27 Ekim 2010 Çarşamba

Felaket habersiz gelir ama önceden kapıyı çalmıştır.

Felaket habersiz gelir ama önceden kapıyı çalmıştır.

Felaketler evrensel olarak yansır, fakat biz sanki bizim etrafımızda yaşanıyormuş gibi algılarız. Bazı felaketlerin gerçek kaynağını bilemeyiz, sadece tanrının bizi cezalandırdığını düşünürüz.

1800’lü yılların ilk çeyreğinde, bir yaz kış gibi yaşanmıştı. O kış gibi geçen yazı, tanrının bize göndermiş olduğu bir işaret olarak algıladık. Bu kış gibi geçen yazdan sonra, ülke topraklarında ayaklanmalarda artış oldu. Doğu, güney derken bir bakmışsınız, bir kıtlık sonrası yaşanan ayaklanmalar, merkez hükümetin başını bayağı bir ağrıtmış. Silahlı adamlar ayaklananın olan yere gidip, donmuş toprağa kan ile yıkamışlardır.

Felaketten kurtulmak için kurbanlar adanmış, açlık ile karşı karşıya kalanlar ise göç yollarına düşmüştür. Bir yıl süren ama yaşarken kimsenin ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı büyük değişiklik, dünyanın öteki ucunda patlayan bir yanardağın eseri olduğunu yıllar sonra; gelen kuşaklar, okul kitaplarından öğrenmişlerdir. Dünyayı soğutan bir yanardağdır.

1815’te Endenozya’daki Sumbawa Adasında bulunan Tambora Volkanı’nın patlamasının ardından; 1816 yılı, dünyadaki yazsız bir yıldır.

O yaz, salgın hastalıkların ve toplu ölümlerin yılıdır.

O yaz yetişmesi gereken sebzeler toprakta çürüdüğü, hasadın yapılmadığı yıldır.

O yaz, beklenmeyen felaketin kapıyı çaldığı günlerdir.

O yaz insanlar açlıktan, şehirler korkudan geçilmez olmuştur. Çünkü kıtlık insanı insana kırdırır, bir parça ekmek için yağma yaptırır.

Toplumsal dalgalanmaların en üst noktaya doğru sıçradığı yıldır ve bizde o yaz korku hakim olurken, yaz sonuna doğru homurdanmalar ve bağımsızlık ilan eden açıklamalar ve ayaklanmalarında gün yüzüne çıktığı yıldır.

Osmanlı doğudan Rus işgaline doğru yol alırken, güneyden Arap milliyetçilerin bağımsız Arap devleti söylemin en yoğun yaşandığı yıldır.

Doğu güneyde ise Kürtler bağımsızlık için eyaletlerinde açıklamalarda bulunmuş, Bağdat emirliği onları tanıdığını ilan etmiştir.

Amerikan gemileri o yıl daha çok limanlara yanaşmış, misyoner Amerikalılar Anadolu topraklarına yayıldığı yıldır.

Anadolu; unutulmuş topraklardır, kavganın ve ayaklananlarında ana yurdu gibidir. Büyük İskender’in Anadolu’yu ateşten toprağa, şehirleri yıkıntıya dönderdikten sonra bir daha belini doğrultamayan topraklar; geçmişin üzerini toz ile kapatırken, yerine gelenlerin yağmasından da nasibini almıştır, çoraklaşmış, rengini kaybetmiştir.

Yeşillerin olduğu yerde bozkır vardır. Bozkırda yaşayan ve yaşamak için mücadele edenler o yaz gününde kışı yaşayanlar en çok kırıldığı yıldır. Felaket uzaklaşsın diyerek, elinde kalan son hayvanlarını da kurban ettikleri yıldır. Adak adanacak yerlere sıraya girip adak adadıkları yıldır.

Her sene bir öncekisini taklit ederek yaşadığı yıl değildir. Bu aykırılığın tek sorumlusu tanrının kendilerini cezalandırdıklarını ve bilmedikleri o dünyanın sonunu getiren işaret olarak algıladılar. O dönemin hafızları, ilim adamları; bu dünyanın sonu getiren işareti işte kış gibi geçen yazdır dedikleri yıldır.

Tövbe edin ve tövbe dereke cennetin kapısından geçin diye vaaz verdikleri yıldır.

Hiçbir Osmanlı, bir yıl önce patlayan bir yanardağın gökyüzünde ve atmosferde yarattığı değişiklikten haberi yoktu. Felaketin yazarından da haberleri yoktu, bugünkü gibi ilim adamları Nostradamus’un kahinlerini o ana uygulayabilsinler. Kimse bilmiyordu, Nostradamus kim olduğunu.

1816 yılı ve devam eden yıllar Osmanlı İmparatorluğunun gerileme ve çöküş sürecine tekabül eder. O dönemin padişahı henüz 31 yaşındaki II. Mahmut idi. Avrupa’nın yenileşme hareketini benimsemiş, devleti hukuk devleti normlarına uydurmaya çalışıyordu, her ayaklanmada bir padişahın kellesi gideceğine, hukuk ayaklanma sorunları çözsün istiyordu. Fakat iktidarı döneminde neler neler yaşamıştı, her anı ince bir çizgi üzerinde geçmiş, onun zamanında saray ve İstanbul top altında kalmıştı. Felaketlerin, ayaklanmaların olduğu çağda iktidar koltuğunda oturmak demek; ip, her an boğazında hissetmek anlamına geliyordu. Boğazına ip geçmedi ama verem hastalığın pençesinde yaşama veda etmiştir.

Osmanlı içinde yaşıyordu, dünyanın öteki tarafında patlayan yanardağın etkisinin bu şekilde olacağını bilemezdi, o dönemde sadece Osmanlı mı, elbette değil, bugünkü gibi hızlı haberleşme olanakları yoktu, dünyanın öte tarafında yaşanan felaketten kimse bilgi sahibi değildi. Bugünkü gibi erken uyarıda yapılamıyordu.

1815 yılında yaşanan olaylar, 26 Ekim günü Endonezya’da yaşanların bir çağrışımı olarak kafamda canlanması ile gündeme geldi. Şimdi Endonezya’da yaşanan 7,7 büyüklüğünde depren, sonrası tsunami ve yanardağ patlaması ne gibi sonuçlar yaşatacağını henüz bilim adamları tarafından açıklanmadı ama bu olay olduğunda aklıma 1816 yazı geldi.

Hiç yorum yok: