelecek saldırılara karşı bir sur içine yerleşmiştir. Bu kasabanın öncesi yerleşimlerinde olduğu, içinde var olan arkeolojik çalışmalar ile ortaya çıkmıştır. Rum diyarı kabul edilen bu topraklarda, Hacıbektaş kendisini koruyacağı ve geliştireceği bir merkez kurmuştur. O merkezde müritler yetiştirmiş, Anadolu toprağı üzerinde alevi birliğini yeniden sağlamak için öğretiler geliştirmiştir, mektuplar yazmıştır. Kendisini korumak içinde, devlet erki dışında güç birlikleri de kurduğu, o döneme ait söylencelerde mevcuttur.

Cumhuriyet rejimine kadar Osmanlı, unuttuğu topraklardaki bu merkezi kontrol edebilmeyi hep önemsemiştir ve Nakşibendi tarikatı üyesi bir devlet memuru tarafından türbe yönetilmiştir ya da gözlemlemek için bir memurunu hep orada tutmuştur. Hacıbektaş dergahını kontrol etmek demek, balkanlara hükmetmek anlamına gelmektedir. Çünkü Osmanlı devlet yapısını balkanlar üzerine kurmuştur. O diyarda kansız fetihleri yapan, toplumu Müslümanlaştıran en önemli tarikat, Bektaşi tarikatları ve babalarıdır. Osmanlı askeri yapısının bir döneme etki yaptığı ve ayaklanmalar ile kendisinden söz ettirdiği resmi tarih içinde yer almaktadır. Fakat bu ayaklanmalar sadece padişah ve sadrazam değişimin ötesinde bir anlam ifade etmemiştir. Rejime karşı bir ayaklanma yoktur.

Cumhuriyet rejiminin kurulmasının hemen arkasından, tarikatların kapatılması ile birlikte Bektaşi ve Alevi tarikatları da yasaklandı. Yasak 1964 yılında müze açılımı ile birlikte bir anlamda delinmiştir. Yılda bir yapılan müze açılması kutlama merasimleri, yeni ibadet günü gibi algılanmıştır ve o günler, ülke coğrafyasında yer alan Alevilerin buluşma gününe dönüşmüştür. Aleviler, kendilerini resmi makamlarda anlatamamalarına rağmen, geleneklerini gizli de olsa yaşatmışlardır ve Osmanlı’dan gelen alışkanlıklarını değiştirmemişlerdir. O yüzden, yeni rejim aleviler hiçbir şey katmamış ama bir çok şeyi alır konumda örgütlenmiştir. Yeni ulus devleti, Osmanlı’da olmayan baskı araçlarına yeni düzenlemeler ile hayat vermiş ve tek dil, din, mezhep, ırk söylemi üzerine örgütsel ve yasalar çıkarmıştır. Bu baskı araçları sayesinde dağ ve dağ ile çevrili yerlerde kendi yaşamlarını süren aleviler, asimilasyon için ‘çıbanbaşı’ olarak görülmüş ve o ‘çıbanbaşlarının’ kesilmesi devletin resmi yazışmalarına kadar yansımıştır. Aleviler, yok edilmesi gereken bir inanç toplumu olarak görülmüştür. O yüzden, yok edilmesi gerekenlerinde devletin üst mevkilerine çıkmasına izin verilmemiştir. Devlet, onları içine kendine benzeterek kabul edeceğini göstermek için, Hızır paşaları yetiştirmiştir. Alevi olan ama karar mekanizması alanında olmayan aleviler, devletin içine alınmıştır. Alevi öğretmenlerin çok olması tesadüfi değildir, çünkü rejim kendisine ait kuşak yetiştirmeyi Hızır paşalara vermiştir!

Aleviler, cumhuriyet rejimi içinde 1980 yılına kadar yok sayılmıştır ama devletin bekası içinde fazla ellenmemesi gereken kesim olarak görülmüşlerdir. Çünkü aleviler, cumhuriyetin ‘bekçileri’ olarak görülmüştür ama hiçbir zaman ‘general’ olmalarına izin verilmemiştir. 1980, 12 Eylül idaresi Alevilere yeni rol verilmiştir ve hepten yok edilmesi gereken mezhep olarak görülmüştür. O öngörü ile, alevi köylerine camiler yapılmıştır. Camiler ile birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı Alevi bakış açısını daha da dillendirir olmuştur. Alevi inancı ve yaşam tarzı resmi devlet İslam geleneğine uymadığı için, ‘sapkın inanç’ olarak kabul edilmiştir. Yoldan çıkanları yola getirmek devletin işiydi ve ona göre devlet her türlü baskı aracını Alevilere karşı uygulamıştır.

Bugün Alevilere bakış açısı ve uygulamaları 12 Eylül ile başlamadı ama en çıplak hali ile uygulama 12 Eylül ile başlamıştır. Daha hoyrat ve direk karşısına almıştır. Şehirlerin büyümesi ile birlikte aleviler şehirlere gelmek zorunda kalmıştır, çünkü yeni ekonomik politikalar onları yaşadıkları alanda yaşamalarına olanak tanımıyordu. Kendi koruma alanlarından çıkan aleviler, yeni yaşama uyum sağlamak için kendisine ait savunma mekanizmalarını kurmuştur. Cem evleri bu şehirleşen alevi yaşamının ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır ve heterojen olan alevi inancı bir sistematik içinde kendisine yol aramaktadır. Bu süreç bitmiş bir süreç değildir, çünkü kendi homojen yaşamından kopan, şehirlere gelen ve orada heterojen bir alevi anlayışı içinde kendisini bulmuştur. Bu buluşma ortak noktaların ortaya çıkması ile birlikte yeniden evrimleşmektedir ve biçimlenmektedir. Bu değişim, elbette içinde bir çok olumsuzluklarında yaşanmasına sebep olmuştur, fakat akan su yolunu bulması gibi Alevilikte şehir yaşamı içinde kendisine alanlar açmıştır.

Hacıbektaş, alevi açılımı ile birlikte yeni bir statüye kavuşmalıdır, çünkü bu açılım Alevilerinde artık bir merkezi olması gerektiği ve o merkez etrafında yeniden biçimlenmeyi ifade etmektedir. Devlet dini, dini yok eder ve yeniden yaratır. İktidara gelmemiş olan Alevilik, devlet dini olmamasına rağmen yok olmakta ve yeniden yaratılma sürecindedir. Bu sürecin sağlıklı bir şekilde raya oturması için, alevi önderlerin buluştuğu ve yönlendirdiği merkez; vakıf ve derneklerden çıkarak, Hacıbektaş ilçesinde alevi konseyine dönüşmelidir. O konsey tıpkı diğer dinler ve inançlar merkezleri gibi ritüel yönlendirici olmalıdır.

Hacıbektaşlı olmak ise alevi / Bektaşi inancı dışında bir durumdur. Hacıbektaş bir aşiret kasabası değildir, aşiret olmadığı içinde, içinde her türlü görüşün olması kadar doğal bir şey yoktur. Sağcısından solcusuna, Hızır Paşa’sından, Pir Sultanı’na kadar her renk yer alabilmektedir. 12 Eylül öncesindeki gibi Ulaş Bardakçı ve ilk TKP’li öğretmenin memleketi özelliğini korumuyor. Bugün değişmiştir. Günümüzde Hacıbektaşlılar içinde, Türk ırkçısından, devrimcisinden, komünistine… Bu kadar değişik rengin ve siyasi görüşün burada yaşaması, Hacıbektaş’ın yapısının değiştiğini de kanıtlamaktadır. Hacıbektaş yeni yaşamın getirmiş olduğu değişimi olduğu gibi yaşamaktadır ve geleneğinden, dirençli ruhundan koparılmıştır. Kendisini koruyan değil, içine aldığı parazitler ile parçalanan bir yapıyı yaşatmaktadır. Eğer aleviler içlerinde oluşan parazitlerden kurtulamazsa, sonuç itibari ile kasabanın sonu gibi olacaktır.

Eskiden Hacıbektaşlı olmak solcu olmak, devrimci olmak gibi algılanırdı, bugün Hacıbektaşlı dendin mi, kafamın içinde hep soru oluşuyor, acaba bu Türk ırkçısı mı, devam eden bir davanın taraftarı mı, yoksa 12 Eylül öncesi gibi devrimci mi? Kafa karışıklığı yanında yaşam tercihleri karışıklığını da yaşamaktadır. Bu hale gelmek, 12 Eylül’ün bir başarısı olarak görülebilir. Devlet Hacıbektaş öznelinde hedeflediği sonuca ulaşmış gibidir. Fakat bu görüntü bilinç ile yeniden ortadan kaldırılabilinir. Tarihimiz ile barıştığımızda ve gerçek tarihimizi öğrendiğimizde devletin suyuna katılmayız. Bin yıllardır ayrı olan yolumuz, devlet dini ile paralel olmayız! Aleviler, alevi gibi yaşamalıdır… Alevilerin nasıl yaşadığını, Hacıbektaş’ın öğretilerinde görebilirsiniz, Hızır paşaların yazdığı kitaplardan öğrenemezsiniz!

Hacıbektaş-ı Veli, Alevi inancı öğretileri dışında soyutlanmakta ve devlet kurucu gibi gösterilmektedir. Alevilik bu topraklar üzerinde hiçbir zaman devlet kurmadı ve yönetmedi. Hep savunma konumunda kalan, katliamlar ile yüz yüze kalan bir inancın merkezidir. “Okunacak en büyük kitap insandır” diyen Hacıbektaşlının eline, en büyük kitap diye bir şeyler tutuşturulmaya çalışılıyor. Aleviler ellerine tutuşturulan o kitabı ret eder ve kendi inancına dönerse eğer, semah gerçekten dönmeye devam eder… Yoksa turistlik bir gösteriye dönüşür kısa zamanda.